[4-14,…..,21/654] : 652 - Muhammed İbnu Şihab ez-Zühri anlatıyor:
"Bana Abdurrahmen İbnu Abidllah İbni Ka'b İbni Malik nakletti:
Abdullah İbnu Ka'b -ki babası Ka'b gözlerini kaybettiği zaman
kardeşleri değil, kendisi babasına rehberlik etmişti- kavmi içinde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın ashabının hadislerini en iyi
bilen ve en iyi öğrenmiş olanıydı. Abdullah dedi ki: "Babam Ka'b İbnu
Malik'in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük seferine çıktığı
zaman, sefere katılmayışı ile ilgili hikayeyi kendisinden dinledi.
Şöyle anlatmıştı: "Ben Tebük gazvesi hariç Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın çıkardığı gazvelerden hiçbirine katılmamazlık etmemiştim.
Gerçi Bedir gazvesine iştirak etmedim. Ancak buna katılmayanlardan
kimseyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kınamadı. O seferde
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar savaşı değil,
Kureyş'in kervanını ele geçirmeyi düşünüyorlardı. Ne var ki Cenab-ı
Hakk bunlarla düşmanı beklenmedik anda karşı karşıya getirdi.
Ben Akabe
gecesinde İslâm'la müşerref olup ilk andlaşmayı yaptığımız esnada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la beraberdim. Ben Akabe'de hazır
bulunmayı Bedir'de hazır bulunmaya değişmem, halk Bedir gazasını Akabe
biatından daha çok ansa da.
Benim Tebük
seferinden geri kalışımla ilgili habere gelince, gerçekten ben hiçbir
zaman, o sıradaki kadar güçlü ve zengin olmamıştım. Allah'a kasemle
söylüyorum, daha önce hiçbir zaman iki devem olmamıştı. Ama o gazve
sırasında iki tane binmeye mahsus devem vardı. Bir de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) gazaya niyet etti mi mübhem ifadeler kullanarak asıl hedefi
belli etmezdi. Fakat bu gazvede öyle yapmadı. Çünkü Tebük seferi çok
sıcak bir mevsimde oluyordu. Uzak bir seferi ve tehlikeleri göze
almış, büyük bir düşmanı hedef edinmişti. Müslümanlar gazve
hazırlıklarını tam yapsınlar diye durumu bütün ciddiyetle açıklamış,
gidecekleri istikameti gizlemeksizin bildirmişti.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'la sefere katılacak Müslümanlar pek çoktu. Askerlerin
künyelerini kayıt defteri almıyordu. Kayıt defterinden maksat
künyelerin yazıldığı divandı." Ka'b (rivayetine devamla) der ki: "Pek
az kimse gözden kaybolmayı (katılmamayı) arzu ediyordu. Bunlar da
vahiy gelmedikçe, gizlendikleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
tarafından bilinilemiyeceğini zanneden kimselerdi.
Bu gazve, tam
meyvelerin erdiği, gölgelerin iyice tatlılaştığı bir zamana
rastlamıştı. Ben de meyve ve gölgeye düşkün bir kimseydim.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ve Müslümanlar yol hazırlığı yaptılar. Ben de onlarla yol
hazırlığı yapmak üzere sabahleyin evden çıkar (kararsızlık içinde)
hiçbir şey yapmadan geri dönerdim. Kendi kendime: "Bu da bir şey mi,
dilersem hazırlığı çabucak yapabilirim" diye teselli olur, avunurdum.
Bu hal böylece devam etti. Öyle ki, başkaları ciddi ciddi hazırlığını
tamamlamıştı.
Derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar yola çıktılar. Ben
hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Yine hazırlık için gittim geldim ama
bir şey yapmaya bir türlü elim varmıyordu. Bu hal de sürdü gitti.
Askerler sür'atle yol aldılar. Gazve elimden kaçtı. Yine de yola çıkıp
onlara kavuşmayı düşündüm. Keşke bunu yapsaydım. Bana bu da nasib
olmadı.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Medine'den ayrıldıktan sonra halkın arasına çıkınca gördüğüm
bir husus beni üzmeye başladı: Çarşı-pazarda benim gibi kalanlar
meyanında gördüklerim ya münafıklık damgasını yemiş olanlardı veya
zayıflıkları sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın mazur addettiği kimselerdi.
