“Şimdi diyelim ki ben, belli bilgileri aldım. O
bilgileri hazmettim!. Biliyorum ki,
her insan kendi yaratılış kapasitesi ve formasyonunun
ötesinde bir şey yapamaz!.
Ben, bu bilgiyi özümsediysem eğer… Lokantaya gidiyor,
oturuyorum. Garson geliyor ve tabağı önüme atıyor; ben
kafamı kaldırıp bakmıyorum bile!. Aynı hareket bir
başkası için oluştuğunda büyük bir infial duyuyor ve
garsona çıkışıyor!..Ben, o insanın yani tabağı önüme
atanın, yapısında mevcut olan programının sonucu olarak
o fiili işlediğini, programında başka türlü bir
davranışı ortaya koyacak veri olmadığını idrak etmişim
ve kafamı kaldırıp bakmıyorum!.Diğeri ise, bu ilimden
mahrum.. Mahrum olduğu için garsonun o anda başka türlü
davranabileceğini, başka şeyler yapabileceğini
düşünüyor, onu düzeltmeye çalışıyor. Böyle düşündüğü
için de, sadece kendi körlüğünü itiraf ediyor, ona
kızmakla... İlim, bende böyle bir yontulmayı getiriyor.
Böyle bir yontulma dolayısıyla da artık ben, onunla
fazla meşgul olmuyorum, kafamı bile yormuyorum, "niye?"
diye kızmıyorum..”
(Sisteme Dair Bir Açıklama / A.HULUSİ)
Biz, kafa yormamız gereken konulara gelirsek; Hz.
Muhammed’ in yanında, kıldığı iki rekat namazla O’ nu
ruhaniyet bakımından geçtiğini zanneden sahabi gibisi de
yer alabiliyorken, yine ashab arasında, zirvelerde
dolaşan bir Hz. Ali ve Te’vil ilmine mazhar kılınmış bir
İbn-i Abbas da bulunmuşlardır. Anlaşılan o ki onların
her biri, var oluş gayeleri ne ise onu yaşamışlar.
İnsan beyni/yaşamı, birbirini takip eden belli süreçleri
bünyesinde barındıran bir özelliğe sahip. Burada “REŞÎD”
isminin manasına bir göz atarak konuya giriş yapalım.
“ "REŞÎD" ismi insanda "RÜŞD" hâlinin oluşmasını sağlar.
Fizik bedende "rüşd" bir tanımlamaya göre, "bülûğ" ile
başlar; çünkü o zaman cinsiyet hormonları faaliyete
geçerek zihinsel fonksiyonlarda "aklı" güçlendirir ve
aynı zamanda da cinsiyet hormonları beynin biyokimyasını
etkileyerek "günah" dediğimiz "negatif yüklü mikrodalga
enerjinin" ruha yâni mikrodalga bedene yüklenmesini
sağlar. Olgunluğun tabanı, insanın ölüm ötesi yaşam
olabileceği ihtimalini düşünerek, hayatına ona göre yön
vermesi, bu konuda araştırmalar yapmasıyla başlar!
İşte "REŞÎD" ismi bu en alt sınırdan başlayıp, "İlâhî
sıfatlarla tahakkuk etme" hâli olan "FETİH" hâline kadar
devam eder. Ondan sonra bir başka şekilde hükmünü icra
eder.”
(DUA ZİKİR / A.HULUSİ )
Bu konuya, İNSAN-I KAMİL adlı eserinde şu şekilde
değinir Abdulkerim Ciyli Hazretleri:
“İNSANLARIN SIFAT TECELLİLERİ BAHSİNDE ÇOK DEĞİŞİK
TECELLİLERİ VARDIR. HER BİRİ BİR BAŞKA ŞEKİLDE BU
TECELLİYİ ALIR. İŞ BU DEĞİŞİK DURUMUN SEBEPLERİ
ŞUNLARDIR:
1)
ALIŞ KÂBİLİYETİNDEKİ DURUMLARI:
Alış kâbiliyetindeki durum. Yani temeldeki şu beyinde
açılma oranları.
2)
İLMİ YÖNDEKİ YETENEKLERİ, İLİM
SAHASINDAKİ KAVRAYIŞ DURUMLARI: Ne kadar ilmin varsa,
tabii Ef’al düzeyindeki ilimden söz etmiyoruz. Kendini
tanıma yönündeki ilmin ne kadar genişse, o kadar o şeyle
karşılaştığın zaman onu değerlendirebiliyorsun. İlmin
olmaz, o şeyle karşılaşırsın ama, dümdüz geçersin
üstünden, hiç fark etmezsin bile ne olduğunu.
