Hak din olan İslâm'ın son peygamberi (Hicretten önce 53-H.11/571-632).
Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği:
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin
sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle
kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü
Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta
Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu
kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a
kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz.
İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar
Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b.
Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b.
Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b.
Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî
bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine,
Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi Vehb b.
Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir
süt anneye vererek emzirme âdetine sahip oldukları için Hz. Peygamber,
kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye
verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt
annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin
kabilesinin kollarından Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun
süre Hz. Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından
Mekke'nin ağır ve sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına
zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas
halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında
kalabildiğinden, fesahat ve belâğata önem veren Mekkeliler
çocuklarının dili öğrendikleri ilk yıllarının Arapçanın saf ve
bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belâgatıyla arı duru
konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan
Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış Benû Sa'd kabilesi
arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Peygamber, ileride
üstleneceği ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada
hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibâren
yürüttüğü İslâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında
meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir.
İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi lâyıkıyla yerine getirebilmek için
sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber,
böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve
sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı
bir şekilde gelişme imkânını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel
konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan
kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil
bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda en iyi şekilde
kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz
çocukluğundan itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız
kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir
bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve
bilerek olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe
altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt
annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması"
(Şerhu's-Sadr veya Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık
olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü,
görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve
nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak
tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete
hazırlanmış oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından Mekke'ye
getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen
Hz. Muhammed (s.a.v.), altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında
kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak
Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl
kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı.
Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz
Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden
rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem
de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü
Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede,
kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki
yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Hâşimoğullarının
Mekke'deki itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve
ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal
Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması,
onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibâr ve
itâat edilen bir reis hâline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kâbe
duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve
Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkının
çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi
Abdülmuttalib'in yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed (s.a.v.),
Dâru'n-Nedve'de yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait
müzâkerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından
itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke toplumunda ortaya çıkan
problemleri, insanların dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden
nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından görüp idrâk
ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki
yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül
edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce sevgili
torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la
ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz.
Muhammed (s.a.v.) sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebu
Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin
kesin bir bilgisi olmadığından, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu
devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz.
Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı
olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda
tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şüphesiz
önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile
karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası
Ebû Tâlib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana
katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola
verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib, İslâm
kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride
çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı.
Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak
İslâm'ın doğuşunda Hristiyan rûhiyâtının etkileri olduğunu, Râhib
Bahîrâ'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in
bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslâm'ı ortaya attığını iddia
ederlerse de, İslâmiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile
Hristiyanlığın temeli olan teslis * inancının aslâ bağdaşamaz bir
karakterde oluşu, İslâm'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini
şirk olarak kabul etmesi, bu iddiânın ne derece asılsız ve gülünç
olduğunun en açık delillerindendir (geniş bilgi için bkz. Bahîrâ
maddesi).
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki yıllarda diğer
amcaları ile birlikte Mekke. dışına yapılan bazı ticari seferlere
katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden
dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi
olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ ederken
bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu
olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak
değerlendirmek gerekir.
Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de
davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve
sapıklığından, kötülük ve ahlâksızlığından uzak tutuyordu.
Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye çocukluk
yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz.
Muhammed (s.a.v.), âdet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde
burada hazır bulundurulan bir puta tapmak içiri sıraya girdiğinde,
henüz kendisine sıra gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan
alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir
baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara
tapmak için her hangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabîidir ki Peygamber
Efendimiz çocukluk yıllarından itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir
puta tapmadığı gibi, onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen
hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların
adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını belirtmişti.
Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû Tâlib'e yardımcı olmak için gençlik
yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed
(s.a.v.), çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin
hâkim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş, bu
anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan
Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık
olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı ve meşakkatler
O'nu rûhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı günlerden birisinde
sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece
eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber, eğlence
yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku
ile, içkilerin içildiği, oyunların oynandığı, ahlâksızlıkların
yapıldığı bu işret âlemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka
sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde
engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir şeye teşebbüs
etmemiş, istek de duymamıştı.
Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi
arasında Ficâr Harbi vukû buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve
güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının
gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece
genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp
taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler
oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı
zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça
belirttiği Hılfü'l-Fudûl ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti.
Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış,
câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet
karşısında zâlimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü.
Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı
Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında
gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Tâlib'in
yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz.
Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu
olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve
Fâtıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının
peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir.
Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk
oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebû'l-Kâsım künyesi
verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve
Tâhir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar
bu son iki ismin Abdullah'ın lâkabı olduğunu belirtmişlerdir.
Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı câriye Mâriye'dendir.
Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat
etmişlerdi.
Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini
ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan
müstakil olarak ticaret yapmıştı Hz. Muhammed (s.a.v.), bu
ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, âdil
ve âlicenâb davranışları, herkes hakkında iyimser davranıp elinden
gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinden tutması,
yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlâkî olgunluk ve
rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş, çevrede herkesin güvenip
itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi hâline gelmişti. Bu sebeple
Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kişi" lâkabını vermişlerdi.
Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayı
ve bu olay sırasında el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması meselesinde
Mekke sülâleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme
temâyülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve
âdil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.
Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi
Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete
geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile başbaşa
kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar,
zulümler, ahlâksızlıklar, din adına icrâ edilen sapıklık ve
akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî
bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir
mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık
otuz beş yaşından itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle
Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine
seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı
Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O'nun gücü
karşısında mahlûkatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın
insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü,
onların dinî, siyasî, ictimâı, ahlâkî vs. yönlerden içerisine
düştükleri kötü durumları hatırlıyordu. İşte bu uzlet,günleri Hz.
Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve
istidlâl melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de
eriştirdi.
