Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nde de yabancı ülkeleri temsil eden diplomatların uyması gereken ulusal ve uluslararsı kanunlar, kurallar vardır. Herkes tarafından malum olan bu kuralları burada sıralayacak değiliz. Önde gelen kurallardan biri, diplomatların, görevli bulundukları ülkenin iç ve dış politikalarına karışamaması, hatta eleştirmemesidir. Oysa emperyalist ülkelerin büyükelçileri, sanki muhafiyetleri varmış gibi, bu kuralı hep gözardı etmektedirler. Devletimizi yönetenlerde bu davranışları sineye çekince, bunların, kabul edilemez davranışları, sözleri ve tutumları sürmektedir.
Bu durum ister istemez altıyüz kusur yıl üç kıtada hâkimiyet sürdüren, cihan imparatorluğu Osmanlı’nın diplomatlarla olan ilişkileri nasıldı sorusunu akıllara getirmektedir.
Engin kültüründe elçileri misafir olarak gören ve “elçiye zeval olmaz” özdeğişini atalarından miras alan Türk halkının sabrının zorlanmaması gerekmektedir. Bu yazıda, Osmanlı İmraratorluğu’nun elçileri kabul etmesi seremonisi hakkında bazı bilgileri aktarmak istedim.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yabancı ülkelerde temsil eden Türk diplomatlarına ve ülkemizde görev yapan bazı yabancı ülke diplomatlarına ithaf olunur.
Ecz. İbrahim Beşe
Ocak.2007
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NA ELÇİLERİN GELİŞİ
Osmanlı ilk kez 17. yüzyılda devamlı elçi bulundurya başlamıştır. Daimi elçilerin yerleşmesi 1630–1646 yılları arasında olmuştur. İlk elçi kullandırmak hakkı Venedik’lilere verilmişti.
Osmanlı İmparatorluğu’na bir elçinin gelişi, bu işlerle ilgilenen sultanın iradesi ile olurdu. Ülkeye gelecek elçinin özgeçmişi, ziyaret maksadı, heyette bulunacak kişlilerin sayısı ve Osmanlı topraklarına girdikleri andan itibaren İstanbul’da kalacakları süre içersinde faydalanabilecekleri haklar tek tek belirtilirdi.
Osmanlı ülkesine sınırlarından itibaren ayak basan elçi ve heyeti, misafir olarak kabul edilmiş ve yol güvenlikleri ile iaşeleri devlet tarafından karşılanmıştır. Bunun için yol boyundaki sancak beyi, kadı, naib ve mütesellimler gibi yetkililere hükümler yazılmış ve elçinin rütbesine göre ülkede kaldığı sürede kendisine yardımcı olacak bir mihmandar tayin edilmiştir. Böylece elçiler, güzergâhlarındaki yöneticler tarafından karşılanır, ikramlarda bulunulur ve konaklama yerleri hazırlanılırdı. İstanbul’da devamlı kalan elçilerinde ihitiyaçları devlet tarafından karşılanırdı. Güvenlikleri açısından elçilerin oturdukları binaların kapılarında “yasakçı” adı verilen yeniçeriler nöbet beklerdi. Elçilerden önce maslahatgüzarların gelmesi şarttı.
Elçinin divana kabul edileceği günü sadrazam belirlerdi. Bundan önce reisülküttab(1) ile görüşür ve siyasi görüşmelerini ve isteğini ona bildirirdi. Bu istek huzura kabul görülürse, sadrazam huzuruna çıkardı. Elçilerin önce sadrazam, sonra padişah tarafından kabulu bir merasimden ibaretti. Merasim, elçinin büyük elçi olmasına ve bağlı bulunduğu ülkenin müslüman olup olmamasına göre değişirdi. Saraya gelişinde elçiye çavuşbaşı refakat ederdi. Elçilerin huzura kabulleri belli kaidelere göre olur ve genellikle de ulufe(2) dağıtma gününe getirirlirdi. Böylece Osmanlı’nın ihtişamı sergilenmiş olurdu.
