na
hayranlığım, tamamen acziyetimin ifadesidir. Bu, bildiğiniz
mânâda bir acziyet...
Normal bir insanın onun yanında kendini hissedişi gibi...
Bir İnsanı Kâmil’in ortaya koyabildiği mânâlar
nisbetinde koyamadıklarını müşahede etmesini anlatan
acziyetten bahsetmiyorum.
Ona
olan düşkünlüğümü dile getirebilmek sadediyle ortaya
koyduğum şeylerle kendisine bir şey katamayacağımın da
bilincindeyim.
Sonsuz bir kum
sahili düşünün. Bu sahile bir kum tanesi ilave etseniz, sahilin sayısal değeri yükselebilir mi?
Bunu düşünmek bile saçmadır,
muhaldir.
Böyle bir önerim olsa dikkâte almaz “hadi canım sen de“
dersiniz değil mi?..
Benim
onu medhedişim ve onunla meşk halinde oluşum, işte bu türden
bir şey. Ama yine de ondan kopmadan meşk etmeli ve
hayranlığımı dile getirmeliyim.
Hem
neden getirmeyeyim ki?.. Mani olacak bir sebep
görmüyorum...
Zira,
kendimi ondan ayrı bir varlık olarak hissetmiyorum!..
Ben
şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, içimi okuyarak,
“Bu
nasıl düşünce, insanın kendinden nefret etmesi ne garip!”
derdin.
Sonra
bir dizi nasihat eder,
“Önce kendinle barışık olmayı öğrenmelisin” diye sürdürürdün
sözlerini.
“Kafanla,
düşüncelerinle, bedeninle barışık olmalısın,
kendinden nefret ederek bir yere varamazsın!..”
Ben
şaşırırdım...
Sen
nelere kadirsin!...
Şimdi seni daha iyi anlıyorum. Yaygın olduğun, kendini
hissettirdiğin dönemde sıkı bireysel bağlara yer yoktu.
Dostlukların önemi olmazdı.
Çünkü, sadece sen vardın.
“Sen” anılmadan edilemezdi.
Herkes sana hayran hayran bakar, gücü yeten katılmak ister,
yetmeyen ise dışarıda sus pus
oturur, ama sesini çıkaramazdı.
Sevgili
Tek, sen bir acaiptin!.. Alem senin gözünle varlığı
seyretmeyi diler, sen kendini seyrederdin.
Senin
olduğun yerde;
“Neden?”
“Niçin?”
“Nasıl
olur?”
“Acaba?”
gibi vehim dolu suallere, kuşkulara yer olmazdı.
Sonsuzdan gelip sonsuza giden
yaşamda yarın, küçücük bir paketti.
Sen
olduğunda yarınlar düşünülemez, bugünle yetinilir; bugünle
yetinen, yetindiğini yarınla yetinmeyene verirdi.
“İnsani”
olarak tanımladığımız özellikler, senin yanında değerini
yitirirdi.
“Bilinçli
yaratığın yeryüzündeki tek temsilcisi, tek türü İnsan”
olduğunu sen söylemedin mi?
Mekârimi
ahlâk ile populer ahlâkın aynı şey olduğunu düşünenlerin
yanılgı içinde olduklarını bu kavramların birbiriyle
ilgisi bulunmadığını
senin uyarıların sayesinde algılamamış mıydık?
İnsanın
yetenekleri arasında en önemli şeyin özünü bilmek olduğunu
bildiren, iyilik ve kötülüğün, güzel ve çirkinin, pis ve
temizin, doğru ve yanlışın
“eşref-i mahlukât “ olarak tanımlanan insan için izafî
değerler olduğunu anlatan sen değil miydin?
Allah
adına kimsenin söz söylemeye hakkının bulunmadığını,
konuşanların hâkim
olduğu toplumlarda hürriyetin söz konusu olmadığını bir
tek sen dile getirmiştin.
Hızını
alamayan nefsin sonunda zararlı çıkacağını bildirmiştin.
Senin
taifen yoktu. Yandaşın, önün-arkan da, tarafın da...
Senden başka bir başka sen de yoktu.
Senin diğer yanın da yoktu. Değişkenliğin, senin değişmen
değildi bildiğim kadarıyla.
Sen
kimseyi itham etmezdin. İtham etmene de asla bir sebep olmazdı.
Sevgin öylesine dolup tırmanır, yaşanırdı ki, seven /
sevilende yok olur, sevilen / sevende var olurdu...
Sevgin, düşman kabul etmezdi.
Ötelerde
de değildin, insanlar mutluydu. Seninle dolup taşar, seni yaşardı.
Seninle tezatlar ortadan
kalkar, ancak seninle düzlüğe çıkılır velhasıl,
seninle soluk verilirdi.
Seni
bir rüzgâr, bir bulut, bir zaman, bir ışın gibi tarif
etmeye çalışırdım. Şekilsiz, kayıtsız, sonu olmayan,
bana göre bir tarifti bu...
Sana ait bildiğim yegâne şey, sınırsız oluşundu.
İstediğim arzuladığım tek
şey de, senin gibi Tek olmaktı.
Sevgili Tek, sen olduğunda kabahat olmaz, sen yaşadığında
renk taşınmaz,
Sen varken ikilik bulunmazdı.
O
denli aşikârdın ki, bir
başkasına aktarılacak, şikâyet edilecek biri olamazdı.
Yukarıda
seni anmaya çalışıp
da hiç beceremediğim iri
lafların, güzel şeylerin
dışında bırakmamız gereken bir duygudan bahsetmek
istiyorum:
Dedikodu...
Oysa dedikodu, sonuçta
bir bireyin gündelik hayat pratiğidir. Nefes alıp vermek
gibi... Kimi yorumculara bakılırsa, kişiliğin temelinde o
vardır. Bazı düşünürler, dedikoduyu dünyanın en eski
huyu olarak kabul ediyorlar.
Aklın bile dedikodudan yola çıktığını sen söylemiyor
musun?
Neden birçok insan dedikodunun askeri
oldu, şimdi müptelası durumunda?
Sen
varken dedikoduya meydan vermezdin, fitnenin lafı bile
edilemezdi.
Ey
sevgili Tek, her şeyi
kasıp kavururken, kimse sana incinmez, bilakis bağlılığını
anlatırdı.
Sen
bir bütündün.
Sadece
sen vardın.
Her
yerde vechini gösteren, varlığını hissettiren...
Yüzüne
perde mi çektin tanınmamak için?
Seni
böyle görenler, az da olsa tanıyanlar şimdi kahroluyor...
Artık,
Ne Hallac’ın “enel hak” kelamı, ne Arabi’nin “sizin
taptığınız tanrı ayaklarımın altındadır” sözü
bireylere bir şey vermiyor.
Hz.
Resûlulah’ın “insanlar uykudadır.” sözleri pek ulaşmıyor.
Ulaşan
şeyler var!
Ama,
söylemeye dilim varmıyor.
Gerçekten
şimdi
“Gizli hazine “ kendine yakıştırdığı bu vasfı
ile alemleri seyrediyor.
Medine
- 04.12.2000
http://afyuksel.com
Akşam
Gazetesi - 04.12.2000
Türk Edebiyatı Dergisi -Haziran 2001
|