Prof.Dr. M.Kerem Doksat
 

Düşmekte olan bir uçakta ateist bulamazsınız
Sahir Erman:

özet

Din hem bireysel hem de toplumsal bir kurum ve insanoğlunun evrimsel tarihinden süzülerek gelmiş bir olgu. Ortaçağ karanlığında insanları gerçekten de afyonlamak için kullanılırken, günümüzde de gerek memleketimizde, gerekse dünyada pek çok şey din adına, onu bahane veya gerekçe göstererek yapılıyor.

Bu arada bütün dünyada sekter kutuplaşmalar, köktendincilikle kökten din düşmanlığı serpilmekte. Batı inancını kaybetmenin hazin hüznünü yaşıyor, bilim de dinden ürküyor. Hâlbuki mistisizm, din, dindarlık, mükâşefe ve kendini aşma gibi kavramlarla bu kaos rahatlıkla kozmosa tahvil edilebilir.

Bu, daha ayrıntılı bir monografinin ön çalışmasıdır.

Anahtar Kelimeler: din, dindarlık, mistiklik, sembolizma

RelIgIon kelimesinin kökenleri (pek çok sözlükten derlenmiştir)

         Lâtince religio: Tanrı’ya veya tanrılara dâir, kutsallıkla ilgili… res divina: Tanrılara hizmet; res publica: devlete hizmet (Roma).

         Kelimenin tam kökeni muğlâk: ligare: bağlanmak / okumak / dikkatle gözden geçirmek / seçmek + re: tekrardan, yeniden.

***

din kelimesinin kökenleri

“Din Nedir” diye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmî web mekânına (http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dinibilgi.asp?sayfa=1&yid=1) bakınca şunu görüyorsunuz:

<<Din, ilk insanla birlikte doğal olarak var olmuştur. İnsan var olduğu sürece de devam edecektir. Çünkü insanın yaratılışında, kendisini yoktan var edeni bilme, O’na inanma, bağlanma, kulluk yapma duygusu ve ihtiyacı vardır. Fıtratı bozulmamış bir insanda bu ihtiyaç mutlaka kendisini gösterir ve tıpkı fiziki varlığın yeme, içme bilmeye, O'na inanmaya ve bağlanmaya ihtiyaç duyar. İnsan, fıtratındaki bu duyguyla aklını kullanarak, yaratanının varlığını ve birliğini kavrayabilir. Ancak, yaratıcısının, kendisinin mutluluğu için ondan neler istediğini, hangi davranışlarından râzı olup hangilerinden hoşlanmayacağını, kısacası O'nun hoşnutluğunu nasıl elde edeceğini, bunun yanında, sinirli olarak yaratılmış bulunan insan aklının, mücerred düşünmekle ulaşamayacağı birtakım soyut mes’eleleri bilemez. İşte sınırlı olarak yaratılmış bulunan insan aklının, tek başına çözemeyeceği bu tür mes’elelerin cevabını ancak hak din verebilir.

Bunun için Allah, insanlar içinden peygamber görevlendirerek onlar aracılığıyla insanları dünya ve âhirette mutluluğa ulaştıracak esasları insanlara bildirmiştir. İşte Allah’ın Peygamberleri aracılığıyla akıl sâhiplerine gönderdiği, onları kendi irade ve seçimleriyle doğruya ve mutluluğa ulaştıran bu hayat düzenine din denir.

Dinî kuralların koyucusu Yüce Allah’tır. Peygamberler dâhil hiç bir kimsenin din koyma yetkisi yoktur. Peygamberler, dinî hükümleri tebliğ etmekle yükümlüdürler. Tarih boyunca insanların din olarak ortaya koydukları birtakım ilke ve kurallar hiçbir zaman hak din niteliği taşımaz. Vahye dayanmayan yâni bir peygamber tarafından tebliğ edilmemiş olan bu gibi sistemler, insanlığı maddî ve manevî bütün yönleriyle kuşatıcı özelliğe sâhip olamaz. Bunun yanında asılları vahye dayanmakla birlikte, temel ilkeleri korunmamış ve zaman içinde asliyetini yitirip bambaşka şekiller alarak bozulmuş dinler de vardır.>>

Bu târif, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ismini İslâmiyet İşleri Başkanlığı olarak tashihini gerektirecek kadar gayrı ilmîdir. Çünkü dünyadaki İslâm hâricindeki 5000 civarındaki “öteki” dini bâtıl ilân etmekte, bir tânesini tek ve gerçek olarak dayatmaktadır. Tabii ki Müslümanlar için hak din İslâm’dır ama “ötekiler” için de aynı şey geçerli değil mi?

***

Aynı dayatmayı esas işi atom mühendisliği olan ve epey rağbet gören bir yazar olan Ahmet Yüksel Özemre’nin web mekânında da bulabiliyorsunuz. Birtakım doğrulardan sonra işi sadede getiriyor ve mugalâtaya dalıyor; imlâ hatalarına hiç dokunmadan aynen iktibas ediyorum (http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=274&Itemid=57):

<<Etimolojik Açıdan "Din"

Din kelimesi arapça bir kelimedir. Dil bilginleri bu kelimenin arapça deyn kelimesinden türemiş olduğunu kabûl etmektedirler. Deyn: "Yükümlülük, belirli zamanda ödenmesi gerekli borç" anlamındadır. Buradan din'in: "Belirli zamanda ödenmesi gerekli borcun ödeme biçimini düzenleyen kurallar" olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber din kelimesi, zaman içinde, bu tanımı pekiştiren semantik anlam kaymalarına uğramış ve: örf, âdet, durum, itaat, hüküm, ferman, yönetme-yönetilme, îtikat, tapınma gibi anlamlara da çekilmiştir. Deyyân da din'den türemiş olup "hüküm sâhibi" demektir. Ayrıca din kelimesine, Kur'ân'da 13 yerde geçen yevmü-d din gibi özel bir deyimde cezâ ve hesaplaşma anlamları da yüklenmiştir. Din kelimesinin lâtince karşılığı ise religio kelimesidir. Bu kelimenin kökünün, etimolojik açıdan, iki kaynaktan geldiği ileri sürülmüştür. Bunlardan biri relegere kelimesidir ki "itinâ ile muamele etmek", diğeri ise religare yâni "bir şeye bağlı kılmak" demektir. Bazı dil bilginlerine göre din'in otuzu aşkın farklı anlamı bulunmaktadır.

Sosyolojik Açıdan "Din"

Otuzu aşkın farklı anlamı bulunan ve tezâhürleri açısından da büyük çeşitlilik2 arz eden din olgusunun şimdiye kadar herkesi memnûn eden, efrâdını câmî ve ağyârına mânî tam ve eksiksiz, açık ve de seçik yâni bilimsel tanımı verilebilmiş değildir. Yapılabilen, ancak, ne türden tezâhürlerin dinî tezâhürler olarak tescil edilmeleri gerektiğinin asgarî şartlarının tesbitidir.

Meselâ Budizmi, uygulamaları düzeyinde değil de, doktrini yâni felsefesi düzeyinde ele alacak olursak, Gautama Buddha'nın (M.Ö.VI. yüzyıl) öğrettiği Budizm'de şahsî ya da gayrı şahsî bir ilâh mevcûd değildir. Buddha kendisini ilâh ilân etmemiş olduğu gibi herhangi bir ilâha tapınmayı da öğütlemiş değildir. Ama Buddha'dan sonra budistler Gautama Buddha'ya ve onun heykellerine karşı izhâr ettikleri büyük saygı dolayısıyla onu "ilâhlaştırmışlar" ve bu heykeller karşısında gerçekleşmesini arzu ettikleri isteklerini dile getirirken Buddha'nın öğretisinde bulunmayan bir takım ritüeller ihdâs etmişlerdir. Bu bakımdan temelindeki doktrine değil de uygulamalarına bakıldığında, Budizm'in zaman içindeki bu gelişmesini putperest bir din gibi görmemek mümkün değildir.

Dinin soyut kavramı, Batı'da, önce Roma İmparatorluğu'nda biçimlenmeğe başlamıştır. Romalıların bu amaçla kullandıkları religio kelimesi de sonradan bütün Hıristiyan Batı Âlemi'nin malı olmuştur. Cicero (M.Ö.106–43) religio için: "Bir kimsenin lâyık olan her varlık ve özellikle de ilâhî bir varlık karşısında kendi derûnunda duyduğu bağlılık ve saygı" tanımını veriyor ve bu kişinin bağlılık ve saygısının da toplumun bu konudaki örf ve âdetine uygun olarak gelişen âyinlerine (ritüellerine) katılmasında ortaya koyduğu özen sâyesinde ortaya çıktığını ifâde ediyordu.

Bu tanıma göre, otantik sayılabilecek bir dinden söz edebilmek için, en azından:

  1. İnsanların derûnlarında kendisine karşı bağlılık ve saygı duymaları gereken ve kâbına asla varılamayacağına, ona benzer ya da eş olunamayacağına inanılan bir (ya da birkaç) Varlık mevcûd olması,

  2. Bu bağlılık ve saygının da bir çeşit ritüel aracılığıyla izhâr edilmesi, ve kalıcı ve sürekli bir biçimde açığa vurulması,

  3. Söz konusu saygıdan ve ritüellerden sapmaların ise: A) yasak (harâm, ya da tabu) olması, ve B) cezâlandırılması

gerekir.

Bunlar, en ilkel din şekli için gerekli olan asgarî şartlara delâlet etmektedir. Bu şartlara uyan dinlerin ise evrensel değil ancak mevzî bir tebliği olduğu gözlenmektedir.

Kişilerin derûnlarında bağlılık ve saygı duydukları bu Varlık, dinî tezâhürün türüne göre, ya somut olarak maddî bir nesneyle temsil edilebilmekte; ya da maddî bir şeyle temsil edilmesi mümkün olmamaktadır. Birinci hâlde bu temsil genellikle put adını alır. Totem de bir çeşit puttur. İkinci hâl söz konusu olduğunda ilkel dinlerde, bu: animistlerde Anima, Malinezya'da Mana, Kuzey Amerika'da Algonkin yerlilerinde Manitu, Irokuva yerlilerinde Orenda, Lakota yerlilerinde ise Vakan adını almaktadır.

Gerek etimolojik anlamı gerekse sosyolojik olgusu bakımından bir dinî tezâhür'un ortaya çıkabilmesi için demek ki, en azından:

  1. İnsanların kendi derûnlarında olağandışı bir saygıyla bağlı oldukları bir ya da birkaç varlığı kabûl ve teşhis etmiş olmaları (îmân),

  2. Bu varlık ya da varlıklar karşısında kendilerini bir takım özel tutum ve davranış biçimlerine uymaya zorunlu hissetmeleri (ritüeller), ve

  3. Bu özel tutum ve davranışların (ritüellerin) kalıcı bir örf ve âdet hâlini kazanmış olması (şerîat), ve

4.      Bunlardan sapmalara da belirli bir cezâ sisteminin uygulanması (günahların cezâlandırılması).

gereklidir.

Bu şartlar din sosyolojisi açısından en ilkel din türünü karakterize eden şartlardır. Câhiliyye dönemindeki arapların Lât ve Uzzâ gibi putlara karşı tutumları da işte bu anlamda ilkel bir dinî tezâhürdü. Onlar da bu putlara, kendilerine saygıyla bağlı olunması gereken varlıklar olarak îmân ediyorlar; onlara olan saygılarını zaman zaman yiyecekler sunmak, bunların muhâfaza edildikleri binâyı (Kâbe'yi) çırılçıplak, bağırarak ve el çırparak tavaf etmek ve bu ritüeli yılın belirli zamanlarında daha şatafatlı bir biçimde tekrarlamak sûretiyle gösteriyorlardı. Bunlara karşı çıkan müslümanlara ise cemiyetten tecrid etme ve ambargo cezâsı uygulanmaktaydı. Pasifik adalarında ve Kuzey Amerika'daki yerlilerin köylerinin girişine yerleştirdikleri kabîle totemlerine karşı saygı dolu tutumları da böyle bir ilkel dinî tezâhür kapsamı içindedir.

Daha gelişmiş dinî tezâhürlerde, söz konusu ilkel dinî tezâhür türünden farklı olarak, bir doktrin ile birlikte dinî kurumlar'ın da ortaya çıktığını görmekteyiz. Doktrin, en azından, saygı duyulan yâni Tapınılan Varlık ile müminler arasındaki ilişkiyi düzenleyen ve bir takım yasakları ve yaptırımları ve hattâ cezâ ve mükâfatları da içeren "norm koyucu" bir inanç (îmân) sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Dinî kurumlardan kastedilen ise, başta, söz konusu dinin sâlikleri'ne bu doktrini açıklamakla yükümlü olan ruhban sınıfı ile bu doktrine bağlı olarak kurulan ve dindarların toplantılarını ve tapınmalarını organize eden, dinin yayılmasına ve korunmasına yardım eden kurumlar kastedilmektedir.

Söz konusu ilkel dinlerde bu inanç sisteminin emirlerine uymamak bir yana, bunları tahlîl etmek ve eleştirmek dahî yasaktır ve mutlaka beşerî bir cezâyı gerektirmektedir. Bu cezâlar ilkel kavimlerde dayak ya da vücûda başka türlü maddî zarar vermekden tutun da hürriyeti kısıtlamaya, cemiyetten atılmaya, işkenceye ve hattâ ölüm cezâsına kadar gidebilmektedir.

Bir toplumda dinî tezâhürler iyice yerleşmeğe ve din de kollektif bir kurum olarak anlaşılmağa başladıktan sonra, zaman içinde doğal olarak, temeldeki doktrinden de ritüellerden de farklı uygulamalar ortaya çıkabilmekte ve hattâ dinî uygulamalar sekülerleşebilmektedir. Bu ise dinin temelindeki ilkelerinden çok farklı sapmalara yol açabilmektedir. Bu sapmaların yüksek düzeydeki dinlerde daha çeşitli biçimlerde ortaya çıktığı ve hattâ bâzen dinin yerine geçtiği dahî görülmektedir. Yâni din, doktrin açısından sâfiyetini koruyabilirken, uygulamalar (diyânet) açısından pekçok sapmanın zuhur etmesi ve bu sapmaların da dinin bir parçasıymış gibi algılanmaları ya da icbâr edilmeleri mümkündür.

Ferdî ve Kollektif Vicdan Açısından "Din"

En gelişmiş dinler, insanların kendi kendilerine bazı kişi ya da nesneleri put olarak tapınma aracı kabul etmelerinden çok farklı olarak, idrâkin çok ötesinde kalan ve maddî emsâli bulunmayan tek ve aşkın bir Yaratıcı Varlık tarafından seçilmiş bazı kimselerin (Peygamberler'in) bu Varlık'dan çıkan ilâhî vahyi herkese alenen açıklamalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu Varlığa Allah, ve ilâhî direktiflerin toplu olarak sunulduğu kitaba da Semâvî Kitap denilmektedir. Bu kabil dinlerin en belirgin özellikleri:

  1. Dünyâ hayatına bir düzen getiren,

  2. Müminlerin: A) Allah'a, B) insanlara, C) diğer varlıklara karşı sorumlulukları belirleyen, ve

3.      Bu sorumlulukların yerine getirilmesi ya da getirilmemesi hâlinde ölümden sonra başa gelebilecek olan olayları açıklayan "norm koyucu"

bir ahlâk sistemi olmalarıdır.

Hiç şüphesiz ki en ileri din İslâm dinidir. Diğer bütün dinlerin aksine bu dinde dayatmacı, dini zorla kabûl ettirici hiçbir yaptırım yoktur ve dini benimseyip yaşamaları konusunda ferdî vicdanlara baskı da yapılamaz. Bu: "Lâ ikrâhe fi-d dîn" (Dinde zorlama yoktur!" (II/256)3 âyetiyle de tahkîm edilmiştir. İslâm'da, hattâ, dinden dönenlere insanlar tarafından uygulanacak dünyevî bir had4 dahî yoktur5; onların cezâsı "... Allah'ın, meleklerinin, ve insanların lânetine uğramalarıdır" (III/87), ve ".. tövbe edip de yola gelenlerin dışında" (III/89) onlar "Bu lânette sürekli kalacaklardır" (III/88); "Hiç kuşkusuz, onlar âhirette ziyâna uğrayacak olanlardır" (XVI/109).

Kısaca özetlemek gerekirse, İslâm dini:

  1. Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna, ve

  2. Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkatının hukukuna

riâyet etmekden ibârettir.

10 Aralık 1948 târihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin 18. maddesi:

  1. Herkesin vicdan ve din hürriyetine sâhip olduğunu, ve

  2. Ana ve babaların da çocuklarına kendi vicdanlarına uygun bir biçimde dinî ve ahlâkî eğitimi sağlama hakkını

hükme bağlamıştır.

Bu, Avrupa Konseyi ülkelerinin 4 Kasım 1950 târihinde Roma'da imzaladıkları İnsan Haklarını Ve Temel Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi'nin 9. maddesiyle de te'yid edilmiştir. Avrupa Güvenlik Ve İşbirliği Konferansı'nın 1 Ağustos 1975 de Helsinki'de imzalanan sonuç belgesi de "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi"nin söz konusu 18. maddesini yeniden te'yid etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 1982 Anayasası'nın 24. maddesinde ise:

"Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibâdet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibâdete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz"

denilmektedir6. Bu madde hem Kur'ân'ın II/256. âyetinin rûhuna ve hem de söz konusu Bildiri'nin 18. ve Sözleşme'nin de 9. maddelerinin rûhuna uygundur. Ayrıca "Türk Cezâ Kanunu"nun Din Hürriyeti Aleyhinde Cürümler bölümü de din ve ibâdet hürriyetine karşı işlenen fiillerin cezâlarını belirtmektedir.

Ancak bütün bu hukukî metinlerde dinin ne olduğunun bir tanımı da, din olarak kabûl edilenlerin bir sayımı da yapılmamıştır. Bunun tek istisnâsı, galiba, Türkiye'deki sâlikleri ancak birkaç bin civârında olan, Yehova Şâhitleri olsa gerektir. Zîrâ T.C. Yargıtay Cezâ Genel Kurulu, bütün bu ulusal ve uluslararası hukukî belgelerin ışığı altında, Yehova Şâhitliği'nin bir din olduğunu resmen tescil etmiştir7.

Oysa Türkiye'de, yukarıda verilen din tanımına uyan, din olarak tescil edilmesi ve gerek T.C. Anayasası'nın gerekse Türkiye'nin imzâlamış olduğu uluslararası antlaşma ve belgelerin garantisi altında herkes tarafından da din olarak anlaşılması gereken îtikad sistemleri vardır. Bunların sâlikleri kendilerine özgü dinlerinin: 1) tanıtımını yapmak, 2) ritüellerini herkesin gözü önünde ve çekinmeden ifâ edebilmek, 3) sâliklerinin îmânlarını kuvvetlendirmek için her imkândan yararlanmak, yâni dinlerini derin bir vecd ve coşku içinde dolu dolu yaşamak husûsunda büyük bir gayret içinde bulunmaktadırlar. Beğensek de beğenmesek de, bu dinlerin sâliklerinin samimî gayretlerini, söz konusu ulusal ve uluslararası hukukî belgeler çerçevesi içinde ve Kur'ân'ın II/256 ve CIX/68 âyetlerinin ışığı altında müsâmahayla karşılamak ve bunları din olarak teşhis ve tescil etmek toplumsal barış açısından isâbetli olacaktır.

Din Olarak Tescil Edilmesi Gerekli İtikad Sistemleri

Türkiye'de kendilerine özgü: ilâh anlayışları, ruhban sınıfları, mâbedleri, ritüelleri, kutsal savaşları (mukaddes cihâdları), ahlâk anlayışları, mükâfat ve mücâzat sistemleri, Kâbe yerine koydukları kutsal mekânları ve hattâ oruçları ile bir sürü orijinal inanç sistemi bulunmaktadır. Bunların bir kısmı saldırgan, bir kısmı seçici (dolayısıyla demokratik değil, oligarşik!), bir kısmı da halkın arasına nifak sokucu ve bölücü bir misyonerlik rûhuyle müteharriktir. Ama hangisine bakarsanız bakınız hepsi de bir kimlik arayışı içinde ve bu kimliğin te'yid ve tescili peşindedir. Çoğunun karamsarlığının kökeninde de, bu eksikliğin yanında diğer itikad sistemleriyle verimli ve müsâmahalı bir diyalog kuramamak bulunmaktadır.

Çeşitli inanç sistemlerine mensûb olan insanlar arasındaki çekişmeler çoğu kere fuzûlî ve anlamsız nefsânî çekişmelerden ibâret kalmaktadır. İnsanlar biribirlerini bu inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlamakta, bundan dolayı biribirlerini kınamakta ve hattâ suçlamaktadırlar. Bunları, karşılıklı saygı olmasa bile, hiç değilse biribirlerine tahammül etme düzeyinde buluşturmak gerekir.

Bu buluşmanın ve aralarında verimli bir diyalogun başlaması için inanç sistemlerinin de aynı bir kategori altında toplanması fuzûlî sürtüşmelerin ortadan kaldırılması için isâbetli olacaktır. Bu gibi inanç sistemlerinin otantikliğini din kategorisi şemsiyesi altında tesbit ve tescil etmek gerçekten de hayırlı bir adım olurdu. Bu statü sâyesinde ve Anayasa'mızın 24. maddesi uyarınca bu kabil dinlerin sâlikleri yasal bir güvenceye kavuşturulmuş olacaktır. Ve artık kimse bu kabil inançları ne kınayabilecek ve ne de suçlamak yetkisini kendisinde görecektir.

Şimdi ülkemizdeki fikriyât (ideoloji), davranış ve uygulamaları açısından yukarıdaki tanıma göre din olarak telâkkıy ve kabûl edilebilecek olan bazı müesseselere bir göz atalım:

1. Meselâ Anadolu Aleviliği'nin bazı vecheleri tümüyle bağımsız ve otantik bir din görünümü arz etmektedir. Zâten Alevîlik'den söz konusu ederken çok temkinli davranmak ve hangi Alevîlik'den söz edildiğini vurgulamak gerekir. Zîrâ Alevîlik, tarih boyunca uğradığı istihâleler sebebiyle, bir ucunda Şeriat'a kesinkes uyan Sünnî Alevîlik'den diğer ucunda Hazreti Ali'yi (hâşâ!) bizzât Allah'ın kendisi bilen Sebeiyye Alevîliği'ne ya da Ateist Alevîlik saçmalığına kadar çok geniş bir anlayış ve uygulama yelpâzesine sâhip bulunmaktadır.