ELÇİNİN SADRAZAM TARAFINDAN KABULÜ
Osmanlı ülkesine gelen elçiler önce sadrazam, daha sonra da padişah tarafından kabuledilirdi. Bu kabuller merasimle yapılır ve bu merasimlerde teşrifat kurallarına çok önem verilirdi. Kabulden önce elçiye davet için dergah-ı aliçavuşlarından biri gönderilir, ayrıca Arz Odası(4) Mehterhane-i Amire’den(5) ve Enderun Hazinesi’inden(6) getirilen Osmanlı ihtişamını sergileyen eşya ile süslenirdi. İstanbul’a gelen bir elçinin, sadaret makamına gelip sadrazama itimadnamesini takdim etmesi gerekmekteydi. İkamet ettiği konaktan alınan elçi, merasimle Tophane iskelesine götürülür, oradan da çavuşbaşının(7) kendisine mahsus yedi çifte kayığı ile Kireç veya Vezir iskelesine getirilirdi. İskelede merasim birliği tarafından karşılanan elçi, Kireççibaşı odasına götürülerek kahve, tatlı, gülsuyu ve buhur ikram edilir ve kendisini Sahil Sarayı’na götürecek alay hazırlanıncaya kadar oturtulurdu. Alay hazırlandıktan sonra hareket edilirdi. Çavuşbaşı elçinin önünde bulunup, elçinin başkâtibi ile beraber gider ve elçi arkalarından gelirdi. Sahil Sarayı’na gelen elçi, sadrazama mahsus binek taşında attan inerdi. Elçiyi merdiven başında divan-ı humayun tercümanı(8) karşılar, mihmandarı ile çavuşlar kâtibi ve emini önüne düşerek Arz Odası’na götürürlerdi. Başka bir kapıdan ise sadrazam, sağ tarafında sadaret kethüdası(9), sol tarafında kapıcılar kethüdası(10) ve önünde sadaret ricali(11) olarak Arz Odası’na girerdi. İki tarafa selam veren sadrazamın selamını duacı çavuş(12) yüksek sesle alır ve yerine otururken de divan çavuşları(13) alkış tutardı.
Sadrazam sedirinin köşesine oturur; sağında reisülküttab, çavuşbaşı, tezkireciler(14) ve mektupçusu, solunda ise sadaret kethüdası ile yeniçeri orta zabitlerinden dördü bulunurdu. Elçi gelip vezir-i azamın(15) (sadrazamın) eteğini öptükten sonra bir iskemleye oturtulurdu. ( müslüman bir ülkenin elçisi ise sedir veya yastık üzerinde oturtulurdu.) Sonra elçi, itimadnamesini başkâtibi vasıtasıyla mektubi efendiye(16) teslim eder ve divan tercümanı vasıtasıyla hatırı sorulurdu. Sohbet sırasında şerbet ve buhur merasimi icra olunurdu. Elçiye hil’atler(17) giydirildikten sonra merasim sonunda aynı merasimle kaldığı konağa uğurlanırdı. Sadece dönüş merasiminde çavuşbaşı bulunmazdı.
Daimi olmayıp name ile gelip giden muvakkat yabancı elçiler, küçük elçiler iseler, avdetlerinde bazen huzura kabul olunmayarak, padişah cevabi namesi divan-ı hümayunda vezir-i azam tarafından kendisine verilirdi.
ELÇİNİN PADİŞAH TARAFINDAN KABULÜ
Zamanı geldiğinde izin verilip divan-ı hümayuna davet edilen elçiyi, çavuşbaşı ağa alayla konağından alıp saraya getirirdi. Elçi ve yanındakilere özenle süslenmiş atlar gönderilirdi.
Saraya gelindiğinde, elçi orta kapıda attan iner ve kendisini divan-ı hümayun tercümanı karşılayarak kapıcıbaşılara mahsus nöbet odasına götürür ve biraz istirahat ettirilirdi. Kılıçları ve atları birinci avluda kalır. Sultanın huzuruna silahlı kimse giremezdi. (Fransız elçisi Marquis de Ferriol 1700'de kılıcını çıkarmak istememiş ve bu nedenle saraya kabul edilmemiştir.)
