Konuma girmeden evvel, eserlerinden çok yararlandığım zâtı insanlar ne kadar tanıyor diye  webferret isimli bir yazılımla interneti taradım. Netice, hem çok hayret verici hem de üzücüydü. Bulunan siteler çoğu yabancı dilde yazılmıştı.Tek lisanlı bir insanın anlaması zordu, ama dostlardan yardım alarak biraz inceledim. Hıristiyanlar, Panteistler, Hindular ve daha niceleri  bu zâtı tanımış ve sahip çıkmış. Ama nedense, bizden pek az kişi zâtı tanıyabilmiş . Yüksek tahayyül gücünün insanoğluna sirayet edememesinden olsa gerek diye düşünüyorum...

Zat-ı İlahiyye'ye iki açıdan bakılabilir: Birincisi, nispetlerden ve haricî varlıklara izafe edilmekten mücerret ve basit oluşu açısından; ikincisi ise, sıfatlarla muttasıf zât olması açısından. Zat-ı İlahiyye, birinci açıdan hadislerin sıfatlarından ve kendisini zahir varlığa bağlayacak her türlü sıfattan münezzehtir, hatta bilinmekten de münezzehtir. Bu anlamda Zât-ı İlahiyye, Plotinus'un ileri sürmüş olduğu "Bir (Müteal]'e oldukça benzer. Onun tasavvur edilmesi ve hakîkatinin ifade edilmesi, imkânsızdır; onu niteleyecek bütün vasıflar, selblerdir (olumsuzlama). Zat-ı İlahiyye, bu açıdan adeta, gerçek anlamda ilah değildir. Çünkü ilah, me'lühu gerektirir, yani kendisine me'lüh olacak kimseye nispet ve izafet edilmeyi gerektirir.

Bunun için İbnü'l-Arabî, Allah Teala'nın âleme bakılmadan bilinebileceğini iddia eden Gazali’yi ve birtakım filozofanı suçlayarak, şöyle demektedir: "Evet, kadîm ve ezelî bir  Zât bilinebilir. Fakat, me'lüh bilinmeden, bu varlığın bir ilah olduğu bilinemez. 0, kendisine delildir. Birinci açıdan Zât’ın varlığı Mutlak Varlık, ikinci açıdan ise, mukayyet ya da 1 varlıktır Çünkü o mümkünlerin a'yanının suretlerinde ya da "nispet ve sıfatlar" diye ifade olunan izafetlerde taayyün eden Hakk’ın varlığıdır. Böylece bütün varlıklar, Hakk’ın sıfatları olmaktadır. Bu bağlamda İbnü'l-Arabî şöyle der:

"Biz onu, hiç bir vasıf ile nitelemedik ki, o vasıf biz olmayalım. Fakat sıfatlar, İbnü'l-Arabi’ye ve kendisinden önce Mu'tezile'ye göre Zât’ın aynıdır. Hak, halkın ya da varlık aynalarında zuhur eden sıfatların aynıdır. Bu sıfatlar, Zât’ın üzerine zait şeyler değillerdir, bilakis, kendisine nispet ve izafet olan şeylerdir.11

Buradan, Hakk’ın kendi Zât’ını bilmesinin, zorunlu olarak, varlıktaki her şeyi, —ister bu şey bilkuvve, isterse de bilfiil olsun— bilmesi demek olduğu ortaya çıkar. Fakat Hak, ilminin konuları olmaları açısından eşyayı kendisinden ayırır. Bu ise, ilim, alim ve malumun birliği ile çelişmez. Bu, varlığın tabiatında, yani bildiğimiz tarz üzere bulunan varlığın tabiatında olması gereken bir ayırımdır.

Hakikât Birdir, Hükümlerde Farklıdır.

