Vahdet-i vücud denilince, akla ilk gelen ismin Şeyhi Ekber Muhittin İbni Arabi olması olağandır. Hz. Şeyhi Ekberi araştırırken, yeni bir sima olan PROFESÖR EBU ALA AFİFİ diye bir zatın araştırma ve incelemelerini okudum. Bu zat Mısırlı, Arapçaya çok hâkim ve İngiltere’de Cambridge Üniversitesinde felsefe bölümünü birincilikle bitirmiş. Hocası Sir Nicolsun’un  tavsiyesi üzerine Fusus ül-Hikem’i okuyunca pek bir şey anlayamamış. Eser Arapça, ama kavrayamadığını söylüyor. Sonraki günlerinde şeyhin yazdığı diğer eserleri okumuş. Bu defa İbni Arabi’nin metotlarını öğrenek okuduğundan konuları anlayabilmiş. Eser sahibinin muhayyile gücü çok yüksek seviyede bir insan olması nedeniyle çok az kişi onun anlattıklarını kavrayabilmiş.

Bayezid-i Bestami, Hallac, hatta İbnü'l-Arabi’nin muasırı olan îbnü'l-Fariz'den rivayet edilen sözler, bana göre/ onların Vahdet-i Vücud’a inandıkları-na delil değildir. Onlar/ Allah'a olan sevgileri ile kendilerinden ve Allah'tan başka her şeyden fani olmuşlar yüz çevirmişler, varlıkta da ondan başkasını müşahede etmemişlerdir. Bu ise, Vahdet-i Vücud değil/ "Vahdet-i Şuhud’dur. Cezbe halinde söylenen şatahatlar ve sevgiden kaynaklanan coşku ile, ilahiyat alanındaki felsefî bir nazariye arasında fark vardır. Yani/ bir cezbe halinde "Ene'l-Hak" diye feryat eden Hallac veya sevdiğine karşı duyduğu sevginin kendisini kendisinden fani kılıp sadece sevgilisiyle ittihadın farkında olan îb-nü'l-Fariz ile İbnü'l-Arabî arasında fark vardır: İbnü'l-Fariz, şöyle demektedir:

"Ne zaman ki,
'Ben O'yum' sözümden caydım veya bunu derim, haşa ki, 0, bende hulûl etmiş olsun
Şunu ileri sürüyorum: Bu iki kişi ile, İlahî Zât’la birliğinden veya sevdiğinde fani olmasından dolayı değil, hiçbir müphemliğe ve kuşkuya mahal bırakmayacak bir açıklıkta Hakk’ın ve halkın birliğini benimseyen îbnü'l-Arabî arasında fark vardır:

Hak bu vecihten halktır, düşününüz,
Bu vecihten de halk değüldir, tezekkür ediniz,

Cem ve tefrik et! Çünkü "ayn" birdir.
0 da, bakî kalmayan ve ebedî olmayan kesirdir.

Bkz. îbnü'l-Fariz/ et-Taiyyetü'l-kübra, s. 277: Beytin anlamı/ şudur: "Ben, kendimin 'o (sevgili)" olduğu iddiamdan vazgeçtiğimde, haşa ki o bende hulul ettiğini söylemiş olayım." İbnü'l-Fariz, bu ifadesiyle Hallac'ın benimsemiş olduğu hulul nazariyesini inkâr etmektedir.

Hatta Hallac'ın ifade etmiş olduğu "Ene'l-Hakk’ı, bir cezbe ya da şatahat ifadesi olarak değil de/ Üstat Nicholson'un iddia ettiği gibi, "lahut (İlahî yön)" ve "nasut (beşerî yönden meydana gelen insanın ikili tabiatı hakkındaki kâmil bir nazariyenin ifadesi olarak kabul etsek bile, bu nazariyeyi niteleyebileceğimiz en ileri ifade, onun "ittihat" ya da "Vahdet-i Vücud" hakkında değil/ "hulûl" hakkında bir nazariye olduğudur.

Fakat îbnü'l-Arabî'nin sistemi, "Vahdet-i Vücud (varlığın birliği)" düşüncesinin hangi tarzını temsil etmektedir? Bu sistem, kuşkusuz, varlığı hissin ulaşabildiği şeylerden ibaret görüp tecrübenin elde ettikleri ile sınırlayan ve "Allah"ı müsemması olmayan bir isim kabul eden materyalist bir sistem değildir. Aksine bu sistem/ özünde ve detaylarında bütünüyle manevî bir sistemdir: Uluhiyet’i, varlıkta birinci mertebeye koyar ve Allah’ı ezelî hakîkat ve mutlak vacip varlık olarak kabul eder. Allah, var olmuş/ olan ve olacak her şeyin aslıdır. Şayet âleme bir varlık nispet edilirse, bu varlık, şahsa nispetle gölgenin, görülen şeylere nispetle aynalardaki suretlerin varlığı gibidir. Kendinde âlem ise, sadece bir hayal, hakîkatin anlaşılması için te'vil edilmesi gereken rüyadır. Hakiki varlık, sadece Allah'ın varlığıdır, bunun için de, Hakk’ın varlığına delil gerekmemiştir. Kendisine delil olana delil aranır mı? Hatta hissetmiş olduğumuz bütün varlıkların kendisiyle zuhur ettiği "Nur’un varlığına delil aranır mı? Hak, kuvvetli ışığının gözünü kararttığı insana perdeli kalan güneş gibi, zuhurunun şiddetinden dolayı gizlenmiştir. 0 halde İbnü'l-Arabi’nin sistemi, Allah'ın varlığını kabul etmede çok nettir/ fakat, bu "Allah"/ nefsinde her şeyi içeren/ her varlığı kuşatan, her mevcudun sureti ile zuhur eden Allah'tır.

Bu Uluhiyet tasvirinin/ dinlerin tasavvur ettiği "ilahî şahsıyet'ten, yani yaratıkların sıfatlarından ayrıldığı özel sıfatlarla muttasıf olan Zât-ı İlahiyye'den farklı olduğunu söyle-meye gerek yoktur. îbnü'l-Arabinin Allah'a ait olarak kabul ettiği yegane sıfat, "Zâtî zorunluluk”tur (el-vücubü'z-Zatî). Bu sıfatta, hiçbir mahlukun payı yoktur.

Bodrum - 20.12.2001
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail