“Mevcut olan her şey, ancak O’nun gölgesidir. Dolayısıyla vücut
yoktur”
diyerek Vahdet-i Vücut görüşünü gölgede bırakan İmam-ı Rabbani
Hazretleri’nin konu başlığına uyum sağlayan bir başka enteresan
sözü de şöyle;
“
Her yüz sene başında bir müceddit gelip geçmiştir. Ne var ki;
yüz senenin başında gelen müceddit ile bin senede bir gelen
müceddit arasındaki fark, yüz ile bin rakamları arasındaki fark
gibidir.“
İmam-ı Rabbani “müceddit” kavramı ile “dini
anlamada reform” yaratabilecek bir anlayışa değinirken, bu
görevin iki önemli isme dayandırılması gerektiğini belirtmeyi de
ihmal etmiyor. Birinci bin yıl için bu değerlendirmenin
tereddütsüz işaret ettiği tek isim, Hz. Muhammed (s.a.v)’
dir.
O, önce Allah’ın kulu, sonra kulluğa dayanan Resûlü,
Yeryüzü İnsan-ı Kâmil’i ve ilk bin yılın müceddididir...
Binli yılların başında gelmesinin şart olmadığı dikkate
alınırsa, ikinci bin yılın müceddidinin de bu dönemin belli bir
zamanında gelmesi mukadderdir. Biz bu düşünceye
Hz.Resulullahın (s.a.v) ve Hz.İsa’nın sözlerine
dayanarak ulaştığımızı söyleyebiliriz. Diğer yandan her türlü
ilmin ona dayandığı olgusundan yola çıkarak, geç kalmış olmakla
birlikte, içinde bulunduğumuz dönemde ortaya çıktığını kabul
edilebiliriz..
İlmin teknolojiye dönük yıllarını gerçekçi bir bakışla süzgeçten
geçirdiğimizde, günümüzdeki noktaya klasik fiziğin babası
İsac Newton ile başlayıp Albert Einstein ile devam
eden hareketler aracılığıyla gelindiğini görüyoruz. Newton’un
“evren bağımsız atomlardan oluşur” tezinin, kuantum
fiziğindeki “hiçbir şey üzerine kesin karar verilemez”
yargısıyla yeniden değerlendirilmesi kısaca İslam tasavvufunu
yıllar öncesi vardığı bilgilerle çakıştığını göstermektedir.
Varılan noktalar bizler için bir kavram kargaşası haline gelen
milenyum yıllarının temelinin aslında çok önceden atıldığını
gösteren bir delil olmaktadır.
Milenyum olgusuna mistik açıdan bakıldığında izlenmesi gereken
bu gerçekleri göz ardı etmek, realiteden oldukça uzaklaşmak
demektir.
Bizleri bulunduğumuz noktaya anlatılan nedenlerle ikinci bin
yılın müceddidi ulaştırırken, şayet filmi geriye sarma
yeteneğimiz var ise, söz konusu konumu yakalayabilenlerin, Allah
erleri olduğu kanaatine varabiliriz. Onlar, ortaya koydukları
üstün yetenekleri ile bu beceriye sahip olduklarını
kanıtlamışlardır.
İsim üzerinde durulması gerekmiyor. Eflatun ve Sokrat’tan
başlayan bu akım, İbn-i Arabi’ye Mevlâna’ya ve onların
isimsiz ustalarına kadar uzanır.
Dinde reform değil, dini anlamada yeniliği insanlık alemine
sunan müceddidin temel yapı taşları hüviyetindeki bu zatların ve
bilim adamlarının hakkını yemeyelim. Zira Kuransal kavramlar ve
Allah Resulü’nün zamanın anlayışına göre söylenmiş, ama sonsuza
kadar hikmete dayalı olan sözlerini popüler bilim bu sayede
deşifre etmiyor mu?
Aklıselim sahibi fertler olarak yapabildiğimiz
değerlendirmelerde onların değişim çağının gizli mimarının
yardımcıları rolünü üstlendiklerini aklımızdan çıkarmayalım.
Sizce de bu tasarım ve etütleşme, aslında gizli mimar
Müceddidin İlahi bir düzen ve sistem içindeki programlaması
değil midir?
İstanbul - 5 Ocak
2000
afyuksel@hotmail.com
sufafy@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com
|