Vücüdî hakîkat, birdir, fakat bu hakîkât, hükümler ile, yani, her birisinin diğerinden ayrı olduğu hükümlerin verildiği suretler ile farklıdır. Hak ve halk ya da Allah ve âlem arasındaki ilişki, rakamsal bir ile ondan ortaya çıkan sayılar arasındaki ilişki gibidir. Bir rakamı, bütün rakamları meydana getirmiş, bu rakamlar da Zât’ında bir olarak kaldığı halde kendisini tafsilleştirmiş ve çoğaltmış oldukları gibi, aynı şekilde, bir olan Hak da, âlem diye isimlendirilen vücudî çokluğu icat etmiş, âlem de, Hakk’ı tafsilleştirmiş ve çoğaltmıştır. Bir sayısı, kendisinde zuhur eden rakamların aynı olduğu gibi, münezzeh olan Hak da teşbîh edilen halktır. Halk ve halk arasındaki ayırım, itibarîdir; halk Halık, Halık da, halktır, çünkü hakîkat birdir. Fakat başka bir açıdan halk, Hak değildir, Hak da halk değildir. Yani, halkın hakîkat ve cevherini dikkâte almadan suretine baktığında, sen O'sun, o değilsin, 0 da, sendir, sen değildir. Başka bir ifadeyle, sen hakîkatte O'sun, suret ve mazharın açısından ise, O değilsin. Bunun için Hak, zıt sıfatlar ile nitelenmiş ve bilinmiştir.

"Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir O Hakkın bir vechi ve kendisini ifade eden bir lisanıdır. Şöyle ki: Allah Teala, kendisine verilen hükümde zıtları cem etmesiyle bilinebilir "O, evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır. 0, zahir ve batın olanın hakîkatidir. Varlıkta onu bir başka gören yoktur, varlıkta ondan batın olan bir şey de yoktur. 0, nefsi için zahir ve nefsinden batındır, o hadislerin bütün isimleri ile isimlendirilir. Binaenaleyh, mesele, hayret içinde hayrettir, kesrette birliktir. Kesret, bire döner, zıtlar bir tek hakîkatte toplanır. Bir olan hakîkat, sadece zıtları kabulü ile bilinebilir! Fakat bu, cahillerin şaşkınlığıdır. Hakîkatin sırrına muttali olanların, yani vahdet-i vücudu bilen ariflerin ise, bir başka hayreti daha vardır. Bu da, Hakkı her tecellî-gâhta gören ve her surette onu ikrar edenlerin hayretidir. Onların hayretinin sebebi, sürekli olarak suretlerde Hak ile beraber hareket etmeleridir.

Tenzih ve Teşbih:

İbnü'l-Arabi’nin bu tutumu, tek varlık hakîkatine iki açıdan bakmasını ve onu iki sıfat ile nitelemesini gerektirmiştir. Bunların birincisi tenzîh, diğeri teşbîh olarak isimlendirilir. Gerçi o, bazen tenzîh yönünü teşbîh yönüne, bazen da hallerinin gereğine göre teşbîh yönünü tenzîh yönüne hakim kılar. İbnü'l Arabî, sisteminin materyalist bir renge büründüğü derecede teşbîhte mübalağa yapar. Bu bağlamda, "O (Hak), bütün hadislerin isimleriyle isimlenmiştir" ifadesini zikredebiliriz. Ayrıca, Eş'ari'lerin cevher ve araz nazariyelerini tartışırken Hakk’ın, onların bahsettiği cevher olduğunu, varlık mazharlarındaki tecellîlerinin ise, bu cevherin araz ve halleri olduğunu söylemesi de teşbîhteki mübalağalı tavrının örnegidir.

Bir başka yerde ise, tenzîhte Hak ile halk arasındaki bütün ilişkiyi ortadan kaldıracak derecede mübalağa yapar. Mesela şöyle der: "Çünkü tevhit ilminden bilinebilecek şey, ondan başkasının varlığında bulunacak şeyi kendisinden nefyetmenin bilinmesidir. Allah, şöyle buyurmuştur: 'Onun mislinin benzeri yoktur'; 'Rabb’in izzet sahibidir. Onların nitelemelerinden münezzehtir'. Tenzîhi (selb) bilmek, Allah'ı bilmektir Fakat teşbîh ve tenzîh, iki gerçek sıfattır, bunlardan biri olmadan diğeriyle yetinmek, mümkün değildir. Çünkü, tenzîh hükmünü veren akıl, kendi başına onu bilemez; teşbîhin kaynağı olan vehim de tek başına gerçeği üzere Hakkı tasavvur edemez. İbnü'l-Arabî, bu bağlamda şöyle demektedir:

"Kuşkusuz, bilgilerini düşüncesinden (nazar) elde etmesi yönünden akıl, bütünüyle tecerrüt (soyutlanmak) ettiğinde, Allah'ı teşbîh değil, tenzîh üzere bilebilir. Allah, ona tecellîsiyle bilgi verdiğinde ise, Allah'ı bilmesi kemâle erer ve bir yerde tenzîh eder, bir başka yerde teşbîh eder. Bu kimse, Hakk’ın tabiî ve unsurî suretlerde varlık ile sereyan edişini görür. Hakkın 'ayn'ının, bütün suretlerin hakîkati olduğunu görür. Bu, Allah tarafından indirilen şeriatların getirdiği kâmil marifettir, bütün vehimler de, buna hükmetmişlerdir/715 Vahdet-i vücud ve Dinlerin İlahı...