Öte yandan
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da beni Tebük'e varıncaya kadar
hiç anmamış. Orada kalabalığın arasında otururken: "Ka'b İbnu Mâlik ne
yaptı, (ondan ne haber var?)" diye sormuş. Benû Seleme'den birisi: "Ey
Allah'ın Resûlü, onu, yakışıklı iki elbisesi ve çalımla iki tarafına
bakması (Medine'de) hapsetti" demiş. Muaz da ona şu cevabı vermiş: "Ne
kötü konuşuyorsun. Ey Allah'ın Resulü Allah'a kasem olsun Mâlik
hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" demiş.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) sükût buyurmuşlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu
durumda iken, uzaktan beyazlara bürünmüş bir adamın silüetini görür
ve: "Bu gelen Ebu Heyseme olmasın!" der. Gerçektende o Ebu Heyseme
el-Sari'dir. Yani, sefer hazırlığı sırasında bir sâ'lık hurma verdi
diye münafıkların birbirlerine kaş-göz ederek istihza ettikleri zât".
Kâ'b (sözlerine
devamla) der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın Tebük'ten
ayrılıp yola çıktığı haberi bana ulaşınca keder ve üzüntüm tekrar
arttı. Bir yalan hazırlamaya başladım. "Yarın, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın öfkesinden, ne söyleyerek kurtulabilirim?" diyordum. Bu
hususta ailemde aklı başında herkesin fikrine müracat ediyordum.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın gelmesi yaklaştı dendiği zaman benden yanlış düşünceler
zâil oldu. İyice anladım ki, hiçbir yalan asla beni kurtaramaz.
Doğruyu söylemeye karar verdim. Derken Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir sabah Medine'ye geldiler. O, bir seferden dönünce ilk iş
olarak mescide uğrar, iki rek'at namaz kılar, ondan sonra halka
görünürdü. Bu gelişinde de namazını kılıp halkı kabul etmeye
başlayınca sefere katılmayıp geride kalanlar gelip özür dilemeye,
özürleri hususunda inandırıcı olmak için yeminler etmeye başladılar.
Bunlar seksen kadar erkekti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
onların özürlerini kabul ediyor, onlardan beyat alıyor, onlara
istiğfarda bulunuyor, işlerini Allah'a havale ediyordu.
Ben de geldim.
Selam verdim. Selâmımı işitince öfkeli öfkeli tebessüm etti ve "Gel"
dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum.
-"Niye geride
kaldın, sen (Akabe'de) biat edip itaatı sırtına almış değil miydin?"
dedi. Ben şu cevabı verdim:
-"Evet ey
Allah'ın Resulü! Ben senin değil de dünya ehlinden bir başkasının
yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı bir özür söyleyip, mutlaka
öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, Allah bana yeterli bir
ifade gücü vermiş bulunmaktadır. Ancak, Allah'a kasem olsun kesinlikle
inanıyorum ki, bugün sizi, benden razı kılacak bir yalan söylesem çok
geçmeden Allah sizi bana öfkelendirecektir. Size doğruyu söylesem bana
kızacaksınız. Ama ben de o hususta Allah'tan af dilerim. Gerçeği
söylüyorum, kasem olsun hiç bir özrüm yoktu. Vallahi başka hiç bir
vakit, sizden geri kaldığım zamanki kadar güçlü ve zengin değildim."
Benim bu
itirafım üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İşte bu doğru
konuştu" dedi ve bana da: "Kalk, Allah senin hakkında hükmedinceye
kadar bekle!" buyurdu. Ben de kalktım. Benû Seleme'den bir kısım
insanlar da koşarak beni tâkip ettiler ve bana:
-"Allah'a kasem
olsun bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan
geri kalan diğerlerinin yaptığı gibi Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın senin için yapacağı istiğfar bu günâhını affettirmeye
yeterdi" dediler."
Mâlik (devamla)
şunları anlattı: "Sonra: Benim vaziyetime düşen başka biri var mı?
diye sordum. "Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular.
Onlara da sana söylenen söylendi" dediler.
-"Mürâre İbnu'r-Rebî
el-Amiri ile Hilâl İbnu Ümeyye el-Vâkıfî (radıyallahu anhümâ)"
dediler. Bana çok sâlih iki kişi zikretmiş oldular. Bunlar Bedir
gazvesinde bulunmuş, nümune-i imtisâl kişilerdi. Bunların ismini
duyunca, geri gidip özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.
Derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanlara gazveye
katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine
halk bizden çekindi ve yüz çevirdi. Öyle ki yeryüzü bana yabancılaştı.
Dünya, önceden bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı.
Bu minval üzere
elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşım, halktan uzaklaşıp evlerinde
oturup ağlayarak vakit geçirdiler. Onlardan daha genç, daha güçlü olan
ben dışarı çıkıyor, namazlara katılıyor, çarşı pazar dolaşıyordum. Ama
kimse benimle konuşmuyordu. Bazan namazdan sonra, ashabıyla oturmakta
olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğrayıp selam veriyordum.
İçimden, "Acaba, benim selamımı alarak dudaklarını kıpırdatır mı?"
diye kendi kendime sorardım. Sonra yakınına durup namaz kılar, göz
ucuyla da ona bakardım. Namaza durunca bana baktığını da görürdüm. Ama
ben ona yönelecek olsam derhal benden yüzünü çevirirdi.
