A