Ben olmayınca
bu güller, bu serviler yok,
Kızıl dudaklar, mis kokulu şarap yok,
Sabahlar,akşamlar, sevinçler, tasalar yok,
Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok....
Ömer
Hayyam imzasını taşıyan bu mısralar, ardındakini aramaya götürüyor
bizi... Dile geldiği şartları merak ediyoruz.
Ve Ebul
Feth Ömer Bin İbrahim adıyla buluyoruz onu kayıtlarda...
1048’e doğru, Selçukluların Horasan ‘ı ele geçirmelerinden
bir süre sonra Nişabur’da doğduğunu öğreniyoruz. Yaşam
öyküsü hakkında fazla bilgi bulunmuyor elimizde...
Peki, Kimdir gerçekte Hayyam? Bir yanda devrinin üstadı olma
niteliğini kazandıran matematik, cebir ve geometri alanındaki
yapıtları, astronomi çalışmaları, hatta Melik adlı yeni
bir takvimin hazırlanıp birçok astronomik tablonun ve gözlemin
yapılmasına katkısı, felsefi eserleri ...
Öte yanda bilgiyi ve aklı bir kenara atan bakışı...
Kimine göre
de iflah olmaz bir ayyaş ve dinsiz (! )...
Bilimsel
yönü ve eserleri tartışmasız kabul edilen, ama sıra inançlarına,
dünya görüşüne gelince hakkında
epeyce zıt anlayışın çarpıştığı bir kişilikle karşı
karşıya kalıyoruz. Hemen bir yargıya varmadan önce, onu
biraz olsun tanıyabilmek için elimize ulaşan rubailerine daha
yakından bakmak sanırım en iyisi...
Kendini en açık anlattığı alan burası çünkü...
Hayyam, dünyaya
gelip gitmenin sebebini sorar durmadan kendine bu rubailerde ve
yaşamın geçiciliğini, her şeyin hayal oluşunu, bizlerin sırça
fanus içinde dönüp duran, geçip giden görüntülerden başka
bir şey olmadığımız gerçeğini ta içinde yaşar. Alemi
meydana getirdiği söylenen dört unsur, onun aleminde şöyle
şekillenir:
Bir
suyduk bele düştük, / şehvet ateşiyle dünyaya geldik / ama
yel, yarın toprağımızı tozutup gidecek.
Bu yalın
gerçeklik karşısında ise bencilliğin, hırsın, tamahın ,
böbürlenmenin, mal mülk kavgasına girmenin hiçbir anlamı
yoktur. Son kaçınılmazdır.
İnsan
bastığı toprağı hor görmemeli
Kimbilir hangi güzeldir hangi sevgili
Duvara koyduğun kerpiç yok mu, kerpiç?
Ya bir şah kafasıdır , ya bir vezir eli!
Bundan
daha açık nasıl anlatılabilir acaba insanın ölüm karşısındaki
durumu!...
Boşuna kederlenmenin, üzülmenin anlamı yoktur. Onun da ucu
bucağı yoktur çünkü. Bilginlerin hiçbiri bu karanlığı
yarıp geçememiş ve birer masal söyleyerek uyuyakalmışlardır.
Böyle bir alemde tek çare, insanı kendinden geçirip varlık
yokluk kaygısını silen ve içini tertemiz eden şaraptan içmektir.
Halini şöyle anlatır,
Bir
elimizde mushaf bir elimizde kadeh,
Kimi helale yönelmedeyiz, kimi harama
Şu ham olgunlaşmamış kubbenin altında
Ne mutlak kafiriz biz, ne tam Müslüman
İçindeki
dalgalanmaya kimi zaman akıldan tam kopamamanın verdiği şüphe
ve inkar vadisine uzanan bir bakışla, kimi zaman da “Suç işlememiz
senin rahmetinin bezentisidir” diyen sözlerle yanıt arar.
İşte bu noktada çoğu kişi, onu sadece ebedilikten umut
kesen ve yok olmayı kabullenemediği için şaraba sığınan
bir inkarcı gibi görme yanılgısına
düşmektedir.
Oysa müsbet
bilimin getirdikleriyle donanmış bir aklın sonsuzluk ve hiçlik
karşısında duyduğu
aczdir belki de ifade edilen... Ayrıca kendini tanıma yolunda
olanların yaşadığı telvin adı verilen halden hale girişten
de söz edilebilir burada...
Çoğu kez zahitlik kılıfına bürünmüş riyayı, Cenneti mülk
edinmeye çalışanları, kaba softaları, başkalarını kınayanları,
benliğe, hırsa kapılanları yeren ve birçoğu “şatıh”
dairesinde söylenmiş şiirlerdir
bunlar.
Yunus’un bu ne küfürdür ki imandan içeri dediği türden
bir inkar dan da söz edebiliriz belki...
Devrinin ilimlerinde böylesine yetkin olan bir şahsın
tasavvufa yönelmemesi düşünülemez...
Ciltlerce kitaptan daha faydalı olduğunu bildirdiği
Silsilet’üt-Tertib adlı risalesinde Hayyam, Allah’ı
tanımayı dileyenleri dört grupta toplar. Bunlardan, nakli,
akli dellillerle inançları pekiştirmeye çalışan kelamcıları,
yalnızca akla dayanan delilleri mantık kanunlarına uygulayıp
sonuç çıkaran filozofları, İmamın sözünü hüccet bilip
marifete ulaşacaklarını düşünen İsmailileri tutmayıp
tasavvufu hepsinden üstün bulduğunu
bildirir.
Din
yolunu bilmenin şeriat, o yola göre amel etmenin tarikat,
Allah razılığını elde etmek için birleştirmenin hakikat
olduğunu söyler. Heva ve hevese uymaya şeriat denemeyeceğini,
şeriatsiz tarikatın mümkün
olmayacağını, riyazattan ise yalnız hayal doğacağını
dile getirir. Ona göre “yol erinin yolcuğu kendinden
kendinedir.” Arşa ağdığında, arşın bile
kendisine “aradığın sende” dediğini bildirir.
Bütün
sufiler gibi o da insana
büyük bir önem verir. Yıldızlar bile insana serpilmiş yem
taneleridir. Dünyayı gösteren kadehin konduğu sandık gönüldedir.
İnsandan maksat da marifettir.
Manevi
yolculuğunda riyazatı değil aşkı kılavuz edinir. Hayyam
‘a göre “müftüyle şehir vaizinin aşk mahkemesinde
dilleri tutulur, Zevalsiz güneş, devlet kuşudur aşk...
Ancak aşk, bülbül gibi ağlayıp feryat etmek değil, sesi
bile çıkmadan ölmek yok olmaktır...
Sevgiliyle iki başlı tek bedenli bir pergel gibidir, ama bir
yerde birleşeceklerdir elbet ve sen, ben perdenin arkasındadır;
o perde kalktığında ne sen ne ben kalacaktır.
Mescidi, medreseleri, kilise ve manastırları dolduranlar cehennemden korkan, cenneti umanlardır.
Allah sırlarından haberdar olanlar ise, bu çeşit tohumu gönüllerine
ekmezler.”
Melamet
yolunun temsilcilerinden olan Kalenderiye anlayışına yakın
bulur kendini... "Bu yola düşülüp yüz-göz, gönül
kanıyla yıkanmadıkça, aşk davasına girişmenin, varlıktan
geçmedikçe gerçeğe ulaşmanın imkanı yoktur."
Artık zahit de sufi de onun karşısındadır. Kendisine dinsiz
diyen zahide “ben neysem oyum ama bir de kendini tart, bu sözleri
söylemek sana mı düşer?” “Üzüm suyuyla sarhoş olmak,
zahitliğe dayanıp mağrur olmaktan üstündür.“ der. Daha
önce çaldığı seccadesi eskidiğinden yenisini çalmak için
mescide ayak bastığını söylerken de maddi ya da manevi
beklentilerle buralara gidenleri eleştirir. Sufiye de “hırka
giymişsin ama tanrı yarın senden razı olmazsa ne fayda?”
diye çatar. Melametin içine daldıkça kendini kınamak için
de vesileler arar. Ama bu kınamanın içinde
hürlüğün, riyasız ve menfaatlerden uzak olmanın işaretini
de verir gibidir.
Ben ne
camiye yararım ne havraya
Bir başka Hamur benimki başka maya
Yoksul, gavur, çirkin orospu gibiyim
Ne din umurumda, ne cennet ne dünya
Onda
cezbeye kapılıp coşma, kendini kainatın kıblesi tanıma
gibi haller göremeyiz, kusurunu bilse de Allah kereminden
umutsuz değildir. Çünkü Tek‘e hiç mi hiç iki dememiştir.
Aşkı kılavuz edinirse de, felsefeyi tümden reddetmez. Bu yüzden
Şems-i Tebrizi kendisini kınamıştır .Tasavvuf anlayışı,
felsefeye dayanan, akıl dairesinde dönen, hikmetle yoğrulmuş
bir anlayıştır. Aklı yermekle beraber, tasavvufun üstünlüğünü
bile akılla bulur.
Onun düşünce denizi daima dalgalıdır. Rubaileri incelendiğinde
görülecektir ki, zaman zaman şüpheye, inkara uzanmış, hüzne
kapılmış, akıl ve bilgiyle tatmin olamayıp
her aktığı kabın şeklini ve rengini almış, sonunda
tasavvufun üstünlüğünü kabul edip, huzuru teslimiyette
bulmuştur.
Doğduğu
yer olan Nişabur’da, 1311 yılında vefat ettiğini öğrendiğimiz
Hayyam ‘ın vasiyeti de şöyledir:
Ölünce beni şarapla yıkayın, tabutumu asma çubuğundan yapın...
Dünya
dediğin bir bakışımızdır bizim
Ceyhun nehri kanlı gözyaşımızdır bizim
Cehennem boşuna dert çektiğimiz günler,
Cennetse gün ettiğimiz günlerdir bizim
diyen
biri için uygun bir istek olmalı...
Onun inanılmaz güzellikteki dörtlüğü ile yazıya noktayı
koyalım....
Ey kör!
Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!
İstanbul
- 22.3.2000
http://afyuksel.com
|