Yaklaşık iki buçuk yıldır uzak
doğuda yaşayan bir Türk genci olarak, gördüklerimi ve
araştırmalarımı yazdığım mütavazı makaleleri sitesinde yayımlama
cömertliğini gösteren sayın site (internet sitesi) editörlerine
teşekkürü bir borç bilirim. Bu sitenin oldukça güncel olması,
bununla birlikte elit ve geniş bir okuyucu kitlesine hitap
ettiği gözlemlerim arasında ki, bu başarıyı çok meşhur siteler
bile yakalayamıyor. Bu siteyi haftalık bir dergi gibi de
düşünebiliriz. Canlı, yaşayan, enerji dağıtan bir site sanki…
Genelde yazılarımı araştırma tarzında bilimsel konularda yazmayı
tercih ediyorum, ancak yaşamın içinden de kesitler aktarmadan
edemiyorum. Bunda farklı bir kültürün içinde bulunmamın da
etkisi var.
Araştırma yazılarımın yüksek lisans öğrencilerine faydalı olduğu
ve büyük ilgi gördüğü gelen e-maillerden belli. Bilime olan
ilgimden dolayı kimya okudum, çevreye olan hassasiyetim üzerine,
çevre konusunda yüksek lisans yaptım ve doktora çalışmamı
insanlara yardımcı olabilir miyim diye deprem tahminleri üzerine
jeokimya anabilim dalında sürdürüyorum. Buna rağmen, araştırma
yazılarımı bilimin geneline yayılmış güncel konulardan
seçiyorum. Çünkü hem bilimin her dalı beni hayrete düşürüyor,
hem de bilimin ve teknolojinin doyumsuzluğu içindeyim. Uzak
doğuda çıkan teknoloji harikaları, elektronik teknolojiler benim
için geç kalmış, geçmişten gelmiş, daha yenilerinin geç kaldığı
tarih kalıntıları sanki. Günümüz bilimin ve teknolojisinin ise
taş devrine ait olduğu kanaatindeyim. (şimdi bazı okurlar “hadi
sen de!” diyebilir, onlara tavsiyem, taşın kimyasını
incelemeleri ve bugünkü teknoloji merkezi Silikon!
vadisini hatırlamaları… ) taş, silikon, ileri teknoloji mi?
Tarih kalıntıları mı?
Burada haftada bir,
ilköğretim okullarında İngilizce ve Türkiye’yi tanıtma dersleri
veriyorum. Dün bir okula davetli idim. Yirmi kişilik bir öğrenci
grubu, Türkiye hakkında bir sunum hazırlamışlar. Her üç öğrenci
Türkiye’nin ve Türklerin bir yönünü ele almış. Türkiye’deki
günlük yaşantıyı araştıran iki öğrenci de çok ilginç bulgular
elde etmiş. Türkiye’de herkes çadırda
yaşıyormuş. Çadırın büyüklüğü bir Japon’un evi kadarmış yirmi
metre kare! Çadırın içini temiz tutmak için de halı kültürü çok
gelişmiş. Türkiye’de herkes, koyun yününden renkli çorap
giyiyormuş. Türkler domuz eti yemedikleri için koyun eti
yiyorlarmış.
Neresinden
düzeltmeye başlasam şaşırdım. Diğer altı grubun öğrencileri
nispeten daha doğru bilgiler toplamış, yağlı güreş, şiş kebabı
gibi. Evet burası çok Uzak! Uzak Doğu...
Uzak doğuda yaşam çok farklı. Buraya
ehli kitap pek uğramamış. Bu yüzden merhamet, sevgi, insanın
halife olması gibi üç büyük dine ait öğeler, buradaki
toplumların genelinde gözlemlenmiyor. Bunu acımasızlık, uzak
doğu esintili şiddet filmlerinde de görebiliriz. Holywood’da
bütün vurdulu kırdılı filmler, uzak doğulu yönetmenlerin
danışmanlığında yapılıyor.