Bu meyânda hem Alevîliği halkın nezdinde gözden düşürmek ve hem de Alevîler arasına nifak sokmak için, hangi şer ve mel'anet odaklarınca geliştirilmiş olduğu bilinmeyen, uyduruk Ali'siz Alevîlik ve Ateist Alevîlik akımlarına da dikkat etmek gerekir9. Yukarıdaki kıstaslar çerçevesi içinde Yehova Şâhitleri'ninkinin enaz birkaç misli bir taraftar kitlesine sâhip olduğu tahmin edilen Sebeiyye Alevîliği'nin de bir din olarak teşhis ve tescili, hem toplum açısından bir müsâmahaya sebep olmak ve hem de karşılıklı uygun ve yasal bir müzâkere zemini oluşturmak bakımından, isâbetli olacaktır.

2. Fanatik nükleer enerji karşıtlarının davranışları da, yukarıda verilmiş olan tanım çerçevesi içinde, din şablonuna tamâmen uymaktadır. Bunların sâliki oldukları din:

  1. Hayrın timsâli ve "Aydınlıklar Prensi" olan Güneş ile

  2. Şerrin timsâli ve "Karanlıklar Prensi" olan Nükleer Enerji'den oluşan iki ilâhlı düalist bir din

görünümünde ortaya çıkmaktadır. Bu iki ilâh ve taraftarları da evrensel bir savaş içinde bulunmaktadırlar. Güneş taraftarlarının galebesi hayrın galebesi, şerrin ortadan kalkması, Yeryüzü'nde de ebedî mutluluk ve Cennet'in tesisi; bunun tersine, Nükleer Enerji taraftarlarının galebesi de şerrin galebesi ve Yeryüzü'nde ise ebedî sefâlet ve Cehennem'in tesisi olacaktır. Bu hâliyle Zerdüşt Dini'ni andıran bu dinde Güneş Ahura Mazda'ya ve Nükleer Enerji de Ehrimen'e tekabül etmektedir.

Fanatik nükleer enerji karşıtlarının dini, misyoner ruhlu ve kendisi gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımayan bir dindir. Bu dinin telâkkisine göre Güneş'in galib gelebilmesi için her türlü yalan, dezinformasyon, iftirâ, komplo ve şantaj mubahtır. Dinin "Papalık Kurumu"nu Greenpeace denilen örgüt yüklenmiştir. Dinin Türkiye'nin ilk nükleer santralinin kurulacağı "Akkuyu Nükleer Santral Siti" ya da Fransa'nın Büyük Okyanus'da su altı nükleer bomba deneylerini gerçekleştirdiği Muroroa Atolü gibi, Hac fârizasını ifâ etmek kabilinden topluca ziyâret ettikleri, kutsal ziyâretgâhları ve buralarda icrâ ettikleri kendilerine özgü ritüelleri vardır. Bu dinin sâlikleri, zaman zaman: kendilerini zincirlerle resmî dairelerin giriş kapılarına zincirlemek, iskelet resimli tulumlar giymek, ziyâretgâhlarında geceleri ateş yakıp tepinmek gibi başka ritüellerle ve nükleer enerjinin ülkeye girmemesi uğruna tuttukları oruçlarla da dinlerinin kendine mahsûs henüz yazılı olmayan "Şerîat"ını ifâ etmektedirler.

Bu dinin ülkemizdeki sâliklerinin sayısı Yehova Şâhitleri'ninkine oranla binlerce misli fazladır. Bu dinin de "Yüksek Yargı Organları"mız tarafından resmî bir din olarak teşhis, tesbit ve tescilinin ülkenin iç huzuruna muhakkak ki pekçok yönden olumlu katkıları olacaktır.

3. Bir başka dinî teşekkül de Mâbed diye isimlendirdiği ve gerçekten de öyle kabûl ettiği Loca'larıyla, kendine özgü ruhban sınıfıyla, özel kıyâfetleri ve zengin ritüelleriyle, özgün ahlâk anlayışıyla, sembolik ve gerçek kurbanlarıyla Masonluk'tur. Masonluk'taki ilâh kavramı ise İslâmın Âlemlerin Rabbi kavramından çok farklıdır. İslâm'a göre 360.000 âlem vardır ve içinde yaşadığımız Kâinat da bunların en sonuncusu yâni üçyüzaltmışbinincisidir. Masonların ilâhı ise yalnızca Kâinat'ın Ulu Mimarı'dır.

Masonluğun ritüellerinin halka açık olmaması halk tabakalarının bu örgüt hakkında, daha çok, kuruntuya dayanan bilgilere itibâr etmesine ve diyalog eksikliğine sebep olmaktadır. Türkiye'de Yehova Şâhitleri'nden en az beş kat daha fazla taraftara sâhip olan Masonluğun da orijinal, otantik ve yalnızca seçilmişlere mahsûs oligarşik bir din olarak teşhis ve tescili, yukarıda ifâde edilen sebeplerden ötürü, yerinde olacaktır.

4. Halk referandumu sonucu kabûl edilmiş olan 1982 Anayasası "Başlangıç" bölümünde "... bu Anayasa(nın).... – Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, ölümsüz önder10 ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O'nun inkılab ve ilkeleri doğrultusunda....mutlak sadâkatle yorumlanıp uygulanmak üzere ... Türk evlâtlarının vatan ve millet sevgisine emânet ve tevdi ..." olunduğunu kaydedilmektedir.

Bu, Anayasa'nın, Atatürk'ün Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine çıkaracağını umduğu inkılablar ile bu inkılabların fikir çerçevesini oluşturan Atatürkçülük akımının üstüne inşâ edilmiş olduğunun ilânıdır; ve kim ne derse desin, bu Anayasa 1982 yılında yapılan referandumla halkın % 91,37 sinin desteğini almış olan yasal bir metindir ve bu hâliyle de ister TBMM isterse referandumla tâdil edilinceye kadar her türlü tartışmanın dışındadır11.

Bu yasal metin içinde Atatürkçülük idrâkini dinî tezâhürlere sâhip kılacak hiçbir unsur yoktur. Ancak Atatürk inkılablarının ideolojisinden hareketle 1928 yılından başlayarak gelişen Kemalizm için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Kemalizm, kendine has abartmacılığı çerçevesinde:

  1. Atatürk'ü beşerî vasıflarından soyutlamakla,

  2. Onu asla hâtâ etmez, İlâh/Tanrı, Peygamber ya da Mehdî diye dayatmakla,

  3. Çankaya Köşkü'nü Kâbe olarak tanımlamakla,

  4. Atatürk için yeni bir Kur'ân(!) ve Mevlîd düzmeğe kalkışmakla12, ve

  5. Dayatmacı tavrıyla

her türlü şirkden korunmak zorunda olan Müslümanlar'ın inançlarına ters düşmüştür. Bu tutum ülkede hâlâ devâm etmekte olan büyük bir huzursuzluğun, müsâmahasızlığın, halkı iki ayrı kampa bölen bir idrâksizliğin tohumunu eken büyük bir nifâk unsuru olmuştur.

Nasıl ki Buddha'nın orijinal doktrininde ilâh kavramı yoksa ve Buddha kendisini asla ilâh olarak nitelendirmemişse Atatürk de kendisini aslâ ilâh olarak nitelendirmemiştir. Anayasamızın temelindeki Atatürkçülük felsefesinde yalnızca belirli bir amaç uğruna Türkiye'yi belirli kalıplara sokmağa yönelik inkılablar vardır, o kadar!

Mezarında kemiklerini sızlatacak biçimde rahmetli Atatürk'ü ilâhlaştıran ise Atatürk değildir; kendini ona nisbet eden ama onun realpolitik anlayışından, temkininden ve sağduyusundan uzak olan Kemalizm'dir. Kemalizm bugün bâzı oportünist devlet adamlarının, bürokratların, medyanın ve bazı mahfellerin antidemokratik dayatmacı arzularını mubah ve yasal göstermek için arkasına saklandıkları bir kalkan olarak tecellî etmiş bulunmaktadır.

Kemalizmin bir din hâlinde tezâhür etmesini sağlayan unsurları:

  1. Atatürk'ün Hâtâsız (Lâyuhtî), Hayatı ve Eylemleri Tartışılamaz (Lâyüs'el), Yaratıcı (Hâlik)13, Ulu (Ekber), Ölümsüz (Hayy, Bâkıyy) gibi yalnız Allah'a mahsus beşer-üstü vasıflarla ilâhlaştırılması, hattâ kendisine Tanrı-Türk sıfatının yakıştırılmasıdır14,

  2. Kendilerini bu dinin sâliki olarak afişe etmekden gurur duyan bir ruhban sınıfının varlığıdır,

  3. Kemalizm'in Atatürk'ün vefâtından sonra ihdâs ettiği kendine özgü değişmez ritüellere sâhip oluşudur,

  4. Bu ritüellerin belirli vesiylelerle icrâ edilmesinin gerekliliği ve hattâ bunların bir kısmının belirli bir takvime bağlı olmasıdır,

  5. Kemalizmin kendine has bir reenkarnasyon (tenâsüh) inancına sâhip olmasıdır15,

  6. Herkesi bu dinin mümini kılmak isteyen dayatmacı bir misyonerlik sergilemesidir, ve nihâyet 

  7. Bu dinin sâliki olmayan herkesi hasım kabûl ederek bunlara karşı bir mukaddes cihâd açılmasını mubah gören müsâmahasız ve hattâ zâlim bir anlayışa sâhip olmasıdır.

Bir kısım devlet adamı, politikacı, bürokrat, medya mensubu ve aydın (çeşitli politik, psikolojik ve sosyolojik sebeplerden ötürü menfaatlerine uygun düştüğü için ve kritik akıldan yâni idrâk ve temyîzden de zâten yoksun olduklarından) Kemalizm'e sırtlarını dayayarak bunu yavaş yavaş bir dine dönüştürmüşlerdir. Ama mânevî hissiyâtına ters geldiği için Kemalizm halkın dâimâ tepkisine mâruz kalmıştır.

Bu tepki ise, bizzat Kemalizm'in artan baskısı sonucu, gitgide hedefini şaşırmış ve soyut Kemalizm'den Mustafa Kemâl Atatürk'ün kişiliğine doğru maalesef yön değiştirmiştir. Halkın bu tepkisine karşı resmî tepki ise 25 Temmuz 1951 târih ve 5816 sayılı "Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanûn"un kabûlüyle yasal bir zemine oturtulmuştur.

Bu kanûn Atatürk'ün hâtırasına açıkça hakaret edenler ya da sövenler ile Atatürk'ün heykel, büst ve âbidelerini ya da kabrini tahrib eden, kıran ya da kirletenleri cezâlandırmak üzere çıkarılmışsa da gene Kemalizm dininin sâlikleri tarafından târihî, askerî, iktisâdî, ictimaî ve itikadî açılardan Atatürk'ün icraatını bilimsel olarak eleştirenlerin dahî tepesinde bu kabil düşüncelere karşı caydırıcı, müeyyide uygulayıcı bir Demokles'in Kılıcı gibi sallanan bir tehdit ve şantaj unsuru olarak da kullanılmak istenmiştir.

Türkiye'de Yehova Şâhitleri'nden binlerce hattâ belki de onbinlerce kere daha fazla taraftara sâhip olan Kemalizm'in de resmî yargı organlarınca orijinal bir din olarak teşhis ve tescili, yukarıda ifâde edilen sebeplerden ve kezâ bu dinin sâliklerine diğer dinlerin sâlikleriyle aynı düzeyde yasal bir statü kazandıracağından ötürü, isâbetli bir tedbir olacaktır.

Sonuç

Din kelimesi arapça bir kelimedir. Bazı dil bilginlerine göre arapçada din'in otuzu aşkın farklı anlamı bulunmaktadır. Bu bile din kavramının ne kadar muğlâk bir kavram olduğunu anlamak için yeterlidir.

İtikadî bir müessese olarak dinin çeşitli tezâhürleri vardır. Ancak ne türden tezâhürlerin otantik bir dinin göstergesi olacağı hususunda genel kurallar vaz etmek mümkün görünmemektedir. Bu konuda yapılabilecek olan tek şey itikadî bir müessesenin din sayılabilmesinin asgarî şartlarını tesbit etmekden ibârettir. Gerek etimolojik anlamı gerekse sosyolojik olgusu bakımından bir otantik dinî tezâhür'ün ortaya çıkabilmesi için de, en azından:

  1. İnsanların derûnlarında kendisine karşı bağlılık ve saygı duymaları gereken ve kâbına asla varılamayacağına inanılan bir ya da birkaç varlığın mevcûd olmasının,

  2. Bu bağlılık ve saygının da bir çeşit ritüel aracılığıyla izhâr edilmesi, ve kalıcı ve sürekli bir biçimde açığa vurulmasının,

  3. Söz konusu saygıdan ve ritüellerden sapmaların ise: A) yasak (harâm, ya da tabu) olması, ve B) cezâlandırılmasının

söz konusu olması gerekir.

Bu açıdan bakıldığında Anadolu Alevîliği'nin müfrid Sebeiyye ucu da, Fanatik Nükleer Enerji Karşıtları da, Masonluk da ve Kemalizm de dine has tezâhürler arz etmektedirler. Bunların dördünün de, şirkden korunmanın İslâmın ilk şartı olması hasebiyle, Türkiye'de halkın çoğunluğunun rencîde etmekte olduğu ise göz ardı edilmemesi gereken sosyal ve psikolojik bir olgudur. Bu tepki ise tahammülsüzlüğe, nifâka ve hattâ cidâle yol açmaktadır.

Daha önceleri Yehova Şâhitleri de bu kabil tepkilere mâruz kalmaktaydılar. Ancak Yehova Şâhitleri'nin yüksek yargı organlarınca otantik bir din olarak tesbit ve tescili bu sürtüşmeleri hemen hemen ortadan kaldırmış ve, görüldüğü kadarıyla da, Yehova Şâhitleri ile diğer kesim arasında en azından bir tahammülün ve gitgide biribirlerini anlamaya yönelik bir diyalogun tesisine vesile teşkil etmiştir.

Toplum sulhu açısından aynı önlemin alınması yâni Sebeiyye, Masonluk, Fanatik Nükleeer Enerji Karşıtları'nın da ve Kemalizm'in de yüksek yargı organlarınca otantik birer din olarak tesbit ve tescil edilmesi, şimdilik mizahî görünse bile, kanaatimce isâbetli olacaktır.

[1] Bu makalenin ilk versiyonu Umran dergisinin Kasım-Aralık 1997 târihli 40. sayısının s. 45–51. sayfalarında yayımlanmıştır.

[2] 1968 yılında A.B.D.nde Kaliforniya eyâletinde yapılan bir inceleme sonunda yalnızca bu eyâlette beşbinin üzerinde din ve mezhebin bulunduğu tesbit edilmişti.

[3] Parantez içindeki romen rakkamları Kur'ân'daki sûre numarasını ve diğer normal rakkamlar da o sûredeki âyetin numarasını göstermektedir.

[4] Had: Kısas ile diyetin dışında, Kur'ân ve Sünnet'te belirlenmiş olan cezâî müeyyideleri ifâde eden hukukî terim.

[5] Zeyd bin Eslem'den rivâyet edilen bir hadîste: "Kim dinini değiştirirse boynunu vurunuz!" denilmektedir (Bk. Rûdânî: Cem'ul-fevâid, cild:3/s.59, Hadîs No.5324, Yeni Şafak Yay. 1997). Hem yukarıda zikredilen âyetlerle ve hem de Hazreti Peygamber'in merhamet ve yüksek ahlâkıyla açıkça çelişik olması dolayısıyla bu hadîsin Peygambere iftirâ eden mevzû (uydurulmuş) bir hadîs olduğu âşikârdır.

[6]  Bu durumda dinî inançları dolayısıyla başörtüsü takan müslüman kızları "Sizin başörtünüz siyasal simgedir" diye suçlayıp onları eğitimden yoksun bırakma dayatmaları anayasal suç olmuyor mu?

[7]  T.C Yargıtay, Cezâ Genel Kurulu Esas No: 1979/276, Karar No: 1980/115 Tarih 24.03.1980 ve Esas No: 1985/9–596 Karar No: 1986/293 Tebliğname 9/6596, sayfa:7.

[8] Leküm diyniküm, ve liyye-d dîn:  Sizin dininiz size, benim dinim bana! (CIX/6).

[9]  Bu bağlamda ibret-i âlem için Anadolu Alevîliği'ne muazzam bir bühtân olan şu kitaba bakınız: İsmail Metin, Alevîliğin Anayasası, Akyüz Yayıncılık, İstanbul 1999, 235 sayfa. Bu kitaptan, örnek olmak üzere, bazı bölüm başları şunlardır: "Alevîlikte Tanrı İnsandır; İnsandan başka Tanrı yoktur", s.78; "Alevîlikte ibâdet yoktur", s.121; "Alevîler namaz kılmazlar", s.135; "Alevîler Ramazan orucu tutmazlar", s.140; "Alevîler zekât vermezler", s. 143; "Alevîler Hacc'a gitmezler", s. 145; "Alevîler kelime-i şahadet getirmezler", s.149; "Alevîler imânın şartlarını kabul etmezler", s. 152; "Alevîler Kur'ân'ı kendilerine yol gösterici olarak görmezler", s. 156; "Alevîler kadere inanmazlar", s. 158; "Alevîler ahrete inanmazlar", s.159; "Alevîler kıyâmet gününe inanmazlar", s.162; "Alevîler abdest almazlar", s. 179; ilh…

[10]  Anayasa'daki bu "ölümsüz önder" ibâresi, kanaatimce, gayesini aşan bir ifâdedir. İsâbetlisi "ebedî önder" olmalıdır. Rahmetli Atatürk 10 Kasım 1938'de ölmüştür ve Dünyâ hayatına asla geri dönecek değildir. Ölümsüz olmak ise, yalnızca, Hayy ve Bâkıy olan Allah'a mahsûstur. "Ebedî önder" ise Dünyâ durdukça Türk Milleti için: 1) değerini, 2) önemini, ve 3) saygısını kaybetmeyecek olan önder demektir.

[11] Bir lâtin atasözü: "Vox populi, vox dei" demektedir ki bu bizim: "Halkın sesi, Hak'kın sesidir" atasözümüze denk düşmektedir.

[12] Behçet Kemâl Çağlar'ın (ya da müstear adıyla Ankaralı Âşık Ömer'in) yazmış olduğu bu Yeni Mevlîd'in metni için Bk. Abdurrahman Dilipak: Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyân Yay., 3. Baskı, s. 391-404, İstanbul, 1988.

[13] Suat Tahsin'in 1933 de Akşam Matbaasında basılmış olan bir kitabının adı: Türkiye Cumhûriyeti Devleti ve "Hâlikı" G.M.Kemâl idi.

[14] Fehmi Baldaş: Dirilen Türkiye, Bk. Abdurrahman Dilipak: Bir Başka Açıdan Kemalizm, Beyân Yay., 3. Baskı, s. 376, ve  kezâ (Em.Tnk.Kd.Alb. M.Vahdet Sungur'un Atatürk'ün ilâh olduğunu ilân eden şiiri için Bk.) s. 405.

[15] 1) Behçet Kemâl Çağlar'ın Yeni Mevlîd'inin sonu şöyle biter: "...Meclise nâzırdı rûh-i Mustafâ/Bî hurûf-i lafz ü savt etti nidâ/Türkte cevher işledim yıllarca ben/Biliniz; her biriniz bir parça ben/ Kalbolundum hep size hiç kalmadım/Ölmedim ben ölmedim, ben ölmedim/Her birin rûhu gün gûş eyledi/Şevk u şâdîye erip cûş eyledi/Başka fânîler farkı gördüler/İnönü'de Atatürk'ü gördüler.../Ger dileriz bulasız şevk u necât/ Atatürk'e Atatürk'e esselât".  2) "... Atatürk öldükten sonra Tanrı, Şeytan'a uymayarak millete hizmet edecek insanların başa geldiğini görünce, Atatürk'ün rûhuna emretti: güvendiğin insanların rûhuna gir! 27 Mayıs'da Atatürk rûhu, ordu ileri gelenlerine girdi..." Avni Altıner'den alıntı. Bk. a.g.e., s. 381. 3) Bununla ilgili olarak Harb Okulu'nda, yoklamada, Mustafa Kemâl'in okul numarası okunduğunda bütün öğrencilerin koro hâlinde: "Burada" diye cevap vermesi de bu Kemalizm'e özgü tenâsüh (reenkarnasyon) anlayışını yansıtmaktadır.

Son Güncelleme ( Cuma, 05 Ekim 2007 )>>

***

Sakın bunlara bakıp da kimseler mizah zannetmesin. Bunlara cidden inananlar yüzünden memleketin nerelere gittiği malûm! Koskoca atom profesörünün ne Atatürkçülük ne de masonluk için söyledikleri doğru.

Herkesin bir şeylere benzetmeye çalıştığı (bâzıları kendisini sağcı, bâzıları solcu, bâzıları devrimci, bâzıları statükocu, bâzıları sosyalist, bâzıları da faşist ilân etmekte) Atatürk bir Türk milliyetçisiydi; muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkalım, diğer milletlerle aynı gurur ve donanımla dünyada yaşayalım diye İstiklâl Harbi’ni yönetmiş ve bir seri inkılâplar yapmıştı. Bunların başında da lâiklik vardı. Ona yaranmak için abesle iştigal edenlerin yaptıkları tarihe mâl olmuş bu insanı bağlar mı? Harp Okulu’nda yapılan ise tamamen identifikasyon (özdeşleşip benimseme) nesnesi olarak muhafazasından ibârettir; bunun tenâsühle veya reenkarnasyonla alâkasını kurmak için ancak zorlama gerekir.

Düzenli masonlukta ise bir Ulu Yaratıcı’ya inanç yeterlidir ve Evrenin Ulu Mimarı sembolizasyonu tamamen her dinden insanın inancına hürmeten ihdas edilmiştir (bakınız: http://www.mason.org.tr/ ve http://www.ugle.org.uk/). Meselâ nüfusunun &70’ini animistlerin, %30’unu Hristiyanlar’ın oluşturduğu Kongo Büyük Locası muntazamdır.

Keza sayın mütekâit atom profesörü reenkarnasyon ile tenâsüh (metempsychosis) farkını da bilmiyor: Reenkarnasyon ölen bir insanın ruh göçü yoluyla tekrar insan olarak doğarak vücut bulması demekken, metempsikoz insanın öldükten sonra daha “aşağı” bir varlık hâlinde cezâen dünyaya gelebileceği şeklindeki Uzakdoğu inancıdır.