Peygamberliği ve Mekke Dönemi:
Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir
seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir
uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy
getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak
Sûresi'nin ilk beş âyetini getirdi. Artık Allah'ın Rasûlü, insanları
hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi
halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından,
gerçeği kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme
istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O'nu sevgili eşi Hz.
Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi,
âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi.
Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurralıman b.
Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû
Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd gibi
şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli
sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslâm'ın esasları ve prensipleri
açısından değildi. İslâm, sır perdeleri arkasında, gizli saklı,
esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler
ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır,
sâde, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu
gizlilik, İslâm'ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini
oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün
bir beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz.
Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki
insanların İslâm'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve
ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından
kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar
gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta
vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz.
Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği
Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b.
Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi.
İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm'ı burada kabul etmişler, Hz.
Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını
ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada
İslâm davâsına gönül bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak davâ
uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu
oluşturmakla meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın
İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan
Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine
kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro
oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı
açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı
engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e ve
İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada
Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana
sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında
Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini
belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında
müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini
gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine
İslâm'ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı
Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen bu
düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ
azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü
ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük
bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı.
Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i
öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b.
el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında
ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü İslâm saflarına yeni
bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz.
Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre
yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen
günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu
sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla
bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslâm'ın ortadan
kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve
zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı.
Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan
Hâşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi
arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz
kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan
Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarına, her türlü
ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte
bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp
vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan sahifeyi
Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara
muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş sayılacak ve en
ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle
ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç
günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal
edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar pek ziyade
sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük
yakınını, amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı
ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve
bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı,
Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmesini bir hayli
güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet
duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu
himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve
engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek
âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber, İslâm'ı kabullenecek
yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b.
Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı
akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muâmele
Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz.
Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce
öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir
ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber
şehre ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat
getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini
sağladı ve onun koruması altında şehre girdi.
Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve
engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan
toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından Ebû Tâlib'in ve Hz.
Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve
Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif
halkının horlayıcı tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini
kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir
beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz.
Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden
biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak, Rasûlünü teselli
etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat
dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına
çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir
gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman
dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere
yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve
Cehennem'i müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi
tarafından mükâfaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam
ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle
Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla
gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen
olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla
karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec
kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le
karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı
Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında
İslâm'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu
Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le
buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen
bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslâm kadrosunun ilk
elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye
gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı faâliyet
öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği ve girmediği bir
ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü şehirlerine
buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak bir kıvâma
erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha
kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice
buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç
ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları ve
canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu
and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * "
adı verilmiştir.
Hicret ve İslâm Devleti:
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni
baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni
ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip
Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz.
Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla
yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler
kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç
oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu
günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir
celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegâne
kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü.
Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil
(a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için
hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz.
Ebûbekir'le önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi
terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan
sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne
geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karşılaması son derece
heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası
üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında
bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya
gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine
yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği
vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve
ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde
bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun
bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla Hz. peygamber'i karşılıyor,
şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin
davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare
buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı;
devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı.
Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü
ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar
buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî
Hazretlerinin evinde misafir kaldı.
Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir
dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber,
İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın
bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık
yapılacak şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak,
insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde
düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun
için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı
gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden
itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye
adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş
günlerini yaşayan İslâm devletı'nin idâre merkesi, htikümet binası,
harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i
inşâ etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının
bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği
önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya
başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân
değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve
şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri
birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar
içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber'in
emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi ile
muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun
ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, başka
bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl unsurunu oluşturan
müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine
aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine'de
bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in
devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve
aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm'ın hakimiyet
ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması
hedefleniyordu.
Hz. Peygamber, plânlı ve sistemli bir şekilde İslâm devletini teşekkül
ettirmek için içte bu tedbirleri alırken, elbette ülke dışındaki
güçleri de hesaba katmak gerekiyordu. Bu bakımdan komşu devletleri
tanımak, İslâm varhgını onların resmen tanımalarını sağlamak, iyi
ilişkiler kurarak İslâm'ın yayılmasına imkân hazırlamak üzere Hz.
Muhammed (s.a.v.), çevresindeki komşu kabileler ile ilişkiler kurdu.
Bu arada müslümanlar Mekke'de evlerini barklarını, mallarını
mülklerini terkederek dinleri uğrunda yurtlarından ayrılmış olmalarına
rağmen İslâm'a kin ve husûmetleri durmak bilmeyen Kureyş müşriklerinin
düşmanca faâliyetleri, onlara yönelik bazı askerî seferler
düzenlenmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber'in hicretinden sonra
Kureyş ileri gelenleri Medine'deki Yahûdi ve münâfık reislerine
mektuplar ve haberler göndererek onları İslâm'a karşı kışkırtıyor,
kendileriyle işbirliğine çağırıyor, ayrıca kendilerine yardımcı
olmadıkları takdirde sadece Müslümanları yok etmekle kalmayacakları,
onlara yataklık ettikleri için gayri müslim de olsa Medine'deki
herkesi cezalandıracakları tehdidini savuruyorlardı. Bu düşmanlık ve
tehditler, sadece sözde kalmadı ve zamanla uygulamaya konuldu.
Hicretin üzerinden henüz yeni bir yıl geçmişti ki Kürz b. Câbir
el-Fihrî adlı bir müşrik, yanındakilerle birlikte Medine'nin dış
meralarında otlayan sürülere bir baskın yaptı ve bir miktar zarara yol
açtı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Kürz b. Câbir'i tâkibe çıkmış, bu
tür tecâvüzlerin tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri de almıştır.