Böylece İbnü'l-Arabî, vahdet-i vücudu benimsedikten sonra, insanların kendi inançlarına göre çeşitli şekillerde tasvir ettikleri, akıl ve kalplerinin dilediği şekilde özellikler verdikleri ilahı benimsemez. Çünkü ona göre itikatlardaki ilah, insanın ürünüdür; her inanç sahibi, kendi istidat, ilim ve manevî derecesine göre o ilahı tasavvur eder. İbnü'l-Arabi’nin, hatta vahdet-i vücudu benimseyen bütün sufîlerin ilahı ise, kendisini sınırlayacak bir suret, onu tanımlayacak ya da takyit edecek bir akıl tanımaz. Çünkü o, her ibadet edilen şeydeki gerçek Ma'büd, her sevilen şeydeki gerçek sevilendir. İbnü'l-Arabi’ye göre kâmil arif, ibadet edilen her şeyi Hakk’a ibadet edilen bir tecellîgâh olarak gören kimsedir.

Hak’tan başkasına ibadet eden ya da bir başkasını seven, sevdiği ve ibadet ettiği şeyin hakîkatini bilmemiştir. İtikat sahibi, kendi inancında yarattığı özel ilahına ibadet edip, diğer inanılan ilahları ise inkar eder. Bu kimse, Hakk’ı över, bilmez ki, bu durumda kendisini övmektedir. Çünkü inanılan ilah, onun ürünüdür, ürüne övgü ise, yapıcısına övgüdür. Eğer bu itikat sahibi, işin hakîkâtini bilip, başkasının da, özel bir itikat suretinde sadece Hakk’a ibadet ettiğini bilmiş olsa idi, yani, kendisine Allah hakkında soru sorulduğunda "suyun rengi, kabının rengidir7' diyen Cüneyd'in ne demek istediğini bilmiş olsaydı, başkasının ibadet ettiği şeyi inkâr etmezdi. Çünkü bu başkası, kendisi bilmese de, ibadet ettiği şeyin Allah olduğunu zannetmektedir. Allah Teala, şöyle buyurmaktadır:

"Ben kulumun bana olan zannının üzerindeyim." Yani ben, kuşkusuz, kulumun inandığı hususî surette tecellî ederim.

İtikatların ilahını kalb sığdırır, çünkü o sınırlı ve mahduttur. Hüviyeti açısından Allah'ı ise, hiçbir şey sığdıramaz, çünkü o her şeyin ve zâtının aynıdır. Hiçbir şey için, "o, kendi zâtını sığdırır ya da sığdıramaz denemez.

İbnü'l-Arabî, vahdet-i vücudu benimsemesine, Hakk’ın ve halkın tek hakîkat olduğu ve aralarındaki farkın da, sadece Hakk’a ait olan varlığının vacipliğinden ibaret olduğunu söylemesine rağmen, bu Hakk’a ibadet eder ve ona âşık olur. Fakat ona göre Hakk’a ibadet etmenin, insanların genellikle dini örfte anladığından farklı bir anlamı vardır. İbnü'l-Arabi’ye göre Ma'büd (ibadet edilen), ezelî, kadîm, bütün varlık suretlerini ayakta tutan cevherdir; âbid (ibadet eden) ise, bu cevher ile ayakta kalan surettir. Suretlerden her birisi, Hakkın Uluhiyet’ini ifade eder, ma'budlardan her birisi de, onun vecihlerinden birisidir. Her nereye dönerseniz, Allah'ın  vechi oradadır, her neye ibadet ederseniz, Allah'tan başkasına ibadet etmiş olmazsınız. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Rabb’in kendisinden başkasına ibadet edilmemesine hükmetti İbnü'l-Arabî şöyle demektedir: "Ma'budlarınızın sureti her ne olur ise olsun, Allah, ezelde sizin O'ndan başkasına ibadet etmeyeceğinize hükmetti ve bunu takdir etti.'