Çok güvenilir bir web mekânı olan http://www.religioustolerance.org/rel_defn.htm adresinde de bu târif sıkıntısı gündeme getirilmiş. Sonuçta, http://www.religioustolerance.org mekânında ciddiye alınabilecek bütün ansiklopedik ve akademik târifler gözden geçirildikten sonra, “üstün bir varlıkla ve/veya ilâhî inançla ilgili olan, genellikle ritüeller ihtiva eden, bir ahlâk kodu, bir hayat felsefesi ve dünya görüşü olan her spesifik sistem dindir” denmekte... Buna göre Hristiyanlık, İslâm, Yahudilik, Amerikan Yerlilerinin Spiritüalitesi, Neopagan Gelenekler, Agnostisizm, Ateizm ve Hümanizm de birer dindir kanaâti eklenmiş.

Dünya görüşü, Almanca weltanschauung mefhumundan alınmış olan, kişinin dünyaya, insanlığa ve kâinatın kalan kısmına en kökten bakışını, onu kavrayışını ve tercih ettiği değerler sistemini, “şahsî metafizik hayat görüşünü” ifâde eden bir mefhumdur.

Dinin tarafımdan teklif edilen alternatif bir târifi: Genellikle karizmatik bir lider veya mitolojik bir olay tarafından başlatılan, bir gün ulaşılacak mutlak saadet ve adalet telkin veya vaat eden, -günümüzde şart olmamakla beraber- bir ilâhî veya kutsal varlığa imanı gerektiren ve memetik yolla sür’atli mutasyona uğrayarak yayılan, kültürel farklılaşmayı da beraberinde getiren, bu işlevini hâlen de sürdüren, dogmatik vasıflı inançlara dayanan yâni yanlışlanabilirlik ilkesine ters düşen, sübjektif bilgiye istinaden gelişmiş toplumsal kurumlara din denir.

İbrahimî dinlerin efsanevî kurucusu ve İslâm’ca da peygamber kabûl edilen Abraham (Hz. İbrahim) ve Musa gibi büyük inisiye edilmiş mistiklerin hayatları çok efsanevî. Son zamanlarda ise İsa’nın hakkında çok daha fazla bilgimiz oldu. Biraz bahsedelim…

***

İSA KİMDİ?

Buna cevap verebilmek için, önce İsa’nın doğduğu ortama bakmak gerekir.

İsa’nın doğumuna yakın zamanlarda Ortadoğu’da Yahudiler’in hayatı ve inanışları çok karmaşıktı. O dönemde Yahudiler’in büyük bölümü Filistin’de yaşıyorlardı. İsa’nın vatanı olarak kabûl edilen Galile de Filistin’in kuzey bölgesinde bulunuyordu. Galile halkı tarım ve göl balıkçılığının yanı sıra ticaretle de geçiniyordu. Yahudi halkı her dönemde olduğu gibi o dönemde de dinine çok bağlı idi.

Hristiyanlığın ortaya çıkmasına yakın zamanlarda, Yahudi halkı için dinî kaynaklar büyük bir çeşitlilik gösteriyordu. Bugün Eski Ahit dediğimiz kutsal yazıların yanında Talmud adı verilen ve din büyükleri tarafından oluşturulmuş bulunan yazılar da büyük önem taşımaktaydı. O devirde Kudüs Talmud’u (Yerushalmî) ve Babil Talmud’u (Bablî) çok yaygındı. Eğer bir Yahudi, kutsal yazıları daha derinlemesine okumak isterse midrash (çoğulu midrashim) adı verilen tefsir yöntemini uygulamak zorundaydı. Yazıcılar da (sopherim) aslında bu tefsir işi ile uğraşıyorlardı. Dinî üstadlar ise Rabbi unvanını alıyorlardı. Midrashim, Rabbinik eğitimin temelini oluşturuyordu. Eğitim kutsal yazılardaki öykülerin anlatıldığı metinler olan haggadoth (çoğulu haggadah) ile kuralların ve törelerin yer aldığı Halakoth’dan (çoğulu Halakah) oluşmaktaydı. Bunlar dışında, tabiî olarak Talmud da kıymetli bir kaynak olarak yer almaktaydı.

Yahudiler dinî olarak birçok değişik topluluklara ayrılmışlardı. Bu dönemde bilebildiğimiz en önemli topluluklar Saddukiler, Ferisiler, Zelotlar ve Esseniler’dir.

SADDUKİLER

Sadduki kelimesinin etimolojisi tam olarak bilinmemektedir. Kral Süleyman zamanındaki başrâhip olan Zadok’un adından türediği söylense de pek muhtemel gözükmemektedir. Sadduki düşüncesinin en önemli özelliği kişisel ölümsüzlüğü, yeniden doğuşu ve gelecek hayatı inkâr etmesidir. Saddukiler bunun yanında kaderin var olmadığına ve kişinin hür irâdesine göre yaşadığına inanıyorlardı. Bu görüşleriyle Saddukiler otantik Yahudi düşüncesine daha sâdık olmuşlardır. Saddukiler’in muhafazakâr görüşleri sâdece din alanında değil, siyasî alanda da kendini gösterir. Mesih düşüncesine karşı olmamalarına rağmen, Saddukiler toplumsal huzursuzluk yaratabilecek her türlü olaya karşı çıkmışlardır. Saddukiler’in arasında büyük aristokratların, zenginlerin ve hâttâ râhiplerin olması ve politik görüşleri, Saddukiliğin daha çok bir siyasî parti gibi düşünülmesine yol açmıştır. Karşıtları Saddukiler’in görüşlerini abartmış onları dinsiz gibi göstermeye çalışmışlardır. Hâttâ dönemin Helen kökenli yazarları Saddukiliğe Epikürizm de demişlerdir.

FERİSİLER

Ferisiler hemen hemen Saddukiler ile karşıt görüşlere sâhiptirler. Ferisi adının açıklaması çok açıktır; paruşim “ayrılmışlar” anlamına gelmektedir ve Ferisi kelimesi buradan türemiştir. Ferisiler birbirlerini şaberim, şassidim/hassidim (dindar, sofu) veya kardeş diye çağırmaktaydılar. Aslında Ferisiler’i bir dinî tarikat diye tanımlamak doğru değildir; çünkü Ferisiler’in diğer Yahudiler’den ayrı uygulamaları yoktur. Ancak Ferisiler daha kuralcıdırlar. Bu nedenle Ferisiler’i bir grup olarak görmek çok daha doğru olur. Ferisiler Yahudi dogmalarını benimsiyorlardı ve bölgede o çağlarda hâkim olan Hellenleşme’ye karşıydılar. İnsanın bu dünyadaki davranışlarının karşılığında öteki dünyada mükâfat veya ceza göreceğini ve dinin kurallarının eksiksiz yerine getirilmesinin gerekliliğini savunuyorlardı.

Ferisiler dinî eğitime büyük önem vermişler, bölgede birçok yerde okullar açmışlar ve yazılı yasalarla (Thorah) birlikte, o dönemde derlenebilmiş sözlü yasaları da okutmuşlardır.
Ferisiler için Thorah en önemli kaynaktı ve o dönemde yaygın olan ve Thorah’tan farklılık gösteren Haggadah’a veya Halacha’ya itibar etmiyorlardı. Ferisiler meleklerin, cinlerin varlığına ve yeniden doğuşa inanıyorlardı; Tanrı’nın egemenliğinin yakın olduğunu düşünüyorlardı. Ferisiler aynı zamanda Yahudi milliyetçisi idiler ve yakın zamanda büyük bir Yahudi İmparatorluğu kurulacağına inanıyorlardı. Thorah’a olan bağlılıkları, hayat tarzları, inançları ve eğitime verdikleri önem Ferisiler’in Yahudi halkı içinde saygın bir yer edinmelerini sağlamıştır. Ayrıca yazıcılar da bu özelliklerinden ve sağladıkları güvenden ötürü Ferisiler arasından seçilmiştir. İncil’de sözü geçen iki yüzlü hâin Ferisi tiplemesi ile gerçek Ferisiler arasında büyük farklılıklar olduğu çeşitli tarihçiler tarafından teyit edilmiştir. Ancak bu şekilde davranmış olan bir Ferisi alt grubunun var olabileceği ihtimâli de her zaman mümkündür.

ZELOTLAR

O zamanlarda Filistin’de var olan gruplardan biri de Zelotlar’dı. Ferisiler’e yakın olan Zelotlar, geleneksel kurallara uymaları, dine bağlılıkları, Mesih beklentileri ve milliyetçilikleri ile Ferisiler’e benzerlik gösteriyorlardı. Zelotlar Yehova’ya kayıtsız şartsız itaat etmeleri yanında kendi kaderleri konusunda ellerinden geleni yapmaktan yanaydılar.

Zelotlar genellikle Ferisiler gibi düşünmekle beraber, Tanrı’dan başka bir yönetici tanımamaktaydılar. Birinin hükmü altına girmektense ölmeyi yeğ tutuyorlardı ve topluca intihar etmişlerdi. Zelot hareketinin, Yahudiye’nin bir Roma Eyâleti olması ile birlikte ortaya çıktığı sanılmaktadır. Zelotlar Roma yanlılarını katletmekten çekinmemişler ve Roma idâresine baş kaldırıldığı zaman büyük rol oynamışlardır. İsa’nın çarmıha geriliş ve cezalandırılış tarzına bakıldığında, aslında düzen bozma suçuyla yargılanan bir Zelot olduğu bilhassa Kurman Kitabeleri’nin keşfinden beri ciddi olarak iddia edilmektedir.

ESSENİLER

Esseniler hakkında bilgi kaynaklarımız çok sınırlıdır. Antik yazarlar - Özellikle Genç Plinus - Esseniler hakkında çok az bilgi verirler. Esseniler’in kutsal kitaplarından da günümüze hiç bir şey kalmamıştır. Aslında Esseniler’den söz eden kaynakların güvenilirliği de tartışmalıdır. O zamana göre çok farklı yaşayan Esseniler hakkında bâzı söylenenlerin mübalâğa da olabileceği düşünülmektedir. Esseni adının kaynağı da belli değildir. Philon, Esseniler’i qerapeuta diye adlandırmaktadır. Bu “Tanrı’nın Kulları” (Cultores Dei) anlamına geldiği kadar “Tanrı’nın Doktorları” (Medici Dei) anlamına da gelmektedir. Esseni kelimesinin kökeni hakkında bir başka görüş ise Aramice Hase (aziz, saf) kelimesinden türediğidir. Philon da “Essaoi” kelimesinin Grekçe Ösioi (aziz, dindar) kelimesi ile ilişkili olduğunu söylemiştir. Bu kelime hakkında bir başka görüş ise hassaim (sessiz) kelimesinden türediğidir. Gerçekten de Esseniler kendi inançları hakkında dışarıya sessiz kalıyorlardı. Adlarının etimolojisi ne olursa olsun, Esseniler bölgede yaşayan en esrarengiz topluluklardan biri idi. Çevresindeki topluluklardan soyut yaşaması ve değişik hayat tarzları bâzı tarihçilere Esseniler’in uç noktadaki Ferisiler olduklarını düşündürtmektedir. Başka araştırmacılar ise Esseniler’in bölge dışından, hâttâ Hindistan’dan etkilendiklerini söylerler. Bunun dışında Esseniler’in Pythagoras ve Orpheus öğretilerinden etkilenmiş “Judeo-Hellenik” bir topluluk olduğunu da söyleyenler vardır. Aslında Esseniler’in o bölgede ezoterik bir doktrini benimseyen bir Yahudi topluluğu olduğunu kabûl etmek daha doğru olur. Esseniler inançları, görüşleri, aralarındaki “kardeşlik” bağı, toplumsal kuralları, ritüelleri ve kesin kuralları ile ezoterik bir topluluk görüntüsü vermektedir. Esseniler’de ayrıca bir Part etkisinden de söz edebiliriz. Sürekli yapılan “vaftiz”ler, beyaz giyinmeleri, kanlı kurban törenlerine karşı olmaları ve Güneş’e ilişkin kültleri Part etkisini ortaya koymaktadır. Esseniler arasındaki “kardeşlik” aslında çok katı kurallara bağlı idi. Bazı araştırmacılar Esseniler’in bir tür komün hayatı sürdürdüklerini iddia ederler. Esseni olan bir kimsenin bütün malını topluluğa vermesi de bunun en geçerli kanıtıdır. Esseniler’e göre dünya hayatı bir tür hapishâne hayatıydı ve zevkler insan için kötüydü. Esseniler güne dua ile başlar, gün içinde çalışırlar ve günü yine dua ile bitirirlerdi. Esseniler bütün aşırılıklarına rağmen Yahudi dinine bağlılıklarını sürdürmüşlerdir.