İşte bu tedbirlerden biri olarak çıkarılan Abdullah b. Cahş
seriyyesinde ilk kez müslümanlarla müşrikler arasında çatışma çıktı ve
kan döküldü (2/624). Bu çatışma sırasında müşrik ileri gelenlerinden
Amr b. el-Hadramî öldürülmüştü: Harp için zaten fırsat kollayan Mekke
müşrikleri bunun intikamı için derhal harekete geçtiler. Bu arada
geliri ile harp masraflarını karşılamak üzere çıkarılan Ebû Süfyan
kervanının Hz. Peygamber tarafından tâkip altına alınması, Kureyş'in
harp niyetini hızlandırdı ve Bedir Gazvesi vukû buldu (2/624). Bedir
harbi, müşriklerin tam bir hezimeti ile sonuçlanmış ve İslâm devleti
azılı bir çok düşmanından kurtulmuştu. Bu arada Hz. Peygamber'in İslâm
devleti'nin vatandaşları kabul ettiği, bu sebeple de kendileri ile
anlaşma yaparak can ve mal güvenliklerini sağladığı, din ve vicdan
hürriyetlerini tanıdığı Yahûdi kabilelerinden Kaynukâ oğulları'nın
serkeşlikleri ortaya çıktı. Bedir * savaşının sonucu karşısında
duydukları üzüntü, Kureyşlilere ulaştırdıkları taziyeler, ikaz ve
nasihatlara karşı serkeş tavırları ve bütün bunlara ilave olarak
müslümanların ırz ve namuslarına tasallut edip bir de müslümanı
öldürmeleri, Medine'den onların sürülmeleri neticesini doğurdu
(2/624). Böylece İslâm devleti bizzat içte önemli bir tehlikeyi ve bir
çıbanbaşını bertaraf etmiş oluyordu.
Bunu izleyen yıllarda vukû bulan ve İslâm tarihi kaynaklarının bütün
teferruatı ile naklettiği Uhud *, Benû'n-Nadir *, Benül-Mustalık *,
Hendek *, Benû Kureyza *, Hayber *, Mekke fethi *, Huneyn *, ve Tebûk
* gibi büyük gazveler başta olmak üzere Hz.Peygamber'in bütün
seferleri ile çıkarılan bir seri seriyye hep İslâm devletinin giderek
daha da güçlenmesini sağlamıştır. Ayrıca bütün bu seferler ve
muhârebeler, Hz. Peygamber'in eşsiz bir komuta gücüne, büyük bir sevk
ve idâre kabiliyetine, ölçülmez bir cesaret ve şecâata sahip olduğunu
ispatladı. Yalnız bizzat Hz. Peygamber'in hadislerinde: "...Ben rahmet
peygamberiyim, ben harp peygamberiyim " (İbn Hanbel IV, 395; V, 405)
şeklinde ifadesini bulduğu gibi, zaruri olduğu zaman harp peygamberi
olan Hz. Muhammed (s.a.v.), aslında sulhü harbe daima tercih ediyordu.
Hz. Peygamber'in duyduğu sulh arzusu, hicretin altıncı yılı sonlarında
Kureyş'le imzalanan Hudeybiye Musâlahası'nda Kureyş'in ileri sürdüğü,
ilk bakışta müslümanlar açısından çok ağır görünen ve hattâ Hz.
Ömer'in dilinde ifadesini bulduğu üzere Ashâbı kirâm tarafından
"zillet" gibi kabul edilen bir takım şartlar O'nun kabûlünü
gerektirmişti. Gerçekte bu şartlar daha sonra tamamıyla müslümanların
lehine dönüşmüş ve Hudeybiye barış anlaşması "apaçık bir fetih"olmuştu
(el-Fetih, 48/1 âyetinde bu hususa işaret olunmaktadır). Bu barış
sayesindedir ki Kureyş'in İslâm'a düşmanlıkta baş çeken reisleri İslâm
saflarında yer almaya başladı. Yine bu musâlaha sayesindedir ki,
İslâm'ın sesi baştan başa Arap Yarımadası'na ulaştığı gibi Bizans,
İran, Habeşistan ve Mısır gibi güçlü ülkelere iletitdi ve cihanşümül
İslâm daveti hızla ilerlemeye başladı.
Bu arada Hicretin sekizinci senesinde Mekke'nin fethedilmiş olması ve
Mekke halkının tamamıyla İslâmiyet'i kabul etmeleri sebebiyle
müslümanlara hac etme imkânı doğmuştu. Ancak Arap Yarımadası'nda hâlâ
mevcut müşrik Araplar da kutsal bir ibâdet sayarak Mekke'ye hac
yapmaya geleceklerinden ve hac sırasında câhiliye âdetlerini irtikap
edeceklerinden Hz. Peygamber müşriklerle bir arada bizzat kendisi hac
yapmayı uygun bulmadı. Fakat haccetmek isteyenlere de engel olmayarak
başlarına Hz. Ebûbekir'i hac emîri tâyin etti. İşte böylece hicretin
dokuzuncu yılı hac mevsiminde bazı sahabiler haccetmek üzere
Medine'den yola çıkmışlardı; ki, Hz. Peygamber'e Tevbe (Berâe)
Sûresi'nin ilk otuzaltı âyeti nâzil oldu. Bu âyetler müşriklere
verilecek bir ültimatom ve notayı ihtiva ediyor; bundan böyle hac
içinde olsa hiç bir gayri müslimin Mekke harem bölgesine giremeyeceği,
eskiden câhiliye döneminde Arapların yaptığı şekilde Kâbe'nin
çırılçıplak tavâf edilmesi âdetinin kaldırıldığı; İslâm devleti ile
andlaşması bulunan müşrikler ile münasebetlerin antlaşma süresi
doluncaya kadar andlaşmada belirlenen esaslar içerisinde
sürdürüleceği, antlaşma süresi dolunca yeni bir antlaşma cihetine
gidilmeyeceği ve bu durumdaki kabilelerin ya müslüman olmak ya da
İslâm'a düşmanlığı kabul etmek şıklarından birisi ile karşı karşıya
kalacakları, antlaşması olmayan veya süresinden evvel antlaşmayı
bozmuş olan müşrik Araplara ise dört aylık bir mühletin verildiği, bu
mühletin sonunda bu kabilelerin de ya müslüman olmayı ya da İslâm'a
düşmanlığı kabul durumunda olacakları hükümlerini getiriyordu. İşte bu
hükümler, yapılan hac sırasında Arap Yarımadasının muhtelif
yerlerinden hac etmeye gelmiş farklı kabilelere mensup müşrik
Araplara, Hz. Peygamber'in görevlendirdiği Hz. Ali tarafından tebliğ
edildi. Bu ültimatomu alan müşrik Araplar hac sonrasında
memleketlerine döndükleri zaman tüm kabile mensupları ile bir durum
değerlendirmesi yaptılar ve bu sıralarda Hz. Peygamber'in gönderdiği
İslâm'ı tebliğ eden gruplara ve görevlilere İslâm'ı kabul ettiklerini
bildirerek İslâm devleti'nin hâkimiyetine girdiler. Böylece Hz.
Peygamber hicretin onuncu senesinde İslâm dinini ve İslâm hâkimiyetini
baştanbaşa tüm Arap Yarımadası'na ulaştırmış, görevini lâyıkıyla
yerine getirmiş oluyordu.
Tamamlanan İslâm İnkılâbı ve Hz. Peygamber'in Vefatı:
Zamana ve zemine uygun bir şekilde nerede nasıl hareket edeceğini
gayet mükemmel hesap eden ve plânlı bir strateji uygulayan Hz.
Muhammed (s.a.v.), yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede tarihte eşine
rastlanılmayacak büyük bir inkılâbı gerçekleştirmişti. Kırk yaşında
peygamberlik görevine başladığı zaman yapayalnızdı,. güçsüzdü, maddi
imkânları yoktu. Buna mukâbil, mücâdeleye giriştiği toplum, tasawur
edilebilecek en aşağı seviyede bulunuyordu. Müşriklerin inanç ve
ibadetleri son derece mantıksıı ve gülünçtür; ahlâk telâkkileri
müptezeldi; hak, adâlet anlayışları zulmün göstergesiydi; menfaatler
her şeyin üstünde tutuluyordu. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber'in
yılmadan yorulmadan, büyük bir azim ve iştiyakla yürüttüğü İslâm
daveti, yirmiüç senede öyle bir sonuç verdi ki; artık o dönemden
"Asr-ı Saâdet" "Saâdet asrı" diye bahsetmek gerekecekti. Hz. Peygamber
gerçekleştirdiği bu büyük inkılâbın heyecanı ve görevini lâyıkıyla
yapmış olmanın huzur ve mutluluğu içerisinde kendisine iman edenleri
hicrî onuncu senenin hac mevsiminde hac yapmak üzere Mekke'de
topladığı zaman, genellikle kabul edildiğine göre, etrafında 114.000
sahâbi vardı. Bu hac, Hz. Peygamber'in son haccı olduğu için ve
yaptıkları konuşmalarında bir bakıma ashâbına vedâ ettiğinden "veda
haccı" diye adlandırılmıştır. Bu haccın yerine getirilişi sırasında
Peygamber Efendimiz, muhtelif ibadet yerlerinde yaptığı konuşmalarında
başlangıcından o güne kadar tebliğ ettiği hak dinin temel esas ve
prensiplerini öz ve veciz ifadelerle, etrafım çevreleyen ashâbının
şahsında bütün ümmetine son bir kez daha takdim ediyor ve Rabbinden
"dinin artık tamam olduğu" mesajını alıyordu (el-Maide, 5/3).
Hz. Peygamber, Vedâ haccı'ndan Medine'ye döndükten sonra Üsâme b. Zeyd
komutasında bir orduyu Bizans üzerine sevketmeye niyetlendi ve genç
komutanını çağırarak gerekli tâlimâtı verdi. Ancak ordunun sefer
hazırlıkları yapılırken Hz. Peygamber'in başlayan rahatsızlığı gün
geçtikçe şiddetlendi ve O'nu bîtâb bir şekilde yatağa düşürdü.
Hastalığının ilk günlerinde namaz vakti olduğu zaman mescide çıkıp
ashâbına namaz kıldırıyordu. Ama 8 Rebîulevvel perşembe günü akşam
üzeri geçirdiği bir baygınlıktan sonra o günün yatsı namazından
itibaren imamlık, Hz. Peygamber'in emri ile Hz. Ebûbekir'e havâle
edildi. Hicrî onbirinci yılın 12 Rebîulevvel pazartesi günü kuşluk
vaktinde de kelime-i tevhid getirerek ve Rabbini kasıtla: "... Yüce
dosta!" diyerek Rabbine kavuştu.
Hz. Peygamber'in cenazesinin hazırlanması, yıkanması, kefenlenmesi
işlerini Hz. Ali, Hz. Abbâs, Abbâs'ın oğlu Fazl, Üsâme b. Zeyd gibi
yakınını yerine getirdi. Peygamberlerin vefat ettikleri yerde
defnolunacaklarına dair Hz. Ebûbekir'in rivayet ettiği bir hadis
dolayısıyla, Hz. Peygamber'in vefat ettiği Hz. Âişe'nin odasında bir
kabir kazıldı. Bu arada Ashâb-ı kirâm grup grup gelerek Rasûl-ü Ekrem
için cenâze namazı kıldılar. Oda küçük olduğundan küçük cemaatlar
halinde kılınan cenâze namazı bir hayli uzun sürmüştü. Bu sebeple Hz.
Peygamber'in nâşı ancak çarşamba günü gece vakti kabre indirilebildi.
Peygamber Efendimiz vefat ettiklerinde 63 yaşında idi.
Hz. Peygamber'in Vücut Özellikleri:
Hz. Peygamber, uzuna yakın orta boylu, pembemsi nûranî beyaz tenli
olup iri yapılı idi. Ama şişman değildi ve göbeği göğüs hizasından
taşmazdı. Uyumlu ve dengeli bir vücuda sahip olan Hz Peygamber'in başı
irice olup O'na ayrı bir güzellik ve heybet veriyordu. Saçları kumral
olup düz ile kıvırcık arasındaydı ve kulak yumuşağına kadar uzanırdı.
Saçını çoğu zaman tam ortasından ayırarak iki yana doğru tarardı.
Muntazam ve gür bir sakalı vardı. Saç ve sakallarındaki beyaz tel
sayısı vefat anlarında yirmiyi bulmuyordu. Saç ve sakal bakımını aslâ
ihmal etmez, yanında devamlı tarak bulundururdu. Kaşlarının arası
hafif aralıklı, gözleri siyah, burnunun üst tarafı gayet itidâl üzere
yüksekçe,dişleri muntazam ve tertemizdi. Devamlı misvak kullanırdı.
Omuzlarının arası genişçe, omuz başları kalın, el ve ayakları enlice
idi. İki kürek kemiği arasında, keklik ya da güvercin yumurtası
büyüklüğünde tüylerle kaplı kırmızımtırak bir ben vardı; ki, bu ben,
peygamberlik mührü idi. Yürürken adımlarını düzgünce kaldırarak atar,
sanki yokuştan iniyormuşçasına önüne hafifçe eğilerek hızlıca yürürdü.
Peygamber Efendimiz, bedeninin, giyeceklerinin, yiyeceklerinin ve
çevresinin temizliğine büyük bir önem ve itinâ gösterirdi.
Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve Ahlâkı:
Peygamber Efendimiz, bedenen olduğu kadar ahlâk ve şahsiyeti
itibâriyle de insanların en mükemmelidir. Bu hususta yüce Rabbimiz
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Şüphesiz ki sen, büyük bir ahlâk
üzeresin " (el-Kalem, 68/4). Bizzat Hz. Peygamber; "Ben, ancak
güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur (Muvatta',
Husnü'l-Hulk, 8). Biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz çocukluğundan beri
Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi altında idi. Bu sebeple O;
"Beni Rabbim terbiye etti ve güzel terbiye etti" buyurmuş (Süyûti,
el-Câmiu's-Sağîr I/14); hayatı boyunca gayri İslâmî ve gayri insânî
hiç bir söz, davranış ve fiil ondan sâdır olmamıştır.
Peygamberliğinden önce de doğru sözlülüğü, dürüstlüğü, ahde vefası,
yardımseverliği ve her türlü güzel ahlâkı ile takdirler kazanan ve
Kureyşliler tarafından "el-Emîn = güvenilir kişi" ünvanına
lâyık görülen Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamberliğinden sonra da
Rabbinin Kur'an'la mü'minlere ve bütün insanlara emrettiği tüm ahlâkî
değerlere sımsıkı sarılmış ve bunları büyük bir titizlikle harfiyyen
yerine getirmiştir. Bu bakımdan mü'minlerin annesi Hz. Âişe'ye Ashâb-ı
kirâm'dan birisi Hz. Peygamber'in ahlâkını sorduğu zaman, Hz. Âişe;
"O'nun ahlâkı Kur'an idi" diye cevap vermişti (Müslim, Müsâfirîn
136).
Peygamber Efendimiz, Allah'ın Rasûlü ve İslâm devleti'nin başkanı
olarak yönetimi elinde bulundurmasına rağmen, son derece mütevâzî ve
samimi idi. Daima sâde bir hayatı tercih ederdi. Giyinişi, ev düzeni,
yiyecekleri, tüm yaşayışı sâde idi. Zengin-fakir, küçük-büyük herkesle
ilgilenir; hakka uygun olmak kaydıyla kendisine yapılan hiç bir
mürâcaatı boş çevirmez, meşrû istekleri mutlaka yerine getirirdi. Son
derece cömert ve iyilikseverdi. Hiç kimseye kötülük yapmaz, kimsenin
kötülüğünü istemez, kimse hakkında kötü söz söylemez, kimsenin gönlünü
kırmaz, şahsiyetini rencide etmez, kimseyi hor ve hakir görmezdi.
Şayet kızar ve öfkelenirse; bu, şahsı açısından olmayıp Allah içindi.
Sevdiği, beğendiği, razı olduğu şeyleri de Allah rızası için severdi.
Cesaret ve şecâat, sabır, azim ve ümit, müsâmaha ve iltifat, şefkat ve
merhamet, O'nun belirgin ahlâkî özellikleri idi. Peygamberlerin temel
vasıflarından birisi olarak parlak bir zekâya, keskin bir kavrama
gücüne, eşsiz bir muhâkeme kudretine, süratli bir intikal kabiliyetine
sahipti. En tehlikeli ve kritik anlarda dahi çaresizliğe düşmez,
yapılabilecek en uygun davranışı uygular ve Cenâb-ı Hakk'a tevekkül
edirdi.
İdâreci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kur'ân-ı Kerîm'in ihtivâ ettiği âyetler ve İslâmiyet'in mâhiyeti,
insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da
tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber, teşekkül ettirdiği İslâm
cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye
hicretten itibâren varlık kazanan İslâm devleti'nin ilk başkanı
olmuştu. Hz. Peygamber'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve
özellikleri o andan itibâren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Tâbilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen,
Peygamber Efendimiz devlet yönetiminde câhiliye döneminin aksine,
tebeası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan,
yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılap gerçekleştirmiştir.
Câhiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idâre eden kabile
reisine kayıtsız şartsız bağlanarak haklı-haksız her hususta ona
itâata mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz
hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz ise devlet
yönetiminin temel esası olarak istişâreyi kabul etmiş, Cenâb-ı Hak'tan
emir almadığı her hususta mutlaka ashâbıyla istişâre ederek durumu
onların müzâkeresine açmıştır. Adâlet ve hakkâniyet ölçülerine uyma,
O'nun kaçınılmaz prensiplerinden idi. Adâlet önünde soy, mevki, makam,
mal, mülk gibi farklılıklar gözetmez; hakkın yerini bulmasına gayret
gösterirdi. Kendisine, hırsızlık yapmış eşraftan Fâtıma adlı bir kadın
getirilmiş ve bazıları aracılık yaparak cezayı hafifletmek
istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz öfkelendi ve
"Hırsızlık yaparak getirilen, kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim"
buyurdu (Buhârî, Hudüd 12; Müslim, Hudûd 8,9). Devlet idaresi için
çeşitli kademelerde görevli tâyininde ehliyet ve liyâkat esasına
riâyet eder; lâyık olan kişileri yaşları küçük olsa da, soylu
ailelerden olmasalar bile görevlendirirdi. Hak olan hususlarda
kendisine ve görevlilerine itâat edilmesini ister; ancak hakka ve
hakikata uymayan konularda tebeanın itâat mükellefiyetinde
olmadıklarını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde emîre
itâatı gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler
olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilâkis onların
içinden, aralarından biri idi.
Hz. Peygamber'in devlet yönetimi, İslamî esasların bizzat kendisi ve
tümü idi. Pek çok Kur'an âyetinde ifâde edildiği üzere (el-En'âm,
6/57, 62; Yûsuf 12/40, 67; el-Kasas, 28/70, 88), İslâm idare
sisteminde hâkimiyet, hükümranlık, hüküm ve tam idâre Allah'a ait idi.
Kanun koyma yetkisi de, bu bakımdan öncelikle Allah'ın vahiylerini
ihtivâ eden Kitâb'a, yâni Kur'ân-ı Kerim'e mahsus bulunuyordu. Bizzat
Hz. Peygamber ise ikinci sırada kanun koyucu durumundaydı. Dinî
meselelerde Hz. Peygamber'in getirdiği hükümler ya Cebrâil vâsıtasıyla
Cenâb-ı Hak'tan aldığı, ama Kur'an'da yer almayan emirlere (vahy-i
gayr-i metlüvv), dayanıyordu ya da bizzat kendi kararları idi. Ama
bizzat kendisine ait bu kararlarda Hz. Peygamber'in bir yanılgısı söz
konusu ise derhal Cenâb-ı Hak tarafından ikaz ve tashih ediliyordu.
Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed (s.a.v.), toplumda
müslümanlar arasında veya İslâm devleti'nin tebeası durumunda bulunan
gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, davâ konusu olan
problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davâcıyı olduğu kadar
davâlıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor,
getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan,
sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa
zamanda çözüme bağhyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına
büyûk hassâsiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan
konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm
vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı
halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini
almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davâların halini
bazan ashâbının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere
tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye
taalluk eden meselelere bakıyorlardı.
Eğitimci Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. Peygamber'in temel
görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu
söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim
olarak gönderildim" buyurmuştur (İbn Mâce, Mukaddime 17). Hz.
Peygamber'in eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin
kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak
faydalı hâle gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenâb-ı
Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (Tâhâ,
20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda
çaba sarfederken, diğer taraftan; "Allahım, bana öğrettiğinle
faydalanmayı nasîbet!" (İbn Mâce, Mukaddime 23) diye yakarıyor;
"Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de
bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.
Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashâbını Medine'ye hicretten
önce Mekke döneminde Dâru'l Erkam'da, Hicretten sonra da
Mescidü'n-Nebî'de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime
tâbi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden;
Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında,
harp halinde iken vesâir durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat
ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin
şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kâbiliyet ve kapasiteleri Hz.
Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz,
kendisi hâricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti.
Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilâveti, temel dinî bilgiler,
hayatta uygulanacak pratik mâlumât bu şekilde öğretmenler tarafından
veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son
derece düşük olduğundan, yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk
yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifâde etmekte
bir beis görmemişti. Meselâ Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen
esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine
kavuşabilmeleri için, on müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart
koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere
Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz
kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece
kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor,
sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz.
Âişe başta olmak üzere Rasûlüllah'ın zevceleri ve Ashâbın âlim
hanımları öğretim faâliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı
oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüı o sırada
okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere
bir görevli tayin etmişti.