Müslümanların
cefasından çektiğim bu ızdıraplı hal uzayınca bir gün dayanamayıp
gittim. Ebû Katâde'nin bahçe duvarını aştım. O amcamın oğlu idi ve
herkesten çok severdim. Yanına varınca selâm verdim. Hayret! Vallahi
selâmımı almadı. Kendisine: Ey Ebu Katâde Allah aşkına söyle. Allah ve
Resulü'nü sevdiğimi bilmiyor musun? dedim. Sustu, cevap vermedi.
Tekrar Allah aşkına diye yemin verdim, yine konuşmadı. Üçüncü sefer
Allah adına yemin verdim. Bu defa:
"-Allah ve
Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı.
Geri döndüm, duvarı aştım."
Ka'b hikayesine
devamla der ki: "(Bir gün) Medine çarşısında yürürken Medine'ye buğday
satmaya gelmiş, Şam ahalisinden Nabâti bir fellâh: "Ka'b İbnu Mâlik'i
bana kim gösterecek?" diyordu. Halk beni ona gösterdi. Adam bana
yaklaştı. Gassan Kralı'ndan bir mektup getirdi. Ben okuma-yazma
bilirdim, hemen okudum. Mektupta şöyle diyordu: "Bana gelen habere
göre arkadaşın sana sıkıntı veriyormuş. Allah seni hakâret görmek,
sıkıntı çekmek için yaratmadı. Bize gel, sana iyi davranalım." mektubu
okur okumaz: "Bu da bir başka belâ" dedim. Tandıra götürüp attım ve
yaktım.
Nihayet bu
(boğucu) elli günden kırkı geçmiş, (hakkımızda) vahiy de gecikmişti.
Aniden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın elçisi geldi. Bana: "Resûlullah,
hanımını terketmeni emrediyor" dedi. ben: "Boşayacak mıyım, yoksa
başka şekilde bir terk mi?" diye sordum. "Hayır, boşamıyacaksın, ondan
ayrıl, sakın yaklaşma!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) aynı haberi diğer iki arkadaşıma da göndermişti. Hanımıma:
"Ailene dön, onların yanında kal, Allah bu meselede bir hüküm
bildirinceye kadar da orada bekle" dedim.
Hilâl İbnu
Ümeyye'nin hanımı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a müracaat
ederek: "Ey Allah'ın Resulü, Ümeyye İbnu Hilâl kendini kaybetmiş bir
ihtiyardır, hizmetçisi de yoktur. Ona hizmetini yapıversem bir mahzuru
var mı?" diye izin istemiş. Ve: "Hayır, hizmet edebilirsin, ancak
sakın yakınlaşmada bulunma" cevabını almış. Kadın da: "Hayır ya
Resûlullah! Vallahi, zaten onda kımıldayacak mecal kalmadı. Vallahi
cezalandığı günden şu ana kadar hiç ara vermeden habire ağlıyor" dedi.
Ailemden bazısı
bana: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip hanımın,
hizmetlerini yapıvermesi için izin istesen iyi olur. Nitekim o,
Hilâl'in hanımına hizmet etmesi için müsaade etti" diye tavsiyede
bulundu. "Hayır, dedim, böyle bir talepte bulunmayacağım. Bana ne
diyeceğini nasıl bilebilirim, ben genç bir kimseyim."
Böylece
sıkıntısı daha da artan on gece daha geçirdim. Konuşmaktan
yasaklandığımızın üzerinden tam elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah
namazını evlerimizden birinin damında kılmıştım. Ben Allahu Teâla'nın
hakkımızda belirttiği o dehşetli hâl içinde oturmuş duruyordum. Ruhum
sıkılmış, bütün genişliğine rağmen dünya daralmıştı. Sanki bir cendere
içerisindeydim. Bir ses işittim. Bu, Sel dağı üzerine çıkmış yüksek
sesle bağıran birinin sesiydi. (Dikkat kesildim: Bana sesleniyor ve):
"Ey Kâ'b İbnu
Mâlik müjde!" diyordu. Hemen secdeye kapandım. Hakkımızda bir
kurtuluşun geldiğini anlamıştım.
Meğer Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Cenab-ı Hakk'ın bizi affettiğine dair
müjdeli haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize
müjdelemek üzere koşuşmuş, bazıları da diğer iki arkadaşıma gitmişmiş.
Bir zat bana at koşmuştu, Eslemli biri de yaya olarak seğirtip dağa
çıkmış... Tabii ki ses, attan daha hızlı yol aldı.
