Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Şu ayet Kuba halkı hakkında nâzil olmuştur: (Meâlen):
"Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri
sever" (Tevbe 108).(KÜTÜB-I SİTTE /650)
Ali İbnu Ebi
Talib (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, müşrik olan anne babası için,
Allah'tan af ve mağfiret dileyen birini gördüm. Kendisine: "Sen müşrik
olan anne baban için istiğfarda mı bulunuyorsun, (olur mu bu?)" dedim.
Adam bana: "(Niye olmasın, Kur'ân-ı Kerim'de) Hz. İbrahim (aleyhisselam)
müşrik olan babası için istiğfar etmektedir" diye cevap verdi.
Ben durumu
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlattım. Bunun üzerine şu
mealdeki ayet indi: "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba
bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygambere ve
müminlere yaraşmaz. İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece
ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca
ondan uzaklaştı..." (Tevbe, 113-114).(KÜTÜB-I SİTTE /651)
Muhammed İbnu
Şihab ez-Zühri anlatıyor: "Bana Abdurrahmen İbnu Abidllah İbni Ka'b
İbni Malik nakletti: Abdullah İbnu Ka'b -ki babası Ka'b gözlerini
kaybettiği zaman kardeşleri değil, kendisi babasına rehberlik etmişti-
kavmi içinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabının
hadislerini en iyi bilen ve en iyi öğrenmiş olanıydı. Abdullah dedi
ki: "Babam Ka'b İbnu Malik'in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
Tebük seferine çıktığı zaman, sefere katılmayışı ile ilgili hikayeyi
kendisinden dinledi. Şöyle anlatmıştı: "Ben Tebük gazvesi hariç
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın çıkardığı gazvelerden hiçbirine
katılmamazlık etmemiştim. Gerçi Bedir gazvesine iştirak etmedim. Ancak
buna katılmayanlardan kimseyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
kınamadı. O seferde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar
savaşı değil, Kureyş'in kervanını ele geçirmeyi düşünüyorlardı. Ne var
ki Cenab-ı Hakk bunlarla düşmanı beklenmedik anda karşı karşıya
getirdi.
Ben Akabe
gecesinde İslâm'la müşerref olup ilk andlaşmayı yaptığımız esnada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraberdim. Ben Akabe'de hazır
bulunmayı Bedir'de hazır bulunmaya değişmem, halk Bedir gazasını Akabe
biatından daha çok ansa da.
Benim Tebük
seferinden geri kalışımla ilgili habere gelince, gerçekten ben hiçbir
zaman, o sıradaki kadar güçlü ve zengin olmamıştım. Allah'a kasemle
söylüyorum, daha önce hiçbir zaman iki devem olmamıştı. Ama o gazve
sırasında iki tane binmeye mahsus devem vardı. Bir de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) gazaya niyet etti mi mübhem ifadeler kullanarak asıl hedefi
belli etmezdi. Fakat bu gazvede öyle yapmadı. Çünkü Tebük seferi çok
sıcak bir mevsimde oluyordu. Uzak bir seferi ve tehlikeleri göze
almış, büyük bir düşmanı hedef edinmişti. Müslümanlar gazve
hazırlıklarını tam yapsınlar diye durumu bütün ciddiyetle açıklamış,
gidecekleri istikameti gizlemeksizin bildirmişti.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la sefere katılacak Müslümanlar pek çoktu. Askerlerin
künyelerini kayıt defteri almıyordu. Kayıt defterinden maksat
künyelerin yazıldığı divandı." Ka'b (rivayetine devamla) der ki: "Pek
az kimse gözden kaybolmayı (katılmamayı) arzu ediyordu. Bunlar da
vahiy gelmedikçe, gizlendikleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından bilinilemiyeceğini zanneden kimselerdi.
Bu gazve, tam
meyvelerin erdiği, gölgelerin iyice tatlılaştığı bir zamana
rastlamıştı. Ben de meyve ve gölgeye düşkün bir kimseydim.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ve Müslümanlar yol hazırlığı yaptılar. Ben de onlarla yol
hazırlığı yapmak üzere sabahleyin evden çıkar (kararsızlık içinde)
hiçbir şey yapmadan geri dönerdim. Kendi kendime: "Bu da bir şey mi,
dilersem hazırlığı çabucak yapabilirim" diye teselli olur, avunurdum.
Bu hal böylece devam etti. Öyle ki, başkaları ciddi ciddi hazırlığını
tamamlamıştı.
Derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar yola çıktılar. Ben
hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Yine hazırlık için gittim geldim ama
bir şey yapmaya bir türlü elim varmıyordu. Bu hal de sürdü gitti.
Askerler sür'atle yol aldılar. Gazve elimden kaçtı. Yine de yola çıkıp
onlara kavuşmayı düşündüm. Keşke bunu yapsaydım. Bana bu da nasib
olmadı.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Medine'den ayrıldıktan sonra halkın arasına çıkınca gördüğüm
bir husus beni üzmeye başladı: Çarşı-pazarda benim gibi kalanlar
meyanında gördüklerim ya münafıklık damgasını yemiş olanlardı veya
zayıflıkları sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın mazur addettiği kimselerdi.
