İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Müslüman olmamızla Cenâb-ı Hakk'ın bizi, "İman edenlerin
gönüllerinin Allah'ı zikretmek üzere yumuşaması ve ondan gelen
hakikate bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha evvel
kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık
kalbleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan birçoğu
fasıklardı" (Hadid, 16) meâlindeki âyetle azarlaması arasında dört
yıllık zaman mevcuttur." (KÜTÜB-İ SİTTE /812)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ),
"Yeryüzünü, öldükten sonra Allah'ın tekrar dirilttiğini bilin,
akledersiniz diye size delillerimizi açıkladık"(Hadid, 17) meâlindeki
âyetle ilgili olarak şöyle buyurdu: "Allah kalbleri kasavet ve
katılıktan sonra yumuşatır, (tevhid hususunda) mutmain ve (Rabbine)
yönelmiş kılar. Ölmüş kalpleri ilimle, hikmetle diriltir (Ayet bu
mânayı ders vermektedir). Arzın yağmurla diriltilmesi zaten gözle
görülen bir durumdur." (KÜTÜB-İ SİTTE /813)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)
buyurdu ki: "Hz. İsa (aleyhisselam)'dan sonra bir kısım melikler
Tevrat ve İncil'i tahrif ettiler. Aralarında mü'min olanlar da vardı,
bunlar Tevrat ve İncil'i okuyorlardı. (Müminlerin okuduklarından
rahatsız olan) bazıları, meliklerine şöyle dediler: "Bunların bize
yaptığı hakâretten daha ağır hakâret, savurdukları küfürden daha galiz
küfür görmedik. Kitapta, "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler
kâfirlerin ta kendisidirler"(Mâide, 44) diye okuyup, kitaptan
gösterdikleri âyetlerle bizi yaptığımız işlerden dolayı kınıyorlar
(kâfır, fasık oldunuz diyorlar.) Onları çağırıp uyarın, bizim
okuduğumuz gibi okusunlar, bizim inandığımız gibi inansınlar." Melik
onları çağırıp topladı, ya ölümü ya da tahrif edilmiş haliyle Tevrat
ve İncil'i okumaktan birini tercih etmelerini teklif etti: Onlar:
"İstediğiniz bu mu? bizi bırakın
(bir düşünelim)!" dediler. Sonra bunlardan bir kısmı:
"Bize bir kule inşa edin, bizi
içine tıkın, yiyecek ve içeceğimizi çekebileceğimiz (ip gibi) bir
şeyler de verin, böylece bizden size hakaret sayılacak bir şey
ulaşmamış olur" dedi. Diğer bir kısmı da:
"Bırakın bizi başımızı alıp
gidelim. Yeryüzünde dolaşır, vahşi hayvanlar gibi yer içeriz. Bizi
kendi memleketinizde (faaliyet yapar) bulursanız öldürürsünüz" dedi.
Bir grup da:
"Bize ıssız bir arazinin ortasında
evler inşa ediverin. Biz orada kendi başımıza kuyular açıp ziraat
yapalım, sizinle hiç konuşmayalım, sizlere uğramıyalım da!" dedi.
Bunların her kabilede samimi yakınları vardı. İsteklerini kabul
ettiler (ve öldürmediler). Cenab-ı Hakk (onların kalbine, şu ayette
temas buyurduğu) ruhbaniyeti inzal buyurdu:
"...Üzerlerine bizim gerekli
kılmadığımız fakat kendilerinin güya Allah'ın rızasını kazanmak için
ortaya attıkları rahbaniyete bile gereği gibi riâyet etmediler.
İçlerinde inanmış olan kimselere ecirlerini verdik. Ama çoğu yoldan
çıkmışlardır" (Hadid, 27).
Geri kalanlar da şöyle dediler:
"Falancaların ibadet ettiği gibi
biz de ibadet edelim. Falancaların yeryüzünde dolaştığı gibi biz de
dolaşalım, falancaların edindiği gibi biz de evler edinelim."
Bunlar şirkleri üzerine devam eden
kimselerdi. Bunlar kendilerine uydukları (diğer) kimselerin imanlarını
da bilmiyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e nübüvvet
geldiği zaman, bu ruhbanlardan pek az kimse kalmıştı. Bu kişi,
mâbedinden indi, seyyah olup dolaşan bir kişi seyahatinden döndü, bir
kişi de manastırından çıktı. Bunlar gelip iman ettiler ve tasdikte
bulundular. (Bütün Ehl-i Kitap hakkında) Cenab-ı Hakk şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Onun peygamberine de iman edin ki,
(Allah) size rahmetinden iki kat nasib versin" (Hadid, 28).
Burada zikri geçen iki kat
nasibden biri: Hz. İsa (aleyhisselam)'ya İncil'e ve Tevrat'a olan
imanları sebebiyledir, diğeri de Hz. Muhammed aleyhissalâtu
vesselâm)'e olan imanları ve onu tasdikleri sebebiyledir.
(Ayet şöyle devam ediyor): "Sizin
için yardımıyla yürüyeceğiniz bir nur lutfetsin..." (Hadid, 28). Bu
nurdan maksad Kur'ân ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
ittiba etmeleridir.
Vahiy şöyle devam ediyor:
"...Ehl-i Kitap, hakikaten Allah'ın fazl(u kerem)inden hiçbir şeye
nâil olamayacaklarını, muhakkak bütün inâyetin Allah'ın elinde
bulunduğunu, onu (ancak) dileyeceği kimselere vereceğini bilmedikleri
için mi (küfürde inad ediyorlar? Halbuki bunu pekâla biliyorlar da).
Allah büyük fazl-u kerem sâhibidir" (Hadid, 29). (KÜTÜB-İ SİTTE /814)
İstanbul
-04.11.2004
http://sufizmveinsan.com
|