Esseniler Hristiyanlığın doğuşu ile birlikte esrarengiz olarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Bâzı kaynaklar İsa’nın da bir Esseni olduğunu, Esseni öğretisini daha basitleştirerek anlattığını ve Esseniler’in daha sonra Hristiyan olduklarını söylese de bunu destekleyecek kanıt yoktur.

***

BÂZI TEMEL KAVRAMLAR

Liturji: Çeşitli dinlerdeki düzenli âyin ve ibâdetler.

Hiyerofani (hierophany): Yunanca hieros (/kutsal) + phainein (göstermek): İlâhî olanın veya kutsal olanın, özellikle de kutsal bir mekânda, nesnede veya hâlde tezahür etmesi; ilâhî tecelli. Genellikle Kadim Yunan’da, Ortadoğu’da ve bilhassa Kitab-ı Mukaddes kaynaklı metinlerde Tanrı’nın / tanrıların görünmesini ifâde etmek için kullanılmıştır. Kısaca, ilâhî veya kutsal olanı ifâde eden her şey:

1)      Kozmik: Su, gök, yıldız, ay, güneş…

2)      Bunların kiplikleri (nasıl oldukları): Bunları tamamlayıcı ve bütünleyici epifaniler…

3)      Biyolojik: Ayın, güneşin, bitkilerin, tarımın, cinselliğin… hâlleri.

4)      Mekân: Kutsal mekânlar, mâbedler (havra, kilise, câmi…).

5)      Bunların muazzam çeşitliliği: Bir kültürdeki “iyi” (tanrısal) epifani, başkasında kötü (şeytanî) âddedilebilir. Meselâ sacer (sacred kelimesinin menşei) hem lânetli hem de kutsal anlamına gelir. Kirlenen ve bu sebeple kutsanan hiyerofaniler Tabu olur (Polinezya dilinden).

Bunlardan doğan mitoslar ve semboller: Tanrısal biçimler, insanla kutsal olan arasındaki ilişkiler, kutsal olanın yönlendirilişi (âyinler vs.), büyüsellik, ruh ve tanrı/Tanrı, kutsal kişiler (râhip, kral, ermiş, velî, peygamber), bunlarla semboller ve ideogram arasındaki ilişkilerin oluşturulması ve bir tarih yaratılması…

Image:Religious syms.svg

 

1.Sıra: 1) Hristiyanlık, 2) Yahudilik, 3) Hinduizm;

2.Sıra: 1) İslâm, 2) Budizm, 3) Şintoizm;

3.Sıra: 1) Sik’h Dini, 2) Bahailik, 3) Jainizm

Image:Religious symbols.svg

Bir başka sembollar tasnifi.

 

Image:Symbols of Religions.JPG

En eski tasniflerden biri

Epifani (epiphany): Yunanca Epiphaneia (tezahür). İlâhî veya Yüce bir Varlığın görünmesi… Hristiyanlık’ta çok kullanılır.

Mana:: Sıra dışılık ve olağanüstülük vasıflı, kafa karıştırıcı epifaniler. Tabiî olandan farklı olan bir şeyi ifâde eder veya onu çağrıştırır: Malinezya’da bâzı şahısların, genel olarak da ölmüşlerin ruhlarının, hâttâ bütün ruhların sâhip oldukları esrarengiz ve faâl güç anlamına gelir. Kralın, Hristiyan misyonerlerin, hâttâ tuvaletlerin mana’ları vardır. Mana’ya sâhip olan her şey bir şekilde kutsaldır.

Buna İslâm’daki Hacer-ül esved epifanisini örnek verebiliriz. http://www.kuranikerim.com/dini_sozluk/ds_h1.htm web mekânında şöyle yazılmış (13 Ocak 2008 Pazar itibarîyle ve Türkçesi düzeltilerek) HACER-ÜL-ESVED: Kâbe-i Muazzama’nın Doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş. İbrâhim Aleyhisselâm ile oğlu İsmâil Aleyhisselâmın birlikte Kâbe’yi inşâ ettikleri sırada, melekler taş getirerek İsmâil Aleyhisselâm’a yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esved’e gelince, İbrâhim Aleyhisselâm “Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâ ret olsun” buyurdu. İsmâil Aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim Aleyhisselâm “Bundan daha iyi bir taş getir” buyurunca, Ebû Kubeys dağından “Cebrâil Aleyhisselâm, tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!” diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe’deki yerine yerleştirildi. (Azrakî). Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına karşı “Sen bir şey yapamazsın, fakat Resûlullah’a uyarak seni öpüyorum” dedi. Hazret-i Ali bunu işitince, Resûlullah’ın “Hacer-ül-esved, kıyâmet günü insanlara şefâat eder” buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali’nin bu sözüne teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân). Tavâfa (Kâbe’nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esved’den başlamak ve burada bitirmek sünnettir (Zeylâî).

Mana’lardan animizm, animalizm, totemler ve totemizm neş’et etmiştir.

Mircea Eliade  (1991, 2001, 2004) 1907 ilâ 1986 yıllarında yaşamış olan önemli bir Romen din tarihçisi ve filozofudur; Chicago Üniversitesi’nde görev yapmış ve hiyerofanilerin dinlerin teşekkülü üzerindeki önemini vurgulamıştır. Bunu şöyle özetler: 1) Kutsal (kutsî: sacred) olana ulaşma: Tanrı’ya, tanrılara veya Nirvana’ya transandan şekilde ulaşma yaşantısı, 2) Hiyerofani: En zirve hâliyle erme ve/veya vahiy yaşantıları, 3) Homo religiosus: Böylesine bir hâli yaşayabilen adam ve bir mysterium tremendum et fascinans hâlinde yâni hem korkuyla hem de hayranlıkla kutsal olana bağlanabilen adam.

Dinlerin Genel Olarak Dağılımı

Grubun adı

Dinin adı

Takipçilerinin sayısı

Zuhur tarihi

Yayıldığı başlıca bölgeler

İbrahimî dinler
3.4 milyar

Hristiyanlık

2.1 milyar

1. YY

Dünya çapında; Kuzeybatı Afrika, Arap Peninsulası ve Güneydoğu Asya’nın merkezî ve Doğu bölgeleri.

İslâm

1.5 milyar

7. YY

Ortadoğu, Kuzey Afrika, Merkezî Asya, Güney Asya, Batı Afrika, Doğu Afrika, Hint Yarımadası, Rusya, Çin, Balkanlar, Malay,   Arkipelago

Judaism (Musevîlik)

14 milyon

Maden Çağı

İsrail, USA, Avrupa

Bahaî İnancı

7 milyon

19 YY

Dünyaya yaygın olarak yayılmıştır

Hint dinleri
1.4 milyar

Hinduizm

900 milyon

Kurucu yok

Hint Yarımadası, Fiji, Guyana ve Mauritius

Budizm

376 milyon

Maden Çağı

Hint Yarımadası, Doğu Asya, İndoçin, Rusya’nın bâzı bölgeleri.

Sikhizm

23 milyon

16th c.

Hindistan, Pakistan, Afrika, Kanada, ABD, İngiltere

Jainizm

4.2 milyon

Maden Çağı

Hindistan ve Doğu Afrika

Uzakdoğu Dinleri 500 milyon

Taoizm

Tam bilinmiyor

İlk ve sonbahar dönemi

Çin ve Çin diasporası

Konfüçyanizm

Bilinmiyor

 İlk ve sonbahar dönemi

Çin, Kore, Vietnam,  Cin ve Vietnam diasporası.

Şintoizm

4 milyon

Kurucu yok

Japonya

Kaodaizm

1–2 milyon

1925

Vietnam

Çondogyo

1.13 milyon

1812

Kore

Yiguandao

1–2 milyon

1900’ler

Tayvan

Çin folk bölgesi

394 milyon

Kurucu yok

Çin

Etnik/tribal
400 milyon

 

 

 

 

Primal endigenöz

300 milyon

Kurucu yok

Hindistan, Asya

Geleneksel Afrika ve diasporası

100 milyon

Kurucu yok

Afrika, Amerikalar

Müntesiplerinin sayısının 500.000 kişiyi aştığı tahmin edilenler: Juke (Kuzey Kore): 19 milyon; Spiritizm veya spiritüalizm (organize bir din değil): 15 milyon; Zoroastrianizm: 2.6 milyon; Neopaganizm: 1 milyon; Ünitariyan-Üniversalizm: 800.000; Rastafarianizm; 600.000; Scientology: 500.000.

***

HOMO MYSTICUS

Neden Homo mysticus yâni mistik Adam?

Kendini aşma, bütün her şeyle bütünleşip vecit hâli yaşama, bunu illâki bir ilâhî güç veya din adına yapmasa da yaşama insanoğlu tarihinin her döneminde, her kültürde ve hep olmuştur. Muhtemelen de olmaya devam edecektir çünkü âidiyet, mensubiyet ihtiyacını en temelden karşılayan yaşantıdır.

Kendini aşmaya mecbur ve hâttâ mahkûm olan bilinen tek varlık insandır. O sebepledir ki dinleri, felsefeleri, bilimleri yaratabilmiş, yaşayabilmiştir.

Cloninger, ilk târif ettiği iki ana karaktere (İşbirlikçilik ve Başına Buyrukluk), Kendini Aşma’yı da eklemek zorunda kalmıştır (1994). Çünkü her ne kadar diğer bâzı hayvanlarda ritüelik grup aktiviteleri gibi “pro-religious” davranışlar varsa da (şempanzelerin yağmur dansları, kurtların uluma âyinleri, fillerin mezar ziyâreti vs.), “farkında olduğunun farkında olan adam” olan biz insan türünün evrimsel kökünde özünü aramak, ona ulaşmak için çabalamak var. Bu da gene Cloninger’in târif ettiği dört temel huyumuzla hemâhenk: Zarardan Kaçınma, Sebatkârlık, Yenilik Arama ve Ödül Bağımlılığı.

Unio Mystica: Bütün mistik geleneklerde ortak olarak rastlanan (Kabbalah, Sufizm, Vedanta, Ezoterik Hristiyanlık vs.) bireysel ruhun Tanrısal veya tanrısal olanla buluşması, vahdet, esrime. Gerek mistik yaşantılarda, gerekse her türlü taşkınlık sendromunda (mani, şizofreni vs.) görülebilir.