Bir müddet sonra, çavuşbaşı gümüş asasıyla, çavuşlar kâtibi ve emini de özel kıyafetleriyle elçinin önüne düşerek Orta Kapı’dan içeriye girilirdi. Avludaki bütün askerlerin tamamen sessiz ve hareketsiz duruşları, onların disiplinli ve derin saygılı ve itaatkar olduklarını göstermesi bakımından, yabancı elçi ve diplomatların hayranlığını çekmiştir. Elçi Kubbealtı’na(18) yaklaştığında, kapıcılar kethüdası, elçi ile beraber gelmekte olan çavuşbaşıyı Kubbealtı’nın Divanhane(19) kapısı dışında gümüş asası ile karşılayarak selamlar ve birlikte elçinin önünde Divanhane’ye girerlerdi. Elçi her selam taşında duran saray mensubu memurlara selam vererek Kubbealtı’na girerdi.
Elçinin Müslüman veya Hristiyan oluşuna göre, Divanhane kapısında girişte karşılama merasimi farklı olurdu. Eğer elçi Hristiyan ise, Divanhaneye yaklaşınca, sadrazam Divit Odasından(20) çıkarak divandaki makamına gelirken, ona hürmetten vezire ve sair divan erkânının ayağa kalktıkları sırada elçi de Divanhane’den içeri girerdi. Vezirler, kadıaskerler, nişancı(21) ve deftardar ayakta iken elçi gelip sadrazamın eteğini öper, kendisi için belirlenen yere oturur ve yeniçerilere ulüfe dağıtılması işlemini izlerdi. Bu işlemlerden sonra yemek verilir, çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası da sofraların kuruluşuna nezaret ederdi. Gerek Müslüman gerekse Hristiyan elçiler iskemlede oturarak vezir-i azamın sofrasında yemek yerlerdi (Yazılı kaynaklar yemeklerin gümüş siniler içinde Çin porselenleriyle 50'ye yakın kap yemeğin servis edildiğini anlatır). Elçinin diğer maiyeti, vüzera(22), nişancı ve deftardarla birlikte yemeğe otururlardı. Divanda yemek yenirken, padişah da sadrazamın başının üstündeki bir yerden divanı gören küçük bir pencerenin önüne gelirdi. Elçilerin devletleri ve hükümdarları adına getirerek huzur-i hümayuna takdim ettikleri hediyeleri padişaha göstermek için ikişerli sıra teşkil eden on iki nefer dergâh-ı kapıcıbaşı elinde, padişahın oturduğu pencerenin önünden geçirilip iç hazine hizmetçilerine teslim edilirlerdi. Bu hediyeler, elçi saraya gelmeden bir gün önce saraya getirilip darüssade ağasının misafir odası yanında mermer direkler sokağının altına konup, etrafı çevrilerek muhafaza edilirdi. Elçi kabulünde padişahlar, göğsü elmaslarla bezenmiş ve “kapaniçe” denilen bir elbise giyerdi.
Yemeğin ardından elçi ellerini yıkar ve daha sonra çavuşbaşı tarafından Divanhane’den çıkarılarak hazine önüne götürülür, orada kendisine ve maiyetine hil’atler giydirilirdi. Buarada bir müddet istirahat eden elçi, yeniçeri ağası(23), kadıasker,(24) vezir-i azam ve vezirlerin huzurlarına girişlerinden sonra, iki kapıcıbaşının kolları arasında dışarda padişahın içeriye girmeleri için vereceği izni beklerdi. İzin verilmesi ile birlikte, önlerinde divan-ı hümayun tercümanı olmak üzere Arz Odası’na alınır ve kendisine yer öptürülürdü. ( Müslüman devletlerin elçilerine sadece padişahın eteğinin öptürülürdü..