Bunların canlı örneklerini görmek de mümkün: Arkadaşının başını
kesen ilkokul öğrencisi, arkadaşlarının zayıf ve kendilerinden
farklı gördükleri için işkenceyle eziyet ettikten sonra beş
katlı binanın çatısından aşağı attıkları çocuk, çocuklarını
öldüren genç anneler, geçen yıldan hafızamda kalanlardan
bazıları... Bugün ilginç bir tanıtım filmi vardı: “Evladınıza
yakın olmanın yolu: Ona sarılın!” Evet, uzak doğuda anneler
evlatlarına sarılmıyormuş. Hayretler içinde izledim.
Gururunu yitirmiş samurayların karınlarını hançeriyle deşmeleri
ve kendi adamlarının acısız ölsün diye başlarını kılıçla
kesmeleri, uçaklarla intihar saldırıları ise tarih sayfalarından
arta kalanlar... Ya da ölümü tatmışların bedenlerinin çöp gibi
yakılması.
Uzak doğu, Şanghay gibi Çin’in büyük
kentlerini de dahil edersek, büyük bir pazar. Son günlerde bu
pazarlar film yapımcılarının da ilgi odağı. Örneğin, Kill-Bill,
Son Samuray (Türkiye’de henüz gösterime girmedi) gibileri.
Japonya, Tayvan, (Tayland değil, O Güney Asya’da bir ülke, Güney
Asya’da neresi acaba?) G. Kore, Çin’in Doğu kesimi, uzak doğuda
nüfusun yoğun olduğu bölgeler ve belli bir ekonomik güce
sahipler.
Japonya’da iyi bir gişe hasılatı yakalamış bir film gösterimde,
Son Samuray. Holywood yapımı bu filmin yapımcılığını ve baş
rolünü Tom Cruise üstlenmiş. Buradakiler baş rolün Watanabe’de
olduğunu iddia ediyorlar yorumu size bırakıyorum. Cüneyt
Arkın’ın çok büyük işler yapmaya çalıştığı, ama bütçe, senarist
ve yönetmen gibi sinemanın olmazsa olmazlarına takıldığını
tekrar düşündüm bu filmi seyrederken.
Japonya bizim gibi bir dünya
savaşında yok oldu ve yeniden doğdu, tek farkla, yeni doğumuyla
dünyada ekonomik bir dev olarak. Bizim ise ne durumda olduğumuz
ortada, yoruma gerek yok. Düşünüyorum da eğer Türkiye de bu
ekonomik büyümeyi gerçekleştirse idi, Holywood acaba Malkoçoğlu,
Battal Gazi ve Kara Murat’ı çekmeyecek mi idi? 125 milyon nüfusa
sahip Japonya’da sinema bileti, satılık kiralık DVD, tanıtım
kitabı, vesaire, bu filmin 100 milyon doları ve bütün dünyada
200 milyon doları geçeceği tahmin ediliyor. Konuya siyasi
yaklaşan bazı kişiler, “bu kadar para kazanacağını bilse bile
Holwood, Battal Gazi’yi çekmez” diyebilir. “Yapmayın” derim.
Amerika’da kitaplar bile best seller olarak sınıflandırılıyor.
Best seller ne demek, ne kadar para o kadar iyi. Mesela çağrı
filmini yapmışlardı. Holywood yapımcıları, çağdaş yazar Ahmed
Hulusi’nin Muhammed Mustafa kitabını Neyi Oku’du kitabıyla
sentezleyerek seneryolaştırırlarsa, siz o zaman görün box office
nasıl alt üst oluyor. Tabii ki bunu Steven Spilberg
kapasitesinde birinin yapması gerek. Belki uzak doğu da anlar o
zaman dünyanın tek bucak olmadığını.
Turhan Doğan
turhandogan@yahoo.com
Tokyo - 20.01.2004
http://gulizk.com
|