Mistisizm: Yun. mystikos inisiyasyon (tekris) vasıtasıyla girilen keşif yolu; doğrudan temas hâli içerisinde ilâhî, kutsal veya kavranamaz bir güçle âdeta yaşarken ölüp yeniden dirilerek bir olma, buluşma yaşantısıyla ulaşılan psişik örgütlenme ve bununla ilgili yollar (târikler).

Teist, Deist, Pananteist, Panteist, Agnostik, Ateist, Din Tanımayan Teist yâhut Deist… her türlü insanda mistik yaşantılara, Unio Mysticalar’a zaman zaman rastlanır. Bunun değişik memetik kurumlardaki isimlerine birkaç örnek verelim: İllüminasyon (aydınlanma, nûra kavuşma), Union (Hristiyanlık), İrfan ve Vahdet (İslâm), Nirvana (Budizm), Mokşa (Jainizm), Samadhi (Hinduizm).

Dinlerin zahirî (ekzoterik) ve şeklî yaklaşımına karşılık, mistikler batınî (ezoterik) olarak bunları yaşar ve yobazlar, en azından ortodoks din yandaşları dâima nâhoş karşılar, hâttâ katlederler (Hallâc-ı Mansûr’u hatırlayınız). Bilimsel açıdan, hepsinin de kullandıkları yöntem “kendi kendine hipnoz transına geçtikten sonra meditasyon yapmalarıdır”.

Bâzı özel yetenekli beyinler ve psişeler ise bunu çok yoğun yaşarlar. Tıpkı çok özel psişelerin san’atı ve bilimi öyle yaşadıkları gibi…

Evrim (evolution: tekâmül), basitçe, zaman içerisinde meydana gelen değişiklikler demektir. Ta Büyük Patlama’dan canlılar âlemine kadar süren kozmik, en basit prokaryotlardan insana kadar süren biyolojik bir evrimin olduğu üzerinde günü­müzde hiç bir şüphe yoktur, sâdece bunun neden, niçin ve nasıl cereyan ettiği tartışmalıdır. Bütün canlılar aynı 4 adet temel baz ve aynı 20 amino asid sekanslarından müteşekkildir. “Neden” (nedensellik belirtir) ve “niçin” (sonuçsallık hâttâ teleoloji [ereksellik] belirtir) suâlleri pozitif bilimin epistemolojik ve metodolojik sınırlarını aştığı için metafizik, mistik ve dinsel öğretilerin konusu olagelmiştir (Doksat ve Savrun 2002).

Evrim skalasında yükseldikçe merkezî sinir sisteminin yapısı da karmaşıklaşır, içgüdüsel davranışla öğrenilme yoluyla kazanılan davranış den­gesi ikincisi lehine değişir. Gene de, içgüdüsel eğilimlerin tamamen kaybolduğunu söylemek de facto müm­kün de­ğildir ve bilişsel, duygulanımsal her türlü zihinsel meleke daha basit olanın üzerinde inşâ olagelmiştir. Evrenin tamamının esasen açık bir sistem olabileceği ve bütün evrenin aslında canlı bir organizmadan ibâret olduğu fikri en eski inançlardan günümüz teorik fiziğine kadar yansımıştır. Varoluşun derunî – küllî bilgisine ulaşmaya müteveccih mistik, ekstatik yaşantılar, âyinler ve “din” dediğimiz memetik havuzlaşmalar bütün homo türlerinde ve bütün kültürlerinde mevcuttur. En sıkı ateistinden en koyu agnostiğine kadar herkes hayatının şu veya bu döneminde bir “Unio Mystica” hâlini tadarlar; bunun en küresel örneği orgazmdır. Fransızlar orgazma “la petit morte”, yâni “küçük ölüm” derler. Mistik vecit hâlleriyle orgazm sırasında faâlleşen beyin bölgeleri çok iç içedir: Amigdala, limbik sistem, temporal lob, supramodal prefrontal korteks ve hippokampus ve ara kısımlar (Alper 2006, Persinger 1987).

Cloninger’in Karakterleri başta sâdece Başına Buyrukluk ve İşbirlikçilik iken, sonradan Kendini Aşma’yı da eklemiştir. Bu tür varlığın özüne ulaşmaya yönelik transandantal davranış örüntüleri sâdece insan türüne mahsus değildir: Şempanzelerde yağmur dansları, fillerde mezar ziyareti, köpekgillerde uzun uluma âyinleri gibi nice örnekler verilebilir.

Peki, bu tansandans, mistik eğilim ve onun sonucu olan dinler neden var? Boyer (2001) buna kısaca “çünkü zihinlerimiz evrimle bu şekilde hazırlandılar” diyor. Nöroteoloji kavramı artık bu fenomenlerin temellerini araştıran bir bilim sahası oldu (d’Auqili ve Newberg 1999, Joseph 2002). Dahası, Freud skolâstiğinin etkisiyle yıkanmış beyinlerin psikiyatriyi âdeta din düşmanı hâle getirme çabalarına rağmen, dinî ve mistik menşeli terapiler psikiyatriye artarak nüfuz etmektedir (Boehnlein 2000). Jung’un ortaklaşa bilinçdışından hareketle günümüzde filogenetik, evreni de kapsayarak ontogenetik psişe kavramı ortaya atılmıştır ve adına din denen binlerce kurumun temelinde öze olan hasret yatıyor, ölüm de vuslattır şeklinde (Paloutzian ve Park 2005), keza en temel primum movens olan güvenlik, âidiyet ve mensubiyet ihtiyacının karşılanması için dinin evrimi kaçınılmazdı yorumları (King 2007) var. Nitekim ateizm, yaratılışçılık, akıllıca tasarım, biologos gibi kavramları tartışan İnsan Genomu Projesi Başkanlığı yapmış Collins (2006) gibi dünya çapında bilim adamları mevzu-u bahis.

Bu yaklaşımız pratikte de büyük önemi var: İnsanı daha iyi anlamaya ve tahlil etmeye (analysis) yönelirken, bütün bu natürel nurtürel ve kültürel bağlamların dikkate alınması gerekecektir. Psikanalizde hâl-i hazırda nurtüre fazla önem atfedilmektedir. Çizgisel ve rasyonel Kognitif Davranışçı Terapi(KDT) ve İnterpersonal Psikoterapi (İPT) yöntemlerinin işe yaradığı kesindir; dinamik psikoterapilerin de kanıta dayalı bağlamda faydaları ortaya konmaktadır.

Psikanalizin rûya, lapsus ve şakaların yorumu ve serbest çağrışım modeli filogenetik ve ontogenetik psişeye açılan ilk kapılardı. Limbik sistemi ve amigdalayı aktive edecek daha aşkın (transcendental) yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Bu da psikiyatrinin sinirbilimle ve psikanalizle buluşup, meditatif tekniklerden de faydalanarak geliştireceği yeni terapötik yaklaşımlarla gerçekleşecektir. Nitekim bu yolda epey arayış da başlamıştır.

***

HOMO RELIGIOSUS (DİNDAR ADAM) ve HOMO MYSTICUS (MİSTİK ADAM) FARKI

Bu kavramdan bahsederken José Faur’un Yahudi mistisizminin anlatıldığı kitabındaki anlamı kullanmayacağım. “Mistik nüvesi evrimsel olarak olan adam” anlamında ele alacağım.

Homo religiosus evrimsel-kültürel süreç açısından iki şekilde ele alınabilir:

1) Yunan filozof Platon, Euthyphron adlı diyaloğunda, günümüzde “Euthyphron İkilemi” diye bilinen şeyi ortaya koymuştur; Euthyphron adlı genç bir adama şu soruyu sorar: “Benim ilk olarak anlamak istediğim nokta şudur; tanrıların sofu veya kutsal olanı sevmelerinin sebebi onun kutsal olması mıdır, yoksa tanrılar tarafından sevildiği için mi kutsaldır?” O zamandan bu yana çoğu filozof ve teolog için olduğu gibi, Platon için de temel varsayım, ahlâk ilkelerinin mutlak, ebedî ve anlamlı sayılabilmeleri için bir Tanrı yâhut tanrılarla bağlantılı olmaları gerektiğidir.

İnsanlar tabiatları gereği, hem fiziksel hem de toplumsal bir ortamda tekâmül etmiş, model arayan, öykü anlatan hayvanlardır. İşbirliği, insanoğlunun evriminde belki de rekabet kadar güçlü bir itici güç olmuştur. İletişim de işbirliği için vazgeçilmez bir araç olduğundan, Paleolitik çağda yaşayan avcı-toplayıcıların, tıpkı günümüzdeki muadilleri gibi, hem fiziksel hem de toplumsal ortamlarda sağlıklı kalma sorunlarını çözmek için lisana başvurmuş olmaları mantıklıdır. Günümüzdeki çoğu avcı-toplayıcı takımı ve kabilesinin nüfusu 50 ilâ 400 kişi arasında değişir; ortalama aralık 100 ilâ 200 kişidir. Görünüşe bakılırsa, Paleolitik Çağ’da yaşayan bir çiftin, avcı-toplayıcı halkların doğum oranıyla dört kuşak içerisinde ürettiği kendi soyundan insanların (çocuklar, torunlar, torunların çocukları) sayısı yaklaşık olarak 150’dir. Diğer bir ifâdeyle, yakın ve geniş âilelerinde tanıdıkları insan sayısıdır bu; Yakındoğu’da elde edilen ve tarım topluluklarının tipik nüfusunun 150 civarında olduğunu gösteren arkeolojik kanıtlar da bunu doğrulamaktadır. Gruplar büyüdüklerinde daha küçük gruplara ayrılırlar. Neden? Cevap, ahlâkî disiplin ve davranış kontrolüdür. Büyük bölümü kalabalık kentlere yığılmış olarak, altı milyardan fazla insanın yaşadığı günümüz dünyasında bile insanlar küçük gruplara bölünürler.

İkinci Dünya savaşı sırasında optimal grup büyüklüğü konusunda ordu tarafından yapılan araştırmalar:

* İngiliz ordusundan ortalama büyüklükte bir bölüğün 130 kişiden, ABD ordusunda ise 223 kişiden oluştuğunu göstermiştir.

* Ortalama 150 sayısı çoğu küçük işletmenin, büyük şirketlerdeki bölümlerin ve verimli bir şekilde işletilen fabrikaların nüfus büyüklüğüne de uymaktadır.

* Herhangi bir kişinin adres defterindeki ortalama insan sayısı da 150 civarındadır. 150 sayısı, görünüşe bakılırsa, gerçek bir sosyal ilişki kurabileceğimiz, kim olduklarını ve bizimle nasıl bir bağlantıları olduğunu bildiğimiz bireylerin âzamî sayısını temsil etmektedir.

Biyolojik açıdan da, 180 ilâ 200 kişilik kalabalığa ulaşan ilk atalarımızda alfa-dominantların grubu bir arada tutmaya kortikal yapıları kifayet etmiyordu. İşte bu kritik noktadan itibâren (bâzen de daha önce) farklı düşünceleri, idrakleri ve karizmasıyla yeni bir lider ortaya çıkıyor ve grubu bölüp kendi inananlarını toplayıp gidiyordu. Dinler tarihi bu hikâyelerle doludur. Bu sâyede genetik ve memetik kirlenme engelleniyor, hem de yeni klanlarla irtibat kurularak genetik ve memetik çeşitlenme gerçekleşiyordu; arıların oğul vermesiyle bunun hiçbir farkı yoktur. Dinler de aynen böyle doğmuştur.