Yine müslüman devletlerin elçileri divana kabul edileceği gün, sabah namazını Ayasofya Camii’de kıldıktan sonra alayla saraya giderdi. ) Padişah huzurunda kendi içlerindeki protokol sırasına göre saf oluştururlardı. Arz odasına girişle ilgili Fransız elçisi Andrezel, kitabında şöyle der: “O kadar törensel bir yaklaşım dikkati çeker ki kubbealtından arz odasına gidene kadar ve arz odasında yalnızca çeşmeni su sesleri duyulur”. Yani kısa bir mesafe olmasına karşın büyük bir sessizlik ve ciddiyet hâkimdir. Padişah elçiyi ve yanındakileri ayakta karşılardı. Kubbe vezirleri ile sarayın en büyük erkânının hazır bulunduğu törende, padişaha olan saygısını büyük bir tevazu içersinde yapan elçi, ziyaret sebebini ve hükümdarının selam ve hürmetlerini bildiren kısa bir nutuk söylerdi. Bu nutuk, dinan-ı humayün tercümanı tarafından tercüme edilirdi. Elçinin elinde tuttuğu namesini, eğer Müslüman devlet elçisi ise miralem ağa, hiristiyan devlet elçisi ise divan-ı hümayun tercümanı alıp vezirler sırasındaki en küçük vezire verir, o da bir üst makamda olan vezire vermek suretiyle elden ele sadrazama kadar ulaştırılırdı. Sadrazam, aldığı nameyi padişahın tahtının sol yanındaki yastığın üzerine koyardı.
Padişah elçiye bir şey sorma veya söyleme ihtiyacı duyduğunda, müslüman devlet elçilerinde sadrazama, diğer devletlerden gelmiş elçilerde ise tercümana hitaben konuşurdu. Elçinin sözleri de, aynı anda divan-ı hümayun tercümanı tarafından sadrazama tercüme edilip o da padişaha söylerdi. Yani elçiler padişahla karşılıkla konuşamazdı. Kabul töreni sonunda, bizzat padişah “izin” dediğinde iki kapıcıbaşı tarafından tekrar elçiye yer öptürülüp maiyyetiyle beraber ve geldiği tertip üzere, kaldığı konak veya sefarethanesine götürülürdü.
Elçinin mektubuna cevap hazırlanıncaya kadar elçiye izin verilirdi. Bazen cevabın hazırlanması aylarca sürebilirdi. Bu zaman zarfında elçinin iaşesi yine devlet tarafından karşılanırdı. Cevabi mektubun elçiye verilmesin de, mektubun arzındaki merasim yinelenirdi.
Bu törenler 19. yüzyıla kadar Osmanlı'nın o çok değişmeyen, sürekliliğini koruyabilen devlet yapısının ve güç göstergesinin bir simgesi olmuştur.
Kaynaklar, Osmanlıların yabancı elçilere oldukça iyi davrandıkları konusunda birleşirler. Hatta kimi yabancı yazarlar Kuran'a bile dikkat çekmiş, elçilere ait Kuran hükmünden söz etmiştir. Gerçekten de Kuran'da elçilerin yalnızca aracı olduğu ve kendilerine fenalık edilmemesi gerektiği belirtilir; hatta 'elçiye zeval olmaz' deyimi buradan gelir.
KAYNAK: DÜNDAR ALİKILIÇ: Osmanlı’da Devlet Protokolü ve Törenler. İmparatorluk Seremonisi / Sayfa73 - 81
(1) REİSÜLKÜTTAB: İlk devirlerde Nişancı'nın muavini veya genel sekreteri olduğu için Divan üyesi değildi. Divan toplantılarına katılırdı. Sonradan Divan üyesi ve gerçek dış işleri bakanı oldu.
(2)ULÛFE: Osmanlı Devletinde Kapıkulu Askerlerine, Acemi Ocağı mensuplarına, kimi saray ve devlet görevlilerine üç ayda bir verilen maaş.
“Mevâcib” adı da verilen ulûfe Dîvân-ı Hümâyunda, Veziriâzamın huzûrunda verilirdi. Muntazam olarak verildiği zamanlarda ilk iki maaş, Muharrem ve Cemâzilevvelde son iki maaş ise Şâban ayı içinde veya bu ayın sonlarında dağıtılırdı.