3)
AZİM VE SEBAT DERECESİ: O şeyi elde
etmedeki Azim ve Sebat. Sadece bilgisiyle
yetinebiliyoruz. Onu yaşamak için gereken azmimiz ve
sebatımız yok. Üç gün, beş gün bir ağırlıkla gidiyoruz,
ondan sonra bırakıyoruz, geçip gidiyoruz. Azim ve Sebat,
evvela bu şeyi ben mutlaka elde edeceğim diyeceksin ve
onu elde etmek için de sebat edeceksin, zorlandın,
tıkandın kaldın, geri dönüp gitmeyeceksin, devam
edeceksin, her şeye rağmen devam edeceksin, ta ki onun
neticesine ulaşana kadar. Alış kâbiliyeti, İlmi yeteneği
Azim ve Sebatı.
KENDİLERİNDEN BU SAYDIĞIMIZ ÜÇ HALDE NE KADAR İLERLEME
VARSA, BU ÜÇ HUSUSTA NE KADAR İLERLEME VARSA, BU
TECELLİDEN NASİPLERİ DE O KADARDIR ANCAK.”
Şimdi, bunlardan şu anlaşılıyor; İnsan/beyni, ilk etapta
bir “insansı” düzeyinde hayata atılmış olabilir. Ama bu
beyin, adım adım “müttakiler” düzeyini geçerek,
“mülhime” basamaklarında insansıdan kopuş
evreleri/mutasyonlar ile sıçrayabilirse Mutmainneye,
İNSAN oluyor. Sonra yine bu beyinde dönüşümler devam
ediyor ve mutmainneden, radiyeden sonra bambaşka bir
alem ve düzey/yaşam olan, Mardiyedeki yaşama FETİH ile
adım atıyor. Evet hâlâ ve yine sonra, “Hz. İsa’nın
bedenlenerek dünyaya tekrar gelişi ve Muhammedi oluşu
anlatımında görüldüğü gibi” bir beyinde ve biyolojik bir
beyin ile ancak mümkün olabilecek olan Zatiyûnluğa
ulaşıyor. Beyin bu son dönüşüme de yol veriyor/imkân
sağlıyor. Allah’a ve Allah’tan iniş çıkış yolları
böylesine açık iken, kim bu yolları, “sistem adı
altında” örtüp / kapatıyor. Cevabımız yine “KENDİSİ”
olacaktır.
Öbür yandan, tahir olmadan, yani beşerî kalıp/şekil ve
kayıtlardan arınmadan bana el süremezsiniz diye bizleri
uyaran bir Kur’an ile muhatabız. Risaleti yanında
Nübüvvet özelliğini de buram buram yaşamış bir UYARICI
ile karşı karşıyayız. Bu UYARICI, Fena/çıplaklık yönünü
bize yansıtan söz ve davranışları ile beşeriyetimizi
sarsıyor; hemen akabinde Beka yollu, süper giyinmiş,
“örtülere bürünmüş” görüntüsü de zihinleri hayallerin
peşine sürüklemeye yetiyor. ”Allah ismi” ile insan
türüne, “bak söylemedi demeyin” gibilerinden varlığı,
sadece haber verilmiş, “Ahadiyet=Hiçlik” vasfı ile tarif
edilen, daha doğrusu tarif edilemeyen, bir “Mutlak Zât”
ile ve de onun türlü türlü, renk renk, manaları,
perdeleri yani meşhûr sistemi ile yüz yüzeyiz.
Fena olmadan Beka olur mu? Bize çok güzel bir elbise
sunulsa dahi, üzerimizdeki eski püskü belki kirli
giyisiyi çıkarmadan o “güzel elbiseyi” giyebilmemiz
mümkün mü?
Şimdi, “hiç kimse ameliyle bir yere varamaz/cennete
giremez” diyor, “sen de mi ya Rasulallah”
diyorlar, “evet” cevabını alıp sonra dönüp “
iki rekat namaz kılar, seni de ruhaniyetimle iki adım
geçerim” diyor.
KADR gecesi/ânı, bin aydan (83 yıl ibadetle geçmiş
ömürden) hayırlıdır deniliyor, Kadr anı, secde hali
gibi, müthiş, beşeriyetin ifna olduğu bir haldir izahı
da yapılıyor, tutup tapınak tapınak veya karanlık
odalarda tapınarak o KADR hali aranıyor.
Rasulullah buyurmuş ki “Ahir zamanda mescidler tıka
basa dolacak da, içlerinde bir tane mü’min bulunmayacak”
Bu işaretler/uyarılar hiç mi bir şey ifade etmiyor
bizlere? Bu kadar mı gözümüzü cennet hırsı bürüdü? Bir
bürüyen/bürünen var. Onun için hava da hoş yani. Açtığım
zaman alamazsan, örttüğüm zaman hiç alamazsın diyor
sanki. Ya da açınca bazı şeyleri fark edebilip, örtünce
de “neler oluyor” şarkısını/pardon şaşkınlığını dile
getirenlere de pes yani. Kendimizden söz ediyoruz ya, bu
hallere düşenler bizleriz, başkaları da değil.
Tamı tamına 62 sene, yapamadığı, eda edemediği, hangi
namazları, oruçları, riyazatları, Şems ile
görüştüğü sadece üç yıla sığdırdı da, evet bu üç yılda
nasıl bir hızlandırılmış programla, ne tür ibadet
çalışmaları yaptı da Molla Celaleddin, “bugün artık
dünkü molla değilim” diyen Mevlana’ ya dönüştü?
Ne diyordu Abdulkerim
Ciyli Hazretleri: “
Ne kadar ilmin varsa, tabii Ef’al düzeyindeki ilimden
söz etmiyoruz. Kendini tanıma yönündeki ilmin ne kadar
genişse, o kadar o şeyle karşılaştığın zaman onu
değerlendirebiliyorsun. İlmin olmaz, o şeyle
karşılaşırsın ama, dümdüz geçersin üstünden, hiç fark
etmezsin bile ne olduğunu.”
“Kişinin gerçekte var olmayan vehmi benliğinden
kurtulup, kendisindeki ilâhi benliğin zâhir olmasını
sağlama çalışmaları olan Tasavvuf’ta “Allah’ta yok olma”
diye târif edilen müşahedeler söz konusudur... İşte bu
yoldaki bazı müşahedelerimizi ihtiva eden kitabım”
dediği Üstad Ahmed Hulusi’ nin, “TECELLİYAT” ‘ına bir
göz atıyoruz;
“Bil ki, işitmiş, okumuş, bilmiş olan değil,
idrâk eden
tatbikçidir.
Çok kişi vardır ki, onlar gerçeği işitmiş veya birkaç
bilenin yahud idrak ehlinin eserlerinden okumuştur...
Fakat, idraktan mahrum oldukları içindir ki, o
gerçeği idrak edememiş, inkâra hatta suçlamaya, tekfire
gitmişlerdir.
Taklit eden değil, taklit edilen olmaya çalış!.
Nakleden değil, nakledilen olmaya gayret sarf et!..”
Ehh, biz yine nakillerimize devam edelim;
“ "ALLAH'I,
AYAKTA, OTURURKEN VE YANLARINIZ ÜZERE YATTIĞINIZ
ZAMANLARDA ZİKREDİN."
(4-103)
Genel mahlûkata ait
zikir başkadır; "insan"a
ait olan başka!.
Burada bahis konusu edilen "zikir", bütün mahlûkatın
yaptığı değil; sadece insanlara şâmil olandır... Çünkü;
"BİZ
EMÂNETİ GÖKLERE, YERE VE DAĞLARA ARZETTİK, ONLAR BUNU
YÜKLENMEKTEN KAÇINDILAR, ENDİŞEYE DÜŞTÜLER; İNSAN BUNU
YÜKLENDİ."
(33-72)
Âyetinde belirtilen
emanettir bu!. .
"Zikir";
insanların asıllarına yöneliş ve tekâmülleri
derecesinde, gerçek anlamına uygun bir hâl alır.
Başlangıçtaki zikir dilden, hep bir kelimeyi tekrar ile
olur.
Daha sonra bu, içten ve dil hareket etmeksizin olur.
Bundan sonra kalbten zikir gelir...
Bunu daha da açık izah etmek istersek, "tefekküri
zikir"
de diyebiliriz.. Gerçek anlamdaki zikrin, ilk basamağı
budur. Bundan evvelkiler, bu basamağa gelmeye yarayan
yol gibidir.
Burada birkaç hadîsi şerîfi daha belirtelim.
«Bir saat tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır.»
«Bir saat tefekkür, yetmiş yıllık ibadetten
hayırlıdır.»
«Bir saat tefekkür, bin yıllık ibadetten hayırlıdır.»
Böylece kişi, tefekküre başlar... Bu mertebede, dünyadan
sıyrılmıştır artık...
Bundan sonra zikir sırdandır... Kişinin, âhıretle dahi
alâkası kalmaz.
Ve daha sonra da hafî zikir başlar!. Burada tefekkür,
esmâ mânâlarından dahi tecrittedir!. Burada, birlik,
mutlak bölünmez birlik tefekkürü ve müşahedesi
başlamıştır...
Bütün bunlardan başka, ahfa vardır ki, onun hakkında ne
dilin gücü yeter bir şeyler söylemeye; ne de kalemin
gücü yeter bir şeyler yazmaya.... Onu, Rab bilir!...
Rab'dadır.!.. Rab'dandır!.. Rab'dır!..
Kişi, sırdaki rûhâniyetle zikre başladıktan sonra, artık
Rabbın örtüsüne bürünülmüş demektir. Buradaki tefekkür,
«Bir
saat tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır»
hadîsinde bildirilen tefekkürdür ancak.
Sizin anlayamadığınız, hareketlerinin gerçeğini idrak
edemediğiniz kişileri inkâr veya tenkit etmeniz,
kınamanız, sadece sizin seviyenizi ortaya koyar; onlar
ise, kendi âlemlerindedirler.
Öyle ise artık siz;
"SİZE
NE DERECE HİDÂYET VERİLMİŞ iSE, O'NU ÖYLECE ZİKREDİNİZ."
(2-198 )
Buyruğu üzere, Gerçeğe yönelip, idrâke çalışınız. Fakat
bunu da elbette kapasiteniz dahilinde yapabilirsiniz.
Öyle olunca kapasitesi sizinkinden daha geniş
olabilecekleri niçin inkâr edersiniz?. Her biriniz ancak
kapasiteniz kadarından mesûlsünüz.
Sık sık okursunuz ya;
"HİÇBİR
NEFİS VÜS'ATİNİN HARİCİNDEKİNDEN MÜKELLEF DEĞİLDİR"
(2-286) “
Evet, bizim söylemek istediğimiz, herkesin aynı mutlak
tek gerçeğe, Allah’ın Zatına yönelmeleri gerektiği
değil, bu abes ve de ahmaklık olur. Ancak, külliyen tek
tip reçetenin de yutturulmaya çalışılması da doğru
değil. Her ikisi de nefslere zulüm oluyor.
Bunları sen nasıl ve kime
söylüyorsun denilebilir. Ya hu her şey çok açık, tek
gerçek mutlak bilgi kaynağı, Rasulullah Aleyhisselam adı
altında o Muhammedî boyuttur. Diyoruz ki;
“Senin bize fark
ettiklerinle, seni anlayabildiğimiz kadarıyla yine sana
yöneliyoruz, yine senden yardım/ilim talep ediyoruz. Sen
bildirmesen, fark ettirmesen farkın farkını, biz neyi
anlamış olabilirdik ki bugün? Kusura bakma sende Celal
olabilir, Cemal de olabilir. Açar idrak ettirirsin, ama
örter/bürünürsen de yine senin fark ettirdiklerinle sana
deriz ki; “bu örtünün altında, bürünülmüş manaların /
perdelerin altında / özünde mevcut olan, yine bize bu “
hal / durum ile ” vermek istediğin “ hakikat / bilinç
noktası ” nedir?”
Bu arada, biz bir zamanlar YENİLENiyorduk / YENİLENMEye
başlamıştı(k) değil mi? Yanlış anlamamışsam eğer,
“konuya daha giriş” yapılmadı arkadaşlar. Neyse, lâ
yüs’al amma yef’al. Biz hele doğru yola gelelim de. O
yola doğru bir şekilde girelim de, gerisi gelir.
Ne demiş Hacı Bektaş-ı Veli; “İlimsiz gidilen yolun
sonu karanlıktır”
Saygı ve sevgilerimle. |