Bu karizmatik liderlerin bir kısmı mutlaka ki çağdaş psikiyatri kriterlerine göre deli, yâni psikotiktiler (şizofreni, hezeyanlı bozukluk, şizotipalite vs.). Ama bunu hepsine teşmil edebilir miyiz? Hayır.

Hâttâ büyük dinlerin memetik teşekkülüne yol açan büyük mistiklerin hiçbiri “ben din kuruyorum” diye ortaya çıkmamıştır, inanları onların öğretilerini dinleştirmişlerdir; şarlatanlar veya akıl hastaları genellikle aksini yaparlar ve rant peşinde koşarlar. Meselâ hiçbir zaman bir Tanrı’dan bahsetmeyen ve “kendi içindeki Hakikat’i keşfet, tekâmül et, sonsuza kadar da devam et” diyen Buda’nın peşinden gidenler yüzlerce teist, deist, ateist alt dincikler, tarikatlar kurmuşlardır. Hayatı boyunca düzgün ve güven verici bir şekilde yaşayan Muhammed de aynen böyle davranmıştır.

Mistik Adamlar samimi, şizo-paranoid kişilik özellikleri taşıyan, karizmaları ve zekâlarıyla bu özelliklerini birleştirmek sûretiyle insanın kültürel evrimine çok hizmette bulunmuş kişilerdir. Piaget’in de çok isâbetle işâret ettiği gibi, bunların klinik-deskriptif psikiyatri açısından psikotik olup olmamalarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Önemli olan işlevsellikleridir.

Din tamamen sosyal ve kul işi bir kurumdur, dindar da kurumun bir parçası. Bu kadar basit!

2) Homo religiosus ibâdeti bir şekil ve ihmâl edilirse ceza göreceği günah olarak telâkki ederken, Homo mysticus bunu vâsıta olarak telâkki eder, sevgiyle sarılır, hâttâ bütün ritüelleri terk edip sıradan biri gibi yaşarlar ama kendilerini çok aşmışlardır. Buda “dereyi geçtikten sonra köprüye ihtiyaç yoktur” derken bunu kasteder. Bizim kültürümüzde bunun en güzel örnekleri arasında Mevlânâ’nın, Yûnus’un, Hallâc’ın içerisinde yer aldığı Melâmilik yer alır. Hakiki Melâmilik’te şeyh de, mürşid de, mürid de yoktur; sâdece hürmet edilen daha kâmil insan vardır, o kadar. Aynı ruhu Nasreddin Hoca’nın fıkralarında, Bektaşi mesellerinde de görebilirsiniz.

3) Evrim kavramını her veçhilesiyle ilk defa ortaya koyanlar Homo mysticuslar’dır. Hâlen en geçerli kâinat teorisinin kurucusu da aslında bir Protestan papaz olan Lamaitre’dir. Demek ki, ilhamları ve sezinlemeleri, sezgileri güçlü olan Homo religiosus bâzen bilimin işine dahi yarayabilmektedir.

SEZGİ

Shermer’in (2007) şu ilginç mütalâaları dikkate şâyandır:

Belli bir hayat tecrübesi veya tarih anlayışı olan herkesin bildiği gibi, dindar insanlar günah yâhut suç işleyebilir ve dindar olmayan insanlar da ahlâklı, güvenilir vatandaş ve dost olabilirler (dindar insanların daha ahlâksız olduklarını savunmuyorum, sâdece dine inanmayanlardan daha ahlâklı olmadıklarını söylüyorum). Çocuk tâcizcisi râhipleri, dolandırıcı televizyon vâizlerini veya sözüm ona imanla şifa dağıtan üçkâğıtçıları düşünün. Bir de, dindar olmadığını bildiğiniz, ama her gün iyilik veya cömertlik yapan insanları düşünün.

İnsanlar yaşamayı, özgürlüğü ve mutluluğu Tanrı öyle söylediği için değil, insan oldukları için hak ederler. Bu hak ve değerler biz var olduğunu söylediğimiz için vardır ve bu kadarı yeterlidir.

Sezgi özellikle diğer insanları tanımakta önemli bir rol oynar. Bir psikoterapistin size faydalı olup olmayacağının en iyi belirtisi, ilk seansın ilk beş dakikasında gösterdiğiniz ilk tepkidir. Bunun sebebi, araştırmaların da gösterdiği gibi, psikoterapide hiçbir yöntem veya tarzın ötekilerden daha iyi olmamasıdır. Terapistin ne tür bir terapist olduğu, yâhut kaç diploma aldığı, hangi okula gittiği veya kim tarafından eğitildiği önemli değildir. En önemlisi, terapistin size ne derece uygun olduğudur ve buna ancak siz karar verebilirsiniz; zekâdan çok sezgiyle verilecek bir karardır bu. Aynı şekilde, flört konusunda tecrübeli olanlar, ilk kez çıktıkları kişiyi bir daha görmek isteyip istemeyeceklerini birkaç dakika içinde anlarlar.

Bir fotoğrafta görülen iki kişiden hangisinin diğerinin âmiri olduğunu, bir kadın erkek çiftinin gerçek bir romantik ilişki içinde mi olduğunu yoksa sahte bir poz mu verdiklerini anlamakta da kadınlar erkeklerden üstündür ve canı sıkkın bir kadının yüzünün gösterildiği iki saniyelik sessiz bir görüntü karşısında, söz konusu kadının birisini mi eleştirdiğini yoksa boşanmasıyla ilgili bir tartışma içinde mi olduğunu daha doğru tahmin edebilirler. “Mikro-anlık” yüz ifâdelerini yorumlamakta çok becerikli olan kişiler, yalan söylendiğini anlamakta da daha başarılıdırlar.

Çoğumuzun yalanları tesbit etmekte başarılı olamamamızın sebebi, insanların yaptıklarından ziyâde söylediklerine güvenmemizdir (âinesi [aynası] iştir kişinin, lâfa bakılmaz: Türk Atasözü – MKD). Ahlâkî bir karar verirken ne yapacağımız konusunda akıl yürütmeyiz; doğrudan karar verir, sonradan bu hızlı kararı akla uydururuz. Ahlâkî sezgilerimiz akılcı olmaktan çok duygusaldır.

Ve hepimiz, etiğe uygun davranışlarımız için ödüllendirileceğimize inanırız. U.S. News & World Report’un bir araştırmasında, Amerikalılar’a cennete gitmesi en muhtemel kişinin kim olduğu soruldu: %19’u O.J. Simpson’ı, %52’si eski Başkan Bill Clinton’ı, %60’ı Prenses Diana’yı, %65’i Michael Jordan’ı ve %79’u da beklenebileceği gibi Râhibe Teresa’yı seçti. Ama ankete katılanların cennete gitmesini en muhtemel gördükleri kişi, %87 oranla kendileriydi!

***

DİN Mİ, DİNDAR MI, DİNCİ Mİ, MİSTİK Mİ? KİME KIZMALIYIZ!

Türkiye’de ve genel olarak dünyada yaşanan gelişmeler fanatikçe bir kutuplaşmaya yol açmakta. Çok değerli bilim adamları dine inananların üniversitede okumamaları gerektiğini yazacak kadar ileri gidebiliyorlar; tam aksini iddia eden güruh da çoğalıyor.

Hâlbuki inandığı kutsal kitaptaki hangi ifâdenin müteşâbih, hangisinin o zaman için geçerli, hangisinin Bâtınî anlamlı olduğu iyi tefsir edilirse, Homo religiosuslar bal gibi kazanılabilirler çünkü onlar çoğunluktalar ve din düşmanlığı yaparak, dine söverek, Richard Dawkins gibi “Tanrı inancı bir hezeyandır” diye kitaplar yazarak (2007) hiçbir yere varamayız. Bu dâhiyi muayene etmek isterdim; eminim ki âilesinden gelme bir yüklülüğü var bu kadar hasımca tavır alması için (www.ted.com çok ilginç konferanslarına ulaşabileceğiniz bir mekân). Meselâ Kirkpartick (1999) de dinin ve kişiliğin evrimsel oluşumuna çok daha gerçekçi (realist) ve insancıl (humanitarian) bir açıdan bakmaktadır.

Düşmanı iyi tesbit ve tâyin edelim hanımlar, beyler=

  • Allah veya Tanrı veya benzeri bir İlâhî Güç mü? HAYIR!

  • Din mi? HAYIR!

  • Dindar mı? HAYIR!

  • Mistik mi? ASLA!

  • Dinci/Dinbaz/Din Sömürgeni mi? EVET!

Lûtfen “Celâllenmeyin”; halkla yabancılaşmayın, onlara tepeden bakmayın.

Gün insanlarımızı kazanma günüdür. Dinbazlara hizmet etmeyin.

Allah, Marx, Madde, Bilinmezlik…. Aşkına!

***

ZİKREDİLEN KAYNAKLAR

Alper M (2006) The God Part of the Brain – A Scientific Interpretation of Human Spirituality and God. Illinois: Sourcebooks, Inc.

Boehnlein JK (2000) Psychiatry and Religion – The Convergence of Mind and Spirit. Washington, DC: American Psychiatric Press.

Boyer P (2001) Religion Explained – The Evolutionary Origins of Religious Thought. New York: Basic Books.

Cloninger C, Przybeck T, Svrakic D, Wetzel R (1994) The temperament and Character Inventory (TCI): A Guide to its Development and Use. St Louis: Washington University, Center for Psychobiology of Personality.

Collins FS (2006) The Language of God – A Scientist Presents Evidence for Belief. New York: Free Press.

Dawkins R (2007) The God Delusion. Oxford: Pantam Books.

d’Aqili E, Newberg AB (1999) The Mystical Mind – Probing the Biology of Religious Experience. Minneapolis: Fortress Press.

Doksat MK, Savrun M (2002) Introduction to evolutionary psychiatry. The Bulletin #44 (Psychotherapy) of the World Psychiatric Association and the ASCAP Society; 4: 20-38.

José Faur (1999) Homo Mysticus: A Guide to Maimonides’s Guide for the Perplexed: Syracuse, NY: Syracuse University Press.

Joseph R (2003) Neurotheology – Brain, Science, Spirituality, Religious Experience. California: University Press.

King BJ (2007) Evolving God – A Provocative View on the Origins of Religion. New York: Doubleday.

Kirkpartick LA (1999) Toward an evolutionary psychology of religion and personality. J Personality; 67: 921-952.

Mircea Eliade (1991) Images and Symbols: Studies in Religious Symbolism (trans. Philip Mairet). Princeton: Princeton University Press.

Mircea Eliade (2000) Dinler Tarihine Giriş (çev. Lâle Arslan) (Traité d’historie des religions © Payot, 1949). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Mircea Eliade (2004) Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy. Princeton: Princeton University Press.

Paloutzian RF, Park CL (2005) Handbook of the Psychology of Religion and Spirituality. New York: The Guilford Press.

Persinger MA (1987) Neuropsychological Bases of God Beliefs. New York: Preager Publishers.

Shermer M (2007) İyilik ve Kötülüğün Bilimi - The Science of Good & Evil. Varlık Yayınları, 1.Basım.

 

 
 

İstanbul - 15.01.2008
M. Kerem Doksat
Professor of Psychiatry
Istanbul University
Cerrahpaşa Medical Faculty
Department of Psychiatry
Head of the Mood Disorders Unit 
http://sufizmveinsan.com
doksat@superonline.com