Komutan Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Kureyş müşrikleri başta olmak üzere İslâm düşmanlarının faaliyetleri
ve İslâm'ın varlığına müsaade ve müsamaha göstermeyen tavırları,
İslâm'ın yeterli bir güç ve otoriteye kavuştuğu Medine'ye hicretten
itibâren düşmana karşılık vermeyi gerekli kılmış ve bunun bir sonucu
olmak üzere, Hz. Peygamber'in hayatında savaşlar, kaçınılmaz olarak
zaman zaman ortaya çıkıp hayatının sonuna kadar devam etmişti. Bu
sebeple tertiplenen askerî seferler göstermiştir ki; Hz. Peygamber
fevkalâde yüksek bir komuta güç ve dirâyetine, eşsiz bir askerî
kâbiliyete sahip idi. Savaş usûl ve taktikleri, hücum, savunma ve
manevra şekilleri konusunda mükemmel bilgileri, savaş araç ve
gereçleri hususunda yeni gelişmeleri tâkip ederek başarı ile uygulama
hassâsiyeti vardı. Son derece cesaretli ve şecâatli olduğundan Uhud ve
Huneyn gazvelerinde olduğu gibi savaşın en hararetli ve kritik
anlarında şiddetli düşman hücumları karşısında Ashâbın tereddüte
düştüğü, bazılarının dağıldığı sıralarda bile sebat gösterir, en
tehlikeli anlarda ashâbı O'nun yanına sığınarak kendilerini
korurlardı. Son ana kadar savaşın kesin sonucu bilinemeyeceğinden,
düşmanın muzaffer göründüğü durumlarda bile metânetini kaybetmez ve
akl-ı selîm ile düşünerek dağılan kuvvetlerini toplayıp karşı taarruzu
gerçekleştirerek üstünlük sağlardı. İstihbârâtın askerlikteki önemini
gayet iyi bildiğinden cihad öncesinde, savaş sırasında ve sonrasında
düşman faaliyetleri konusunda bilgiler toplamaya özen gösterir, küffar
arasında devamlı istihbârât elemanları bulundururdu. Zaman zaman bu
maksatla ve çevre emniyetini sağlamak üzere keşif kolları da
çıkarmıştır. Sefer sırasında, özellikle mola verildiği anlarda ani bir
düşman baskınından emin olabilmek üzere nöbetçiler çıkarır,
Müslümanların birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak ve morallerini
takviye etmek üzere savaş sırasında kullanılacak ve İslâmi unsurlar
içeren parolalar belirlerdi. Ayrıca Hz. Peygamber'in her gazvesinde ve
çıkardığı her seriyesinde sancak ve bayraklar kullanılmıştır. O'nun
yaptığı savaşlarda düşmanı tesirsiz hale getirecek baskın ve pusulara
yer verildiği gibi, gerektiğinde düşman kuvvetlerin arasını açacak bir
takım hilelere de başvurulabiliyordu. Özellikle soğuk harple düşmanı
yıpratma, psikolojik baskı altına alarak moral olarak mağlup etme ve
böylece direnme gücünü kırma usûlü Hz. Peygamber tarafından
uygulanmıştır. Böylelikle mümkün olan en az ölçüde kan dökülerek
düşman etkisiz hale getirilmiş oluyordu. Esasen Hz. Peygamber kan
dökmekten asla hoşlanmazdı. Başlangıçta savaşın çıkmaması için üzerine
düşen tüm çabayı sarfediyor, sulh yollarını deneyip bu hususta düşman
tarafa mutlaka teklifte bulunuyordu. Bu bakımdan Hz. Peygamber
nazarında sulh asıl olup; harp, geçici idi. Yalnız Hz. Peygamber'in
sulh anlayışı, çevrede hakim batıl güçlerin, idâresi altında bulunan
halk üzerinde baskı kurarak, sultalarını sürdürüp zulüm ve haksızlık
icrâ etmelerine seyirci kalmayı; insanların inanç ve düşünceleri
sebebiyle tâkip altında tutulup baskıya, eziyet ve işkencelere mârûz
bırakılmalarına göz yummayı gerekli kılmıyordu. Hz. Peygamber'in sulh
anlayışına göre; insanlar inançlarını belirlemede tamamıyla serbest
tutulmalı, hür irâdeleri ile diledikleri iman çizgisini hiç bir baskı
söz konusu olmaksızın bizzat kendileri belirlemeli idiler. Elbette
insanlara hak ve hidayet yolunu gösterecek İslâm tebliğcileri de bu
sulh vasatında hak ve hakikatın apaçık delillerini insanlara
anlatarak, onları gerçeklere eriştirme görevini yerine getirecekler,
ama hiç kimseyi İslâm'a girme konusunda zorlamayacaklardı. Ne var ki
hakkın varlığım hazmedemeyen bâtıl gücün temsilcileri İslâm'ın bu
şekilde sulh içinde tebliğine engel olduklarından ve inananları
baskılar altında tutarak onlara hayat hakkı tanımadıklarından, Hz.
Peygamber açısından harp kaçınılmaz oldu. Bu durumunda bile Hz.
Peygamber kan dökülmesini istemiyor, bu konuda gerekli tedbirleri alıp
lüzumlu emir ve tâlimatlarını veriyordu. Meselâ düşmanla karşı karşıya
gelinip harp vaziyeti alındığı bir sırada dahi harp başlamadan önce
düşman kuvvetlerini İslâm'ı kabul etmeye mutlaka çağırır, bu teklif
reddedilince sulha davet edip andlaşma yapma yolunu deneyerek savaşa
sebebiyet vermemek ister; yaptığı barış ve itaat önerileri kabul
edilmeyince savaşa artık düşman taraf sebep olduğu için çaresiz
karşılık verirdi. Ayrıca düşman saldırmadan, saldırıya geçmeme; harp
sırasında harbe katılmayıp geride kalan kadınlara, çocuklara,
ihtiyarlara, din adamlarına dokunmama; savaş anında düşmanın hayati
organlarını değil, el, ayak, bilek, dirsek, diz gibi mafsallarına
hamlede bulunarak onları öldürmeksizin hareket kabiliyetinden mahrum
edip etkisiz hale getirme; esir olup emân dileyene emân verme;
câhiliye döneminde olduğu gibi düşman ölülerinin gözünü oyup kulağın:
burnunu kesip parmaklarını doğrayıp karnını yararak intikam
duygularını tatmin etme yoluna gitmeme; yine câhiliye devrinde sırf
intikam olsun ve kalan düşmanlara sıkıntı versin diye maktûl düşen
düşman ölülerini kızgın arazide kokuşup yırtıcı hayvanlara yem olarak
bırakma şeklinde icra edilen gayr-i insânî uygulamanın terkedilerek
düşman ölülerinin de defnedilmesi gibi emirleri, O'nun komutasında
cereyan eden muharebelerde ve çıkardığı seriyyelerde verdiği tâlimat
arasında yer almaktadır.
Âile Reisi Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)
Hz. Peygamber, henüz gençlik yıllarında yirmi beş yaşında iken
Mekke'de Hz. Hatice ile evlenerek bir aile yuvası kurmuştu. O
sıralarda birden çok kadınla evlenmek, Araplar arasında son derece
yaygın bir âdet olmakla beraber Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice vefat
edinceye kadar başka bir kadınla evlenmemişti. Hz. Hatice vefat ettiği
zaman Peygamber Efendimiz elli yaşında idi. Daha sonraki yıllarda özel
bir takım sebep ve hikmetlerle Hz. Peygamber birden çok kadınla
evlendi. Bu evliliğin sebeplerini, İslâm düşmanlarının yaptığı gibi
nefsânî ve şehevânî arzulara bağlamak aslâ doğru değildir. Çünkü Hz.
