Çile,
sözlükteki tanıma göre; dervişlerin manevi yetkinliğe ulaşmak
amacıyla, kendilerini bazı şeylerden, nefsi iştah açıcı
hallerden yoksun bırakarak yaşamaya zorlandıkları bir olgudur.
Çile çekmek, fakirlikle, imkânsızlıkla açıklanacak bir şey
değildir. Daha farklı, kültürel ve sınıflar üstü bir meseledir.
Sufi boyutun çalışma yöntemlerinden biri olarak kabul edilir.
Sufi Bilgelerin “Mücahede olmadan müşahede
olmaz” şeklindeki sözüne inanan bazı dervişler, hayatın güç
koşullarına göğüs germekle birlikte, bilinçli bir şekilde
kendilerini çileye de sokarlardı. Bu aksiyon, iyi bir eğitim
alma, zorluklara her zaman hazır olabilme, felsefede gelişme
kaydetme ve en önemlisi Allah’ ın ahlakı ile ahlaklanabilme
amacına matuftu. Ve belirli bir dönemde yaşanırdı.
Bu anlayışla derviş, kırk günlük süre boyunca,
tekkelerin ‘çilehane’ denilen bölüme götürülür, orada
ibadet etmesi için gerekli şeyler temin edilir, az bir azık
ayağına getirilirdi. O da, ibadetlerinin ve çok az uykunun
dışında kalan vaktini tefekküre, felsefeye ayırarak, Mutlak
varlığı, kâinatı, sistemi okumaya, kendini tanımaya çalışır,
bireysel vasıfları ile Mutlak Yaratıcı’nın vasıflarını
özdeşleştirme yoluna giderdi...
Tasavvuf ile uğraşanların mutlaka bir disipline
gereksinimi olduğunu kabul etmeleri çile sayesinde olur. Çileye
girenler, Kur’an’dan en çok destek alan ilmin yine tasavvuf
olduğunun bilinci içindeydiler. Yaşam kesitleri içinde ortaya
çıkan laubali davranışlar, anlamsız sözler, küfürlü konuşmalar,
birbirini sıra ile takip eden bireysel, sergilenmesi hoş
karşılanmayan hünerlerin, nefsi terbiye, yani çile sonucunda
nötrize edildiği kanısına varılır.
Kişi, Allah yolunda belli bir kemâlata ulaşana
dek birçok sıkıntıya maruz kalır.
Ama çile gerçekten büyük bir sıkıntı ve
eziyettir.
Bu olgu, insanlık tarihi boyunca her dönemde
şarkılara, filmlere, romanlara bile konu olmuştur.
Bir kimseyi, çile ile muhatap kılmamak,
gevşemesine, normal koşullarda dahi öfkelenmesine, aşırıya varan
hallere bulaşmasına sebebiyet verir...
Aslında çile, sadece dervişler için değil, tüm
insanların değişimi ve belirli bir düzeye gelebilmeleri,
geçmişin hayatiyet kazanan yargılarından kurtulmanın bir yolu
için şarttır. Aslına bakarsanız, şu andaki toplumsal yaşam
seviyesi hiç kuşkusuz bir çiledir. İnsanlar çekmek zorunda
bırakıldığı acıların semeresini, etkileniş aşamalarında olgun,
sessiz kalarak veriyorlar. Bunun örneklerini günlük yaşamımızın
her kesitinde görüyor ve duyuyoruz. Izdırap içinde kıvranan
bir hastanın şifa dileyen dualarında, çektiği çilenin izleri
bulunmaktadır...
Tekerlekli sandalyeye çakılı kalmış bir bahtsızın veya koltuk
değneklerine mahkûm olmuş bir kazazedenin çilesini hiç
hissedebiliyor musunuz ?..
Devamlı suçlanan ve meramını
anlatamayan insanların çilesini Düşünebiliyor musunuz?
Ya, hapishanede yıllarını dolduran kader mahkûmlarının
çektiklerini ?..
Evrenselliğe susamış bir toplumda, akıl dışı ve
mantığı olmayan güçlerin gerçekleşen emelleri “çile” kabul
edilemez mi?..
Altmış beş milyon vatandaşımızın yüzde doksan beşinin geçim
zorluğu ile karşı karşıya bulunuşu, dar gelirli insanlarımızın
hali, çile çekmek değil de nedir ?
Çile
kavramını, sadece doğal ihtiyaçlardaki kısıtlanma ile
sınırlamayıp, ahlak anlayışının düşüklüğü açısından da masaya
yatırınca bu kavramı daha iyi değerlendirebileceğimize
inanıyorum.
Özgürlüğe kavuşamamak bir çiledir. Varoluşun
amacına uygun davranabilmeyi bir türlü dengeleyememek ( kendine,
aslına dönük olmayı söylüyorum) şuur boyutunda değil, daima
beden
boyutunda yaşamak, bedeni kayıtlarından
kurtulamamak, bedenden çıkamamak, ( Ruhun bedenden çıkıp
dolaşabilmesi ) kendini et kemik yığını gibi kabul etmek,
kısacası duyu organlarına bağlı bir yaşam sürmek, kabirden çıkıp
dolaşamamak, Kur’an’ın ilk ve en büyük müfessiri Hz.
Resûlullah’ı tanımamak, onu değerlendirmekte yabancı kalmak ve
bu konudaki acziyeti yaşamak, hatırı sayılır bir çile, hatta
çilelerin en büyüğüdür...
Diğerleri, bu
gerçeğin yanında oldukça göreceli kalmaktadır!...
İstanbul
- 12.02.2002
http://sufizmveinsan.com
|