Öte yandan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da beni Tebük'e varıncaya kadar
hiç anmamış. Orada kalabalığın arasında otururken: "Ka'b İbnu Mâlik ne
yaptı, (ondan ne haber var?)" diye sormuş. Benû Seleme'den birisi: "Ey
Allah'ın Resûlü, onu, yakışıklı iki elbisesi ve çalımla iki tarafına
bakması (Medine'de) hapsetti" demiş. Muaz da ona şu cevabı vermiş: "Ne
kötü konuşuyorsun. Ey Allah'ın Resulü Allah'a kasem olsun Mâlik
hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" demiş.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sükût buyurmuşlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
durumda iken, uzaktan beyazlara bürünmüş bir adamın silüetini görür
ve: "Bu gelen Ebu Heyseme olmasın!" der. Gerçektende o Ebu Heyseme
el-Sari'dir. Yani, sefer hazırlığı sırasında bir sâ'lık hurma verdi
diye münafıkların birbirlerine kaş-göz ederek istihza ettikleri zât".
Kâ'b
(sözlerine devamla) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Tebük'ten ayrılıp yola çıktığı haberi bana ulaşınca keder ve üzüntüm
tekrar arttı. Bir yalan hazırlamaya başladım. "Yarın, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın öfkesinden, ne söyleyerek kurtulabilirim?" diyordum. Bu
hususta ailemde aklı başında herkesin fikrine müracat ediyordum.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın gelmesi yaklaştı dendiği zaman benden yanlış düşünceler
zâil oldu. İyice anladım ki, hiçbir yalan asla beni kurtaramaz.
Doğruyu söylemeye karar verdim. Derken Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir sabah Medine'ye geldiler. O, bir seferden dönünce ilk iş
olarak mescide uğrar, iki rek'at namaz kılar, ondan sonra halka
görünürdü. Bu gelişinde de namazını kılıp halkı kabul etmeye
başlayınca sefere katılmayıp geride kalanlar gelip özür dilemeye,
özürleri hususunda inandırıcı olmak için yeminler etmeye başladılar.
Bunlar seksen kadar erkekti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onların özürlerini kabul ediyor, onlardan beyat alıyor, onlara
istiğfarda bulunuyor, işlerini Allah'a havale ediyordu.
Ben de
geldim. Selam verdim. Selâmımı işitince öfkeli öfkeli tebessüm etti ve
"Gel" dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum.
-"Niye geride
kaldın, sen (Akabe'de) biat edip itaatı sırtına almış değil miydin?"
dedi. Ben şu cevabı verdim:
-"Evet ey
Allah'ın Resulü! Ben senin değil de dünya ehlinden bir başkasının
yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı bir özür söyleyip, mutlaka
öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, Allah bana yeterli bir
ifade gücü vermiş bulunmaktadır. Ancak, Allah'a kasem olsun kesinlikle
inanıyorum ki, bugün sizi, benden razı kılacak bir yalan söylesem çok
geçmeden Allah sizi bana öfkelendirecektir. Size doğruyu söylesem bana
kızacaksınız. Ama ben de o hususta Allah'tan af dilerim. Gerçeği
söylüyorum, kasem olsun hiç bir özrüm yoktu. Vallahi başka hiç bir
vakit, sizden geri kaldığım zamanki kadar güçlü ve zengin değildim."
Benim bu
itirafım üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İşte bu doğru
konuştu" dedi ve bana da: "Kalk, Allah senin hakkında hükmedinceye
kadar bekle!" buyurdu. Ben de kalktım. Benû Seleme'den bir kısım
insanlar da koşarak beni tâkip ettiler ve bana:
-"Allah'a
kasem olsun bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz.
Savaştan geri kalan diğerlerinin yaptığı gibi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın senin için yapacağı istiğfar bu günâhını affettirmeye
yeterdi" dediler."
Mâlik
(devamla) şunları anlattı: "Sonra: Benim vaziyetime düşen başka biri
var mı? diye sordum. "Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta
bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi" dediler.
-"Mürâre
İbnu'r-Rebî el-Amiri ile Hilâl İbnu Ümeyye el-Vâkıfî (radıyallahu
anhümâ)" dediler. Bana çok sâlih iki kişi zikretmiş oldular. Bunlar
Bedir gazvesinde bulunmuş, nümune-i imtisâl kişilerdi. Bunların ismini
duyunca, geri gidip özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.
Derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanlara gazveye
katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine
halk bizden çekindi ve yüz çevirdi. Öyle ki yeryüzü bana yabancılaştı.
Dünya, önceden bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı.
Bu minval
üzere elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşım, halktan uzaklaşıp
evlerinde oturup ağlayarak vakit geçirdiler. Onlardan daha genç, daha
güçlü olan ben dışarı çıkıyor, namazlara katılıyor, çarşı pazar
dolaşıyordum. Ama kimse benimle konuşmuyordu. Bazan namazdan sonra,
ashabıyla oturmakta olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğrayıp
selam veriyordum. İçimden, "Acaba, benim selamımı alarak dudaklarını
kıpırdatır mı?" diye kendi kendime sorardım. Sonra yakınına durup
namaz kılar, göz ucuyla da ona bakardım. Namaza durunca bana baktığını
da görürdüm. Ama ben ona yönelecek olsam derhal benden yüzünü
çevirirdi.
Müslümanların
cefasından çektiğim bu ızdıraplı hal uzayınca bir gün dayanamayıp
gittim. Ebû Katâde'nin bahçe duvarını aştım. O amcamın oğlu idi ve
herkesten çok severdim. Yanına varınca selâm verdim. Hayret! Vallahi
selâmımı almadı. Kendisine: Ey Ebu Katâde Allah aşkına söyle. Allah ve
Resulü'nü sevdiğimi bilmiyor musun? dedim. Sustu, cevap vermedi.
Tekrar Allah aşkına diye yemin verdim, yine konuşmadı. Üçüncü sefer
Allah adına yemin verdim. Bu defa:
"-Allah ve
Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı.
Geri döndüm, duvarı aştım."(KÜTÜB-I SİTTE /652)
İstanbul -
26.03.2004
http://gulizk.com
|