Müjdeci sesini
duyduğum kimse bir müddet sonra bizzat yanıma gelince, derhal iki
parça elbisemi çıkarıp müjde bedeli olarak kendisine giydirdim. Yemin
olsun o gün için başka bir şeyim yoktu. Emanet iki giyecek te'min
ettim, onları giyip, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görmek
arzusuyla dışarı fırladım. Yolda halk grup grup beni karşılıyor. Cenab-ı
Hakk'ın affı sebebiyle tebrik ediyordu.
Bu minval üzere
Mescid'e geldim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) etrafını saran
ashabının ortasında oturuyordu.
Beni görünce
Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh) kalktı, bana doğru koşup
musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Yemin olsun, onun dışında
muhacirlerden başka kalkan olmadı."
Ka'b onun bu
samimi davranışını ömrü boyu unutmayacaktır.
Ka'b, (sözlerine
devam ederek) şunları söyledi: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
selam verince memnuniyetten ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle: "Müjdeler
olsun! Annenden doğalıdan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik
ederim" dedi. Ben hemen sordum:
"Ey Allah'ın
Resûlü, bu sizin bağışladığınız bir lütuf mu, Cenâb-ı Hak'tan gelen
bir lütuf mu?"
"Hayır,
Allah'tan gelen bir lütuf!" dedi.
Ka'b, ilaveten
dedi ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vech-i mübarekleri,
sürurlu anlarında, bir ay parçası gibi nurlanır ve parlardı. Biz, bunu
derhal anlardık.
Ben önüne
oturunca: "Ey Allah'ın Resulü! Mazhar olduğum bu af sebebiyle ne var
ne yok bütün malımı Allah ve Resulü'ne bağışlıyorum" dedim.
"Hayır, dedi.
Hepsi olmaz, bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlı."
"Ey Allah'ın
Resulü, biliyorum ki, Allah beni sıdkımdan, doğru sözlülüğümden dolayı
kurtardı. Benim tevbemden biri de artık, yaşadığım müddetçe hep doğru
söylemek olacaktır."
Allah'a yemin
olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bunu söylediğim günden
beri, doğru söz hususunda, Allah'ın bana lutfettiği ihsandan daha
güzeline mazhar olan birisini bilmiyorum. Yine Allah'a kasem ederek
söylüyorum, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a söz verdiğim günden
beri bir kerecik olsun yalan söylemeyi düşünmedim. Geri kalan ömrümde
de Allah'ın beni yalandan korumasını diliyorum."
Ka'b şunu da
söyledi: "Bizimle ilgili olarak Allahu Teâla şu ayeti indirmişti:
"And olsun ki,
Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken
Peygambere uyan Muhâcirler'le Ensâr'ın ve Peygamber'in tevbelerini
kabul etti. Tevbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu
için kabul etmiştir. bütün genişliğine rağmen dünya onlara dar gelerek
nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah'tan başka sığınacak kimse
olmadığını anlayan, (savaştan) geri kalmış üç kişinin tevbesini de
kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul
etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, merhametli olandır. Ey iman
edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!" (Tevbe,
117-119).
Ka'b şunu da
dermiş: "Allah'a yeminle söylüyorum, Allah beni İslâm'la
şereflendirdikten sonra, bana göre, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a söylediğim doğru sözden daha büyük bir nimet vermemiştir.
(Allah'ın bana lutfettiği birinci büyük nimeti İslâm'la müşerref
olmam, ikinci büyük nimeti de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
doğru söz söylememi nasib etmiş olmasıdır). Aksi takdirde, diğer yalan
söyleyenler gibi ben de helâk olacaktım. Nitekim Cenâb-ı Hak, vahiy
indirdiği zaman, yalan söyleyenler hakkında, bir kimse için
söylenebilecek en kötü şeyi söylemiştir. Allahu Teâla şöyle
buyurmuştur: "Döndüğünüzde, kendilerin çıkışmamanız için, Allah'a
yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler.
Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir.
Kendilerinden hoşnud olasınız diye, size yemin verirler. Siz onlardan
razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fasık kimselerden razı olmaz" (Tevbe,
95-96).
Kâ'b şunu
söyledi: "(Resûlullah Tebük seferinden döndüğü zaman, sefere
katılmayanlar gidip özür diledikleri, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın da, yemin etmeleri üzerine özürlerini kabul buyurup
kendileriyle bey'atlaşıp, haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerden,
biz üç kişi ayrı tutulmuş, (onların mazhar olduğu aftan istifade
edememiştik.) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizim işimizi, Allah
hakkımızda hükmedinceye kadar tehir etmişti. Hakkımızda gelen ayette,
Cenab-ı Hakk'ın: "..geri kalmış üç kişi.." sözünden kasıd, savaştan
geri kalmamız değildir, bu geri kalış Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'in hakkımızdaki hükmü geri bırakması, yemin ederek özür
dileyenlerin özrünü kabul ettiği kimselerden ayrı tutmasıdır."