İbnü'l-Arabi"ye göre ibadet türlerinin en yücesi ve bu ismi almaya en layık olanı, kul ile ma'bud arasındaki zâtî birliğin gerçekleşmesidir. Yani, kulun Ma'büd, Ma'budun kul olduğunu zevk yoluyla bilmektir. Kul, sureti açısından Ma'buddur; buradan, kulun muhtaç ve mümkün varlık oluşu, hatta kendiliğinde madum oluşu ortaya çıkar: Hak, cevher ve hakîkat olarak sensin, çünkü o, sana kendi varlığından varlık bahşetmektedir.

Gerçek ibadet, kul tarafından mutlak ihtiyacın, Hak tarafından ise, mutlak müstağiniliğin kendisinde gerçekleştiği ibadettir. Sadece Allah, gani ve kendisine ihtiyaç duyulandır. Hatta sebeplere ihtiyaç duymak, gerçekte sadece Allah'a ihtiyaç duymaktır.

İbnü'l-Arabî, "Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaçsınız" âyet-i kerîmesini açıklarken şöyle demektedir: 'Fakirler, o şeyin Allah'ın müsemması olması cihetinden, her şeye muhtaç olan kimselerdir. Çünkü hakîkat, Allah'tan başkasına muhtaç olunmamasını gerektirir. Allah Teala, insanların mutlak anlamda Allah'a muhtaç olduklarını haber vermiştir. ihtiyaç, onlardan meydana gelir. Biz, Hakkın her ihtiyaç duyulan şeyin suretinde zuhur ettiğini bildik.

Ardından, kalbinin derinliklerindeki dinî coşkunun sesini terennüm ederken ona kulak verelim. Bu coşku, hararet ve gücü açısından herhangi bir dindarın coşkusundan daha zayıf değildir. 0, Hakk’ı, mahiyetinde hayrete düşmüş, ona yakınlaşmayı ümit eden ve uzak kalmaktan korkan bir vaziyette ma'budu ve maşuku olarak niteleyip, Arş'ın diliyle şöyle der: "Onun yüce izzetine ve kudretinin güçlerine yemin ederim ki! Kuşkusuz, 0 beni yaratmıştır ve Ahadiyetinin denizlerinde boğmuştur. Ebediyetinin çöllerinde beni şaşkın bırakmıştır Bazen ebediyetinin ışıkları parıldar, beni aydınlatır. Bazen kurbiyetinin durakları bana yaklaşır, bana ünsiyet verir. Bazen izzetinin perdesi ile perdelenir, beni korkutur. Bazen lütfunun münacatı ile hitap eder, beni neşelendirir. Bazen sevgisinin kaseleri ile bana ulaşır ve beni sarhoş eder. Sarhoşluğumdan onu talep ettiğim her vakit Ahadiyet’inin diliyle şöyle der: "Sen beni göremezsin. Onun heybetinden darmadağın oldum, muhabbetinden param parça oldum, azametinin tecellîsinden Musa'nın bayılıp düştüğü gibi bayıldım. Onunla olan vecdimin sarhoşluğundan ayık hale geldiğimde, bana denildi ki: Ey aşık! Bu koruduğumuz güzelliktir, perdelediğimiz iyililiktir: Ona ancak seçmiş olduğumuz sevgili bakabilir.

Bu, materyalist panteistlerin ulaşamayacağı bir şuurdur. Onlar, çokluğun ve varlığın tezahürlerinin, varlığı ve hakîkâti olan her şey olduğuna inanmaktadırlar. Fakat İbnü'l-Arabî, bu alana düşmez ve genel varlıktaki Uluhiyet ya da ruhî yönü ihmal etmez, aksine, vahdet-i vücudda Hak yönünü halk yönüne hakim kılar. Böylece âlem, hakîkâti ve varlığı olmayan soyut bir gölge haline gelir. Âlemin varlığı, sadece gölge üzerine, gölge sahibinden akan varlık kadardır.

İbn Teymiye, İbnü'l-Arabi’ye şiddetle karşı çıkmasına rağmen şu ifadesinde insaflıdır: "Vahdet-i vücudu benimseyenlerin İslam'a en yakını ve pek çok noktada en doğru söyleyeni İbnü'l-Arabi’dir. 0, zahir ve mazharı ayırt eder ve meşayinin emrettiği ahlak ve ibadetlerin çoğunun takip edilmesini emreder.

Bodrum - 08.01.2001
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail