Akıl
Hidayeti Bulamaz
İnsanlar mizâç
itibariyle birbirlerinden farklı oldukları gibi, kavrama
ve inanma kabiliyetleri yönünden de oldukça
farklıdırlar. Bir insanın aklı ile tesbit ettiği ve "tek
kurtuluş yolu" olarak sunduğu teorileri, diğer bir insan
tamamen "saçma" olarak nitelendirebilir.
Hatta insanın
aklî muhakemesini işletmeyip, hakikati bulmada, iyiyi ve
kötüyü birbirinden ayırmada gaflete düşmesi de
mümkündür. Bütün bu ihtimaller olmasaydı, aklı ile
hareket eden ve "hakikati bulduğunu" ileri süren herkese
inanmamız gerekirdi.
Halbuki
görünen odur ki, herkes kendi aklını beğenmekte, tesbit
ettiğini ileri sürdüğü doğruların dışında kalan her şeyi
reddetmektedir. Dolayısıyla sırat-ı mustakîmin (doğru
yolun ve hakikatin) ölçüsü insan aklı olamaz.
İşte bu
noktada karşımıza hidayet ve dalâlet kavramları
çıkmaktadır. Allahü Teâla (c.c.); Hz. Âdem (as) ve Hz.
Havva'yı yeryüzüne indirdiği zaman şöyle buyurmuştu:
"Hepiniz oradan inin. Sonra size benden bir hidayet
gelir de; kim benim hüdâma tâbi olursa, artık onlara
hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun (üzüntülü) olacak
değildirler"
(Bakara, 2/38)
Yeryüzünde
insan için iki yol vardır. Birincisi: Allahü Teâla
(c.c.)'ya iman etmek ve hayatını İslâm'a göre düzenlemek
(hidayete tâbi olmak). İkincisi: Hevâ ve heveslere tâbi
olup, dalâlet üzere yaşamak!.. Bu iki yolun dışında
üçüncü bir yoldan söz etmek mümkün değildir.
Allah-ü Teâlâ,
insanlığın dalalet çukurlarında bocaladığı, hak ve
adaletten uzaklaştığı bir devirde, Alemlerin Efendisi
Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, bir hidayet rehberi olarak
göndermiş, O’na Kur'ân-ı Kerîm'i inzal buyurmuş ve
böylece İslam Dini'ni tesis etmiştir. Bu hidayet
kıyamete kadar inananların, ihlası ölçüsünde devam
edecektir.
“Hamdolsun o
Allah’a ki hidayetiyle bizi buna muvaffak kıldı. O bize
hidayet etmeseydi bizim kendiliğimizden hidayetin yolunu
bulmamıza imkan yoktu. Hakikat Rabbımızın Peygamberleri,
emr-i hak ile geldiler”
(A’raf, 7/43)
Şurası
muhakkaktır ki, hidayetten ayrılan bir kimse, mutlaka
dalâlete düşmüştür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık
hakdan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır?"
Buyurulmuştur. Mesele bu açıdan ele alındığı zaman
dalâlete düşmenin, neleri beraberinde getireceği kolayca
anlaşılır.
İnsanın sadece
aklî melekelerini kullanarak dalâletten kurtulması
mümkün değildir. Vahye tâbi olmayan kimse hidâyet
nimetine kavuşamaz. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de, Resûl-i
Ekrem (s.a.v.)'e hitaben: "İşte biz sana da böylece
emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki (vahiyden evvel)
kitap nedir, iman nedir? Sen bilmezdin. Fakat onu biz
bir nur yaptık. Bununla kullarımızdan kime dilersek, ona
hidayet veririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolun
rehberliğini yapıyorsun' buyurulmuştur.
Resûl-i Ekrem
(sav) vahiy gelmeden önce, kitabın ve imanın mahiyetini
bilmeyişi, mücerred aklın (bu noktada) sınırını
çizmektedir. Bu sebeple akıl, vahyi kavramak için bir
vasıtadır. Bu incelik unutulmamalıdır. Aklı
putlaştıranlar, dalâlete düşerler.
Hidayete
Ulaşmak İçin
Kişi kabiliyet
ve imkânlarını hidayet yolunda değerlendirmelidir. Her
birimizin kabiliyet, kapasite ve meşgul olduğu işleri
farklıdır. Bunların her biri, yerine getirilirken İslami
ölçüler dahilinde hareket edilmelidir.
“De ki:
Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu
durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi
bilendir”
(İsrâ, 17/84).
Nitekim insanların her biri bir yol tutturmuş gidiyor.
Müslümanı da böyle gayr-ı müslimi de böyle. Ama önemli
olan, bu yolun nereye gittiği ve Yaratıcımız nezdindeki
değer ve konumudur.
Müslümanlar
iyilik ve Allah’ın emirlerini hayata geçirme noktasında
birbirleriyle yardımlaşmalı, kötülüklerden sakınmaya
çalışmalıdırlar. “İyilik ve takva sahibi olmada
yardımlaşın, günah ve sınırı aşmada yardımlaşmayın!”
(Mâide, 5/2).
Günümüzde
Müslümanların bazı olumsuz durumlarına bakarak
ümitsizliğe düşmemek gerekir. “Ve her kim Allah'a,
Peygamberine ve iman edenlere dost olursa, şüphe yok ki,
ancak Allah'tan yana olanlar üstün geleceklerdir”
(Maide, 5/56).
Bilinçli
hareket ve İlim
Müslüman,
ilmihal bilgilerine sahip olmalıdır. İlmihal demek
sadece namaz ve ibadetler ile ilgili bilgiler demek
değildir. Bir de muamelat dediğimiz hayatın bütün
alanlarını kaplayan İslami ilimler vardır.
Hatta
‘ilmihal’ kelimesi, ‘durumun-halin bilgisi’ manasına
olup daha ziyade bunu ifade eder. Bu noktada üsve-i
hasene olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatını tek örnek
ve rehber olarak kabul edip Onun ahlakıyla ahlaklanmak
bütün Müslümanların şiarı olmalıdır.
Nitekim
Rabbimiz; “(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız
bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın”(Âl-i İmran, 3/31) buyurarak, müslümanın
hayat prensibini açıklamıştır.
İtaat
muvaffakiyetin asgarî şartıdır. Kalbe tesir etmeyen iman
ile ihlaslı amel ortaya çıkmaz. Müslüman feraset ve
basiret sahibi olmalıdır.
Basiret,
insanın içinde kopan fırtınaların hangisinin rahmanî
veya şeytanî olduğunu düşünüp gören güçtür.
İhlaslı
davranış, bilgi, şuur, sadakat ve sabırla ortaya
çıkabilir. İhlas ve sadakatle yapılmayan iş, insanı
küçültür ve azmini kırar.
Ancak, arzu ve
tatmin arasına bir sınır konulduğu zaman, insan
faniliğini keşfedebilmektedir. İman edip hidayete
erebilmek için heva ve hevese uymamak gerekir. Peygamber
(s.a.v.)’in ifadesiyle; “Arzusunu benim getirdiğime tâbî
kılmayanınız (tam) iman etmiş olamaz” (Nevevi, 40
Hadis).
Üzerimize
Düşen Gören
Unutmayalım
ki, vererek alırız, bağışlayarak bağışlanırız, ölerek
sonsuz hayata doğarız. İnsan ancak, imanı, ameli ve
ihlası ölçüsünde Allah’ın rahmeti ve Peygamber
(s.a.v.)’in şefaatinden istifade ererek hidayet üzere
olabilir.
Hiç kimse
sebeplere tevessül etmeksizin ‘Nasıl olsa birileri gelir
bizi kurtarır vs.’ gibi safdilliklerle meşgul olup
kendini kandırmamalıdır. Herkes kendi âleminden ve
amelinden sorumludur.
“(Resulüm) De
ki: "Allâh, herşeyin Rabbi iken ben O'ndan başka Rab mı
arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir.
Kendi (günâh) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının
(günâh) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir;
(O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir"
(En’âm, 6/164).
Son olarak,
günümüzdeki Müslümanların durumuna bakacak olursak, öyle
anlaşılıyor ki; Allah hakiki alimleri alarak
Müslümanları cezalandırdı. Biz de yeniden ilme, Kuran ve
sünnete sarılarak, beş vakit namazını kılabilenlerin
Fatiha okurken diledikleri hidayete erebilmek için
gayret edelim.
En güzel
yorumcu kaderin tahakkukudur. Neye layık olursak ona
erişiriz. Allah’ın selamı ve rahmeti, hidayete tabi
olanların üzerinedir. |