Bu sûretle üç ayda bir dört defâda verilmesi icap eden ulûfe, üç defâda veriliyordu. Ulûfe dağıtımı mutlak sûrette Salı günü olurdu. Yeniçerilerin maaş defterlerine çok dikkât edilirdi. Her ulûfe dağıtımında üçer nüsha hazırlanırdı. Asıl, mükerrer, hazine ismi verilen bu defterler yeniçeri kâtib dâiresinde yazılır, suistimâle meydan vermemek için ilk zamanlarda pâdişâh tarafından kontrol edilirdi. Bu işe, Sultan Birinci Süleyman Han (1520–1566) ile Dördüncü Murâd Han (1648–1687) çok fazla hassâsiyet göstermişlerdir.
Maaş, kurulan dîvânda dâvâlar dinlendikten sonra dağıtılırdı. Hazine önünde tevzi edilen maaş bölük ve ortanın mevcutlarına göre ayrı keselere konurdu. Gülbangı çekildikten sonra ağa bölüklerinden başlamak üzere masa üzerinde ayrılan keseler bölüğün efrâdı tarafından alınırdı. Merâsim bitince bunlar omuzlarına bu keseleri koyarak alayla kışlalarına giderlerdi. Kışlalarda ertesi gün her bir orta toplanarak maaşlarını alırlardı.
Hazineden alınan para ortalara gelince mutlaka sayılırdı. Fazlası hazineye iâde edilir, noksan ise mâliyeden tamamlanırdı. Yeniçeriler arasında hazineden haksız yere bir akçe dahi almak büyük suç sayıldığından böyle bir işe hiçbir zaman tenezzül etmezlerdi.
Ulûfe dağıtıldığı dîvânın ertesi günü Sadrıâzam, Paşa Kapısında, Kapıkulu süvârileriyle cebeci, topçu ve top arabacı ocaklarının maaşlarını bizzat kendisi başında bulunarak verdirirdi. Böylece bütün ocakların ulûfe dağıtım işi tamam olurdu.
Sefer sırasında ordunun maaş dağıtımı ise divandakinin aynı olurdu. Sadrıâzamın veyaSerdâr-ı ekremin dîvân çadırında toplanarak maaş verilirdi. Bu sırada bulunmayanların ocakla ilgileri kesilirdi.
Ulûfe dağıtımından önce yeniçerilere saray mutfağında hazırlanan çorba, pilav ve zerde verilirdi. Yeniçeriler bir şeye küskün oldukları zaman çorba içmezlerdi. Ramazanda ulûfe dağıtılırken askerin hepsi oruçlu olduğundan çorba, pilav, zerde verilmezdi. Yalnız Ramazanın on beşinde Pâdişâhların Hırka-i şerîf ziyâretinde Yeniçerilerle diğer Kapıkulu Ocaklarına Hırka-i şerîf ziyâretini müteakip saray matbahından tepsilerle baklava verilirdi. Her ortanın gümüş meşin önlüklü aşcı ustaları tepsileri peştemala bağlar, renkli sırıklara takar, her birini ikişer kişi alıp alayla kışlalarına götürürlerdi ki buna Baklava Alayı denirdi.
(3) DERGÂH-I ALİÇAVUŞU: Padişah kapısının çavuşu
(4) ARZODASI: Padişahın yabancı devlet temsilcisi elçileri kabul ettiği odadır. Elçi heyetinin getirdiği hediyeler de köşesinde lake bir taht bulunan Arz Odası’nın bir kapısından padişaha sunulur, öteki kapıdan çıkarılıp içeri alınırdı.
Arz Odası gibi devlet işlerinin yürütüldüğü resmi daireler toplanıp, yaşama yerleri bahçelerle bağıntılı konumlanarak iki aykırı kullanışın bir arada çözümü sağlanmıştır. İç içe avlulardan çeşitli yapılara girişler vardır. Avluların düzeni genellikle yalındır. Yer yer ağaçlara gölgelenmiş, arasından toprak patikaların geçtiği çimenle döşenmiştir.
5) MEHTERHANE-İ AMİRE: Günlük hayatta ve seferde, hükümdarın, vezirlerin, şehzadelerin, halkın ve ordunun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan çadırlara, Osmanlılar döneminde çok önem verilmiştir. Osmanlı saray teşkilâtında padişaha hizmet amacıyla kurulmuş, mehterhane-i amire isminde bir kuruluş bulunmakta olup, bu kuruluşun başında vezir rütbesinde bir amir (Çadir naziri) bulunmakta idi.
