“Her
gün, yeniden doğuyor.
Her doğan günde, yeni
bir şeyin başlangıcında olduğumuzu kabullenmemiz
gerekir.”
Bunu
her zaman hatırlayıp davranışlarımızda ölçü olarak
kabul etmek, yaşamımız için çok önemlidir. Eğer çağdaş
bir düşünceye ve evrenselliğe yaklaşım yapmak zorunluluğunu
hissediyorsak, eski yaşantımızı ve varsayımlarımızı bir
kenara bırakıp temiz bir mazi ile baş başa kalmayı
denemeliyiz. Bu nedenle, sürekli yeni gözlemler yapmak ve yeni
bir heyecan bulmak için, hatıraları bir kenara itip sanki ilk
kez karşılaşıyormuş gibi davranmak zorundayız.
Bunu
başarabilmek oldukça zordur; kabullenilebilmesi imkânsız
gibidir. İnsan, hayatını bir anda silecek özveriyi kendinde
nasıl bulabilir ki? Ama bulmak ve yapmak zorundadır. Çünkü vuslat,
ancak anılardan silkinip kurtulabilmekle mümkündür.
Samimi
bir şekilde söylüyorum; kimi zaman beynimin
köşelerine sıkışıp kalmış anıları
silmeye, yok etmeye gayret ederim.
Yerleşik
bir düşünce mahsulü olan anıların, hafızadan silinip çöpe
atılması zaruridir; çünkü bu tür hissedişler sınırlı,
insani bir duygu yaratmaktadır. Anılarla yaşayanlar, nasıl
da inişe geçtiklerinin farkında bile değildirler. “
Anılarda kalan, bulunduğu anı yaşayamaz. ”
derler. Çok hoşuma giden bir sözdür; daima kulağımda
küpedir.
Tasavvuf
ehli; daha çok içgüdülerine, gönül
bağlarına ve organik ilişkilere dayanan bu tür düşüncelerini,
bir mesnede dayanmayan inançlarını, hatıralarını silmek
zorundadır.
Örneğin;
tiyatroya ilk gidişimiz.... Veya okula başladığımız ilk gün,
tahsil hayatının son bulduğu an veya
annelerimize
sarılıp gitmek istemediğimizi, ama
mecbur olduğumuzu
mahzun bakışlarla anlattığımız o gün...
gibi.
Bu
olaylar aslında bize, daima kendimizle var olduğumuzu hatırlatan
duyuşlardır. Yaşantımızda “BEN,
SEN ve BİZ”
olma hallerinin devamlılığıdır.
İnsan,
kendine ters gelebilen bu posadan kurtulabildiği takdirde
“An’ı” yaşar.
Kolay bir şey değildir hatıraları silmek. Çok meşakkatli
çalışmaları gerektirir; ama sonuçta istenilen oluşur. Bu
hali yaşayanda “özlem”
denen duygu kalkar. Örneğin; “Nerede
olması gerekiyorsa, orayı terk etmeyecekmiş gibi yaşar.
Oradan ayrıldığında, yaşadığı yerler aklına bile
gelmez. Yeni yerine alışır, adapte olur.”
Bu durum bireysellikten kurtulmanın, bir anlamda ruhtaki
kayıtları silmenin ve özbenlikle yaşamanın işaretidir.
Hz.
Resulullah,
peşimizi bırakmayan, bizi anlamsız bir kültüre hapsedip düşünce
yetersizliğine ve büyük bir başarısızlığa sevk eden anıları
terk edememe hususunda, bakın nasıl bir uyarıda bulunuyor:
“
Ölmeden evvel ölünüz. ”
Şayet
hatıralar ve gelecek varsa,
o kimsenin birimselliği devam edecektir. Birimselliği yaşayan
ise, An’ı
değerlendiremeyecek, An’ı
değerlendirmekten mahrum olan da vahdeti ve kader ilmini algılayamayacaktır.
Yani bu durumu; basit gibi görünse de, iyi etüt
edildiğinde duyarlı bireylerin kesinlikle terk etmesi gereken,
önemli detayları olan olumsuz bir olgu olarak tanımlayabiliriz.
Ancak
karıştırılmaması gereken önemli bir nokta var: Geride kalmış,
ama orijinalliği sayesinde insan üretimine katkıda bulunacak
ve yaşamımızda yer tutacak bilgilerin, bırakın terk edilmeyi, tam tersine gün ışığına
çıkarılması gerekmektedir...
Onları,
hatıra gibi düşünmek doğru olmaz!..
Ben,
Nietzsche’nin “İnsan nasıl kendisi olur?”
sorusuna ancak bu şekilde bir yaklaşım yapılabileceğini
düşünüyorum.
İstanbul
- 04.07.2000
http://sufizmveinsan.com
29-11-2002
Akşam Gazetesi
|