Günümüzde birçok mesele, derin bir bakış
olmaksızın anlaşılmayacak şekilde karmaşa içindedir.
Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir.
Siz okuyucularımızın bile; bir kendinizi tanımlama
şekliniz vardır. Bir de dışarıdan, çevrenizden
algılandığınız şekliniz ve kişiliğiniz vardır. Bu
ikisinin ötesinde, bir de olmak istediğiniz, erişmek
istediğiniz kişilik ve kendinize layık gördüğünüz
boyutunuz vardır. Bu üçü ne kadar birbirine
yaklaşırsa o kadar “verimli bir hayat” ortaya
çıkar. Bu da gayret, ihlâs ve samimiyet ile
erişilebilecek bir durumdur.
Kendimizle ilgili bu üç farklı durum söz konusu
olduğu gibi, tasavvuf ile ilgili de farklı
değerlendirmeler olabilir. Bunu açacak olursak,
birincisi sizin bilgi, tecrübe ve duyduklarınız
açısından tasavvufa bakışınız vardır; bir de belki
bazı olumsuz görüntülerden, bilinçsizlikten veya
düşmanlıktan ileri gelen olumsuz yaklaşım ve
tutumlar söz konusudur. Bir başka boyutta
tasavvufun, İslamî hayat ve dini değerler ile ilgili
hakiki değerli bir pozisyonu vardır. Bu noktada
ideale uygunluk asıl değeri ortaya koyar.
Medyada, dünya veya Türkiye gündeminde ön plana
çıkan tasavvuf ve bununla çok defa benzer
olarak kullanılan tarikat kavramı, aydınlatılmaya
muhtaç durumdadır. Çünkü tasavvuf ve tarikat,
kavram kargaşasının en çok yaşandığı sahalardan
biridir.
Öyle ki, Avrupa ve Amerika’da hiçbir dine ait
olmayan fikirleriyle etrafına ‘mürit’ toplayan ruhçu
/ spritüalistlerin oluşturduğu guruplara bile
‘tarikat’ (ing. order, sect) denilmekte, basın
kuruluşlarımız da bu isimlendirmeyi aynen Türkçe’ye
taşıyarak ‘tarikat’ demektedirler. Halbuki ‘tarikat’
denilince, kültürümüze yerleşen haliyle; “Aynı dinin
içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına
dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan,
Tanrı'ya ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri”
(TDK Sözlüğü) olarak tanımlanmaktadır. Bilinçli veya
bilinçsizce yapılan bu tür tanımlamalar da
insanımızın kafasını karıştırmakta, bir kavram
kargaşası oluşturulmaktadır.
O halde, nedir?
Tasavvuf,
en basit tarifiyle, İslam’ın manevi hayata ait
güzelliklerinin fert ve toplum hayatına yansımasını
ifade eder. İslamî tecrübedeki tarikat
da ‘gidilen yol’ manasında, kişiyi Allah’a ve
O’nun rızasına götürecek tutum ve davranışları
içerir. Ama farklı yabancı kültürlerde bu
kavramlar çok yozlaşmış ve bize de bu şekilde
yansıtılmaya çalışılmıştır. Cahillik ve
bilinçsizlikten kaynaklanan yanlış tutum ve
uygulamalar da ayrı bir konudur.
Hakiki boyutuyla tasavvuf ve tarikat;
İslam'da maddenin ötesindeki, ruhi ve manevi
boyutu öne çıkaran, dinî düşünce ve yaşayış
biçimidir. Bu hayat ve düşünce biçimini
benimseyen kişiye ‘mutasavvıf’ veya ‘sofi’ denir.
Temel ilkelerini Kur'an'dan alan, Hz. Muhammed
(s.a.s.) ile ashabının hayatında somut örneklerini
bulan tasavvuf, tarih boyunca çeşitli evrelerden
geçip, kısmen değişip gelişerek varlığını günümüze
kadar sürdürmüştür.
Tasavvuf söz konusu olduğunda, ortaya çıkan
sorunlardan biri, tanımlama güçlüğüdür. Bu güçlük,
tasavvufun kişisel yaşantı ve deneyimlere bağlı
öznel niteliğinden kaynaklanır. Bu nedenle her
tanım, tarifi yapanın ruhi, manevi durumunu ve bakış
açısını yansıtmaktan fazla bir anlam taşımayabilir.
Bu noktada, “tasavvuf anlatılmaz yaşanır,
tatmayan bilmez” denilmektedir.
Gerçek tasavvuf ehli
Ancak kesinlikle bilinmesi gereken bir şey vardır
ki; tasavvuf, miskinlik ve tembellik değildir.
İslam’ın temel prensipleri mutasavvıflar için
birinci derecede geçerli ve önemlidir. Din
manasına gelen şeriat ve İslami temel prensiplere
aykırı bir tasavvuf veya İslami tarikattan söz etmek
mümkün değildir. Kötü tecrübe ve örnekler, örnek
olamaz. Dinden uzak tasavvuf, insanı tehlikelere
götürür. Tasavvufi hayatı değersiz gören yaklaşım,
manevi ulviliklere ermekte zorlanır.
Tasavvuf ile bir şekilde irtibatı olan kişiler
toplum içinde yaşamakta “dışı halk (insanlar), içi
Hakk (Allah) ile” olabilmektedir. Bu noktada “Bunları
ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan,
namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar” (Nûr,
24/37) ayet-i kerimesini hatırlıyoruz.
Onların günlük hayatlarını devam ettirmek için
yerine getirmeleri gereken vazifeyi ihmalleri söz
konusu olamaz. Ama her şeye bir mana ve anlam katma
gayreti gösterdiklerinden, yaptıkları işi Allah’ın
rızasına uygun olacak şekle getirmeye çalışırlar.
Onların birinci hedefi, hayatlarını Allah’ın
rızasına uygun şekilde devam ettirebilmektir.
Böyle bir güzellik arama düşüncesiyle, ister okulda
öğrenci ya da hoca olarak görev yapsınlar, ister
çarşıda esnaflık, isterse başka yerde çalışsınlar,
Allah’ın rızasına uymayan şeylere tevessül
etmedikleri müddetçe, tıpkı sokakta gezerken
paçalara sıçrayan çamurun namaza engel olmadığı gibi
değişik insanlar ile hemhal olmak, onlar için
sorumluluk vesilesi olmaz. Çünkü zaruret anında
mahzurlu şeyler, -zaruret miktarınca- mubahtır.
Kötü örnekler yanıltıyor
Cenâb-ı Hakk'ın rızasına erişmek gibi bir derdi olan
Müslümanların, içtimaî münasebetlerinde
olabildiğince dikkatli olmaları, İslam’ın güzel
ahlâkını hayatlarına yansıtmaları gerekmektedir. Bir
kısım Müslüman veya tasavvuf ile irtibatlı olduğunu
ifade eden kişilerin, bu noktalarda yanlış
davranmaları kesinlikle kabul edilemez. Zira “Müslüman
elinden ve dilinden, diğer Müslümanların emniyette
olduğu örnek insandır”. Belki tasavvufi
sohbetler onlar için, hayatın keşmekeşinden kurtulup
tahliye, tezkiye ve manevi terakki için bir sığınak
gibidir.
Mutasavvıfların, her türlü hareket, davranış ve
muamelesiyle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Sahabe-i
kiram ve onlardan sonra gelen diğer İslam
büyüklerinin hassasiyetlerini yaşamaya çalışmaları
gerekir. Dinin yıkılmaya çalışılan kalesini tamire
gayret eden insanlar olarak, hiçbir şekilde gayr-i
meşru tavır içine girmeden istikamet üzere devam
etme sorumlulukları da ayrı bir konudur.
Zikir merkezli huzur
Tasavvuf, zikir merkezli hayatın diğer adıdır.
Zikir, “anmak, hatırlamak ve yâdetmek” manâlarına
gelir. Zikri, sadece tasavvufî bağlamda ele alıp,
belli bir disiplin çerçevesinde ve belli sayıda,
ilâhî isimlerin tekrar edilmesine indirgemek, eksik
bir anlama olabilir. Kur’an-ı Kerim, inananların her
hâl ve durumda Allah’ı anmalarını istemektedir:
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine
yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve
yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve
şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.
Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!”
(Âl-i İmran, 3/191). Onlar için kainattaki muhteşem
ahenk ve nizam, Allah’ı gösteren birer delil ve
işarettir.
Bu manadaki zikir ve hatırlama her müslümanın
hayatını şekillendirecek bir boyuta ulaşmalıdır.
Allah’ın her şeyi gördüğü, bildiği ve her yapılanın
hesabının sorulacak olması en büyük hatırlama ve
hatırlatmadır.
Müslüman ve mutasavvıf için hayat bir imtihan
yeridir. İnsana iyiyi ve kötüyü seçip yapabilme
serbestisi verilmiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim hidayet
rehberliği misyonuna uygun olarak insana her daim
Rabbini hatırda tutmasını tavsiye etmektedir. “Öyle
ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım.
Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!”
(Bakara, 2/152).
Bir ilahi sözümüz de “Sen Allah’ı seversen Allah
seni sevmez mi” şeklindedir. Seven sevdiğinin
sözünden çıkmaz ve onu üzmemek için gayret gösterir.
İşte tasavvufun insanı götürmek istediği takva da
Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde çalışıp
O’nun rızasına ulaşma gayretidir.
Tasavvufun da bir gereği olarak Allah’ı anmak olan
zikir, kişiyi maddi-manevi huzur ve mutluluğa
götürür. Fıtrattan, dinden ve Allah’ı hatırlamaktan
uzak kalan kişi, hiçbir maddi unsur ile hakiki huzur
ve mutluluğu tadamaz.
Nitekim Rabbimiz; “Kim de beni anmaktan yüz
çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak
ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz”
(Tâhâ, 20/124) buyurmaktadır. Bu ayet-i kerime
Allah’tan ve dinden uzaklaştığı için varlık içinde
yokluk, sıkıntı ve stres içinde yaşayan gönümüz
insanının durumunu çok güzel ortaya koymaktadır.
Stres ve sıkıntılardan kurtulmak için
Stres ve huzursuzluk günümüz insanın en ciddi
sıkıntılarındandır. Bu hususta hayat rehberimiz, ey
Allah’ın kulları; “Dikkat edin, kalbler ancak
Allah’ı anmakla huzura kavuşur” (Râd, 13/28)
ikazında bulunmaktadır. Çünkü manevi kalbin gıdası
Allah’ı anmak, O’nun aşkı ile yanmak ve nur-u İlahî
ile aydınlanmaktır.
Bu da ancak tasavvuf terbiyesi ve manevi terakki ile
mümkün olabilir. Bu manevi gıdadan mahrum insanlar,
hakiki huzuru tadamazlar. Onlar belki ancak
eğlenebilirler. Daldıkları eğlence havasından
kendine geldiklerinde karşılaşacakları ilk şey, yine
huzursuzluk ve strestir. Allah ne yarattığını en iyi
bildiği için, ona vakitlik, haftalık, aylık ve
yıllık bakım seansları ihsan etmiştir. Ama zavallı
insanlık ve Müslümanların çoğu bile bunun farkında
değildirler.
Mü'minler; Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Hülâfa-i
Raşidîn’in sünnetlerine riayet etmek
durumundadırlar. Zühd ve takva hayatında da durum
aynıdır. Şer'i şerifin hudutlarına riayet
olunmadığı sürece “tasavvufi” hayattan söz etmek
mümkün değildir.
Gayr-i İslamî
davranışlara bulaşan ve şeytanî vesveselerden
kurtulamayan kimselerin; insanlara zühd ve takva'yı
öğretebilmeleri zaten imkânsızdır. Tasavvufla ilgili
olarak kaleme alınmış birçok eserde, haram, mekruh,
bid'at ve hurafelerden uzak durulması tavsiye
edilmektedir. Dikkatli olmak ve şer'i hudutları
öğrenip tatbik etmek gerekir.
Dini ölçülerden uzak
birinin tasavvufa ve Allah’a yakın olması mümkün
değildir.
Zühd ve takva hayatı, maddi ve daha önemlisi manevi
gayret ve çalışma ile yakından alâkalıdır.
Türkiye'de; otuz iki ve elli dört farzı bile
bilmeyen nice zavallılar, meydanı kimseye
bırakmamaktadırlar. Bilgisiz düşünce üretme
hastalığı toplumun geniş katmanlarının baş belasıdır.
Dini eğitimden uzak yetiştirilen bir neslin ahlaki
değerlere uygun bir hayat sürebileceği zannetmek bir
vehimden ibarettir.
Dini değerleri öğrenmek, yaşamak ve yaşatmak her
müslümanın vazifesidir. Bir ömür boyu İslam’dan uzak
yaşayanın, utanma belası musalla taşına konulması ve
dua mahiyetindeki cenaze namazını kılınması, kişiye
bir şey kazandırmayabilir. İbadetsiz, fikirsiz ve
zikirsiz bir hayat, dünyada bile insana fazla bir
şey kazandırmaz. Böylesi bir kimsenin ahiret hayatı
da ciddi tehlike altındadır. Tasavvuf, İslami bir
hayat yaşama modellerindendir.
Ne mutlu, Allah’a kul, Peygamber (s.a.v.)’e ümmet ve
onların sevdikleriyle beraber olabilip Kur’ân ahlakı
ile ahlâklananlara…