(6) ENDERUN HAZINESI : İç hazine, saraydaki ak hadım ağalardan hazine vekili denilen birinin nezaret ve mesuliyeti altında idi; her sene sonunda maliye hazinesinde fazla para kalınca iç hazineye alınırdı; bunun aksi olarak dış hazinede para kalmazsa vezir-i âzamın kefaleti, defterdar ve kazaskerlerin nezaretleri altında olarak iç hazineden dış hazineye para çıkarılırdı. İç hazine pâdişâhın maliyeden verilen tahsisatı, her sene Mısır'dan gönderilen para, Osmanlı Devleti'nin yüksek hâkimiyeti altındaki mahallerden gelen vergiler ve saire ile vücut bulmuştu.
Geçmişte zenginliğiyle dillere destan olan Osmanlı İmparatorluk hazinesi bugün de binlerce nadide eserden oluşan eşsiz koleksiyonlarıyla göz kamaştırmaya devam ediyor. Enderun hazinesi olarak anılan görkemli koleksiyon bugün halen, Fatih Sultan Mehmed (1451–1481) tarafından yaptırılan Topkapı Sarayı'nın üçüncü avlusunda yer alan Hazine Seksiyonu'ndaki dört odada bulunuyor. Enderun Hazinesi’ne ait en eski kayıtlar, Fatih Sultan Mehmed ve Sultan II. Bayezid dönemlerinden kalan üç-beş yapraktan oluşan listelerden ibaret. Daha sonraki dönemlerde de tutulan hazine defterleri hazinenin büyüklüğü ile ilgili kısıtlı da olsa bilgi veriyor. Topkapı Sarayı'nda iç yönetim, çeşitli oda kuruluşları ve aralarındaki görev bölümüyle sağlanıyordu. Hazine ise bu odalar içinde en önemlilerinden biriydi. Fatih Sultan Mehmed döneminde az olan Hazine Odası görevlilerinin sayısı, Sultan I. Ahmed (1603–1617) döneminde 60'ı bulmuş, Sultan III. Ahmed (1703–1730) döneminde ise 157'ye ulaşmıştı. Enderun Hazinesi’nin açılıp kapanması törenle gerçekleşirdi.
(7) ÇAVUŞBAŞI: Haberleşme ve elçilik görevini yapar. Divân-ı Hümayûn çavuşlarının âmiridir. Divân'dan çıkan hükümlerin icrâsı ve sefirlerin kabûlünde onlara refakat etmekle vazifeliydi; yani adlî icrâ kuvvetinin başı ve teşrifat işlerinin en büyük âmiri idi. Bundan başka merkezden çıkan emirleri vilayet ve sancaklara tebliğ işlerini idâre ve Divân’da halkın istid'alarını sunmalarına da delâlet ederdi. Aynı zamanda Divân'ın intizamını muhafazayla görevliydi. Hariçten İstanbul'a gelenlerin hüviyetini tetkik etmek, Defterhâne'yi mühürlemek, azlolunan şeyhülislâmlara bunu tebliğ ile yeni tayin olunan şeyhülislâmı konağından alıp, alayla saraya götürmek de onun vazifelerinden idi. Bu makam 1870'de Adliye Nezareti'ne dönüşmüştür.
(8) DİVAN-I HÜMAYUN TERCÜMANI: Reisülküttaplığa bağlı bir başka daire Divan-ı Hümayun Tercümanı'ydı. Bu tercümanlar önceleri saraydaki divana hizmet etmekteydiler.
Ancak, Bab-ı Alî'nin önem kazanması ve saray divanının önemini yitirmesi ile birlikte, tercümanlar da yeni yönetim merkezine taşındı. Reisülküttap yavaş yavaş dış ilişkilere bakan biri olunca, tercümanlara da onun makamının elemanları gözüyle bakılmaya başlandı. 17. yüzyılın ortalarından 1821 tarihine kadar bu görev İstanbul'daki Yunan ailelerinin tekelinde kalmıştır. Bunlar, tüm yabancı dildeki belgeleri tercüme etmekteydi. Resmi görüşmelerde Avrupa elçilerinin demeçlerini sadrazam ya da sultana çevirirlerdi. Kapalı çalışmalarda ise reisülküttabın söylediklerini yabancı diplomatlara çevirirlerdi. Tercüman, Avrupalı diplomatları ziyaret eden tek Osmanlı memuruydu. Kısaca, dış işlerin yürütülmesinde reisülküttaptan sonra en önemli memur haline gelmişti
Divanı hümayun tercümanı: Hariciye nezaretinde Reis Efendiden sonra en mühim mevkii işgal eder; çünkü bu zat, Reis Efendi ile Sefiller arasındaki tebliğatın vasıtacısıdır ve aralarında vukubulan müzakerelerin hepsinde hazır bulunur. Divanı hümayun tercümanı, yabancı dillerle yazılarak takdim edilen notaların ve muhtıraların, şayet bunlara birer tercümeleri lef edilmemişse hepsine ve bundan maada Sultanın veya Sadrıazamın sefirlerle vukubulan ve merasimle icra eden mülakatlarında Elçilerin hitabelerini tercüme eder.
(9) SADARET KETHÜDASI: Sadrazamın yardımcısı. 18. yüzyılan itibaren resmi sıfat kazandı. Tayinleri sadrazamın teklifiyle yapılırdı. Çoğu zamanda sadrazam azledilince, sadaret kethüsası da azledilirdi.
Bütün devlet işleri sadrazamdan önce sadaret kethüdasının elinden geçer, Babaiali’den ıkan emirler onun tavsiyesine göre tatbik olunurdu. Daha çok dâhil işlerle meşgul olan sadaret kethüdalığı 1835 yılında mülkiye, 1837’de de dâhiliye nezareti adını aldı.
(10)KAPICILAR KETHÜDASI: Sarayın Bâb-ı hümâyun denilen birinci kapısiyle daha içerideki Orta kapıda Kapıcılar Kethüdası denilen saray teşrifatçısına bağlı kapıcılar bulunur ve bu iki kapı bunlar tarafından muhafaza edilip Bâb-üs-saâde ismindeki harem-i hümâyuna girilen üçüncü kapıyı da hadım Ak ağalar muhafaza ederlerdi.
(11)SADARET RİCALİ: Sarayın ileri gelenleri
(12)DUACI ÇAVUŞ: Vazifesi, Hünkârın ve Sadrazamın merasim alaylarında bulunarak bunların ata bindikleri veya attan indikleri anda alkışlamaktır.
(13) DİVAN ÇAVUŞLARI: Toplantılarda İntizamı Temine Memur.
(14) TEZKİRECİ: Divân-ı Hümayûn'un yazı işleriyle meşgul bulunan memurun ünvanıdır. İlk zamanlarda maiyyetinde birkaç kâtip bulunan bir tek tezkireci var iken, sonraları Tezkire-i Evvel ve Tezkire-i Sanî ünvanıyla iki tezkireci kullanılmıştır. Bunların vazifesi, Divân toplantılarında, günlük muamelâtla ilgili evrakı okumak ve kararları not etmek idi. Büyük ve Küçük Tezkireci Kalemi'nde de bu cins muamelâtla ilgili kayıtlar mevcuttur. Ancak bu kayıtların çok olduğu söylenemez. 4 adet vesikası bulunmaktadır. Bu belgeler de tezkirecilere gelen mektuplardır.
(15) VEZİR-i AZAM: Sadrazam, başvekil Sadrazam (Veziriâzam)
Osmanlı devlet teşkilâtında pâdişâhtan sonra devletin en yüksek rütbeli idârecisi. Sadrâzam, “vezîriâzam” diye de bilinir ve padişahın mutlak vekîli olarak devlet işlerini idare ederdi. Sadrazamlara ayrıca “sadr-ı âlî, vekil-i mutlak, sâhib-i devlet, zât-ı âsafî” gibi unvanlar da verilirdi.