Peygamber'in çok evliliği iddiâ edildiği gibi böyle bir sebebe bağlı
olsaydı, bu evliliklerin Hz. Peygamber'in söz konusu arzuyu daha
ziyâde duyacağı gençlik yıllarında ve ilk evliliğini hemen takip eden
seneler içerisinde cereyan etmesi gerekirdi. Halbuki Hz. Peygamber,
tam yirmi beş yıl sâdece Hz. Hatice ile evli kalmış, onun vefatından
sonra kendisi elli yaşını geçmiş olduğu halde şartlar gerekli kıldığı
için yeni evlilikler yapmıştı. Bazan evlilik dolayısıyla temas kurulan
ve yakınlık sağlanan yeni kitlelere İslâm'ın iletilebilmesi düşüncesi,
bazan evleneceği zeki, kâbiliyetli ve bilgili eşi vasitasıyla
kadınları İslâmi esaslara göre daha rahat eğitebilme arzusu, bazan
savaş dolayısıyla ortaya çıkan şiddetli düşmanlık ve kini onlar
arasından evlilik yaparak bertaraf edip muhâtap kitlelerini celbetme
lüzumu, bâzan İslâm hukûkunun getirdiği yeni bir hükmü bizzat Hz.
Peygamber'in tatbik ederek topluma örnek olma zorunluluğu gibi dinî,
siyâsî, hukûkî, sosyal bir çok sebep ve hikmet Hz. Peygamber'in çok
evlenmesini gerekli kılmıştı.
Peygamber Efendimizin zevcelerinin toplam sayısı on bir olup şunlardı:
Hatice bint Huveylid, Sevde bint Zem'a, Âişe bint Ebûbekir, Hafsa bint
Ömer, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme bint Ebû Ümeyye, Zeyneb bint
Cahş, Cüveyriye bint eIHâris, Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân, Safiyye
bint Huyey ve Meynûne bint el-Hâris. Reyhâne ve Mâriye ise câriyeleri
idi.
Hz. Peygamber'in zevcelerinden Hz. Hatice, Mekke'de peygamberliğin
onuncu yılında, Zeyneb bint Huzeyme ise Medine'de Hicretin dördüncü
yılında vefat etmişti. Bu sebeple Peygamber Efendimizin bir arada
dokuz eşi bulunmuş ve bu sayıya da vefatına yakın bir zamana varıncaya
kadar uzun bir sürede evlilik zarûreti çıktıkça aralıklarla
ulaşılmıştır. Hz. Peygamber'in bu zevcelerinden Hz. Aişe
dışındakilerin tamamı Rasûlullâh ile evlendikleri sırada dul idiler ve
pek çoğunun eski eşlerinden çocukları vardı; üstelik çoğu yaşlı da
idi. Bu durum da, Hz. Peygamber'in evliliğini gerekli kılan özel bir
takım sebep ve hikmetlerin mevcut olduğunun delilidir.
Hz. Peygamber'in hanımlarının Mescid'e bitişik olarak inşa edilmiş
birer odaları vardı. Peygamber Efendimiz her gün sıra ile bir eşinin
yanında kalırdı. Hepsine karşı güler yüzlü davranır, ilgi gösterir, ev
işlerinde onlara yardım eder, söküklerini kendisi dikiverir,
aralarında adâletle muâmelede bulunur, hiç birine diğerinden ayrı
davranmazdı. Zaman zaman onlarla şakalaşır, gönüllerini alırdı. Hayatı
boyunca Hz. Peygamber'den hanımlarına karşı kötü bir söz veya davranış
sadır olmamıştır.
Peygamber Efendimiz, hizmetinde bulunan görevlilere, karşı da asla
sert ve haşin davranmaz; kendi yediklerinden onlara da yedirir,
giydiklerinden onlara da giydirirdi. Küçük birer odadan ibâret olan
hâne-i saâdetleri son derece sâde, ama temiz idi. Bazan bir hasır,
bazan yünden dokunmuş bir ihram, bazan da içi hurma lifleri ile
doldurulmuş deri kaplı bir yatak Hz. Peygamber'in oda döşemesini ve
yatağını oluşturuyordu. Her konuda olduğu gibi bu hususta da lüks ve
israftan kaçınarak sadeliği tercih eden Hz. Peygamber, bazı
zevcelerinde görülen daha iyi imkânlarla daha müreffeh bir yaşayış
arzu ve isteği üzerine Kur'an'da da temas edildiği üzere "Şayet
dünya hayatını ve süslerini istiyorlarsa bağışta bulunarak kendilerini
güzellikle salıvereceğini, ama şayet Allah'ı, peygamberini ve âhiret
yurdunu istiyorlarsa Allah'ın iyi davrananlar için büyük bir mükâfaat
hazırladığını.." (el-Ahzâb, 33/28-29) belirterek tavrını açıkça
ortaya koymuştu. Tabiî ki Hz. Peygamber'in zevceleri bu ikâz üzerine
beşer olma sıfatıyla bir an için içlerinden geçen daha rahat yaşama
arzu ve isteğini terkedip Hz. Peygamber'in yanında kalmayı ve O'nun
sade yaşayışına ortak olmayı dünya lüksüne tercih ettiler.
Peygamber Efendimiz, aile hayatında, özel yaşayışında ahlâkında, dini
tebliğinde, devlet idaresi ve askerî komutasında, eğitim ve
öğretiminde, kısacası tüm sözleri, hareketleri ve davranışlarında
bütün müslümanlar için güzel bir örnek idi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle
buyurdu: "Andolsun ki Rasûllâh'ta sizin için, Allah'a ve âhiret
gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel
bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).
Allah'ın salât ve selâmı O'nun üzerine olsun.
İstanbul - 17.08.2005
http://sufizmveinsan.com
|