(16) MEKTUB-İ EFENDİ: Mektupçu, yazı işlerini adare eden memur. Mektubcu efendi: Sadrıazamın özel kalem müdürü durumunda olan mektubcu efendi, sadaret dairesinden çıkan çeşitli yazıların düzenlenmesi ile meşgul olurdu. Bu zat Sadrıazamın ya kendisi tarafından ve yahud, Hünkârın fermanı ile Beylerbeyine ve diğer devlet memurlarına gönderdiği tahrirat ve diğer mesalihi umumiye ve umuru siyasiyyeye dair muharreratın tanzimi ile iştial eder. Bu tahrirata mektubi emr uslub ve yahud doğrudan doğruya vezir mektubu denilmektedir. Sadrıazamın valileri bir fermandan korumakla beraber yinede vazifelerine kendilerine hatırlatmak istediği hallerde mezkûr mektublar vakı’a fermanın yerini tutarlar, fakat daha mülaim mealdedirler. Lakin bunlar bir fermanla birlikte gönderilirlerse, mu’tad şekilde hiçbir yeni esbabı mucibeyi ihtiva etmemekle ve yalnız fermandaki esbabı mucibe ve fıkrai hükmiyenin tekrarından ibaret olmakla beraber fermana daha büyük bir ehemmiyet ve kat’iyet izafe etmiş olurlar. Mektubcu efendinin kendine mahsus bir kalemi vardır. İçinde otuz katib oturur, bunlar devlet kançlaryasındaki katiblerle aynı rütbededirler. Mektubcu, vilayetlerden gelen yazıların özetini çıkarır, asılarıyla birlikte Sadrıazama arz ederdi. Mektubcu efendi bu suretle ilinden geçen bütün işler üzerinde nüfuz sahibi olduğu gibi, bu işlerin gösteriliş tarzı, kendisinin yaptığı hülasalara bağlı kalır.
(17)HIL'ATLER: Osmanlı kaftanı
(18) KUBBEALTI: Dîvân üyelerinin toplandığı müzakere salonudur. Burada, üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda veziriâzam ile diğer vezirlerin oturdukları yerin üstünde, padişahların dîvân toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes pencereli yer bulunmaktadır.
(19) DİVANHANE (SALON) : Haftada dört gün sadrazam ve vezirlerle devlet işlerinin karara bağlandığı bu resmi mekân, Divanhane, burada kabine toplantısı yapıldığı gibi, elçiler de kabul edilirdi- kalem ve defterhane bölümlerinden oluşur. Bu yapının arkasındaki çok kubbeli ve masif duvarlı Dış Hazine ise devletin resmi hazinesini depolamak amacıyla yapılmıştır
(20) DİVİT ODASI: Kubbealtı salonunun yanında ise toplantı kayıtlarını tutan yazıcıların bulunduğu divit odası yer alır. İki salon kalın kırmızı kadife perde ile birbirinden ayrılır. Divan odasının yanında bugün Osmanlı ve dünya silahlarının sergilendiği oda ise iç hazine olarak kullanılmış. Saray giderleri ve yeniçeri maaşları için imparatorluğun 4 yanından gelen ganimet ve vergilerin bir kısmı dağıtılana kadar burda saklanırdı.
(21) NİŞANCI: Osmanlı Devlet teşkilâtında Divan-ı Hümâyunun önemli vazifelerinden birini yerine getiren görevli için kullanılan bir tabirdir. Nişan kelimesinden türetilmiş olan "Nişancı", ferman, berat, mensûr, nâme, mektup, ahidnâme, hüküm ve biti gibi devlet resmî evrakının baş tarafına padişahın imzası demek olan nişanı koyardı.
(22) VÜZERA: Vezirler
(23) YENİÇERİ AĞASI: Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azil ve tayini 1593’e kadar doğrudan padişah tarafindan gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlar tarafından yapılmıştır.
(24) KADIASKER: Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim. Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir.
İlk olarak Abbâsîler’de kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı. Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı. Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı. Kâzaskerler sefere katılırlardı. Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı. İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti. Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363). Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı. Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır. Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir. Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı. Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti. Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı. Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu. Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi. Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır. Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı.
Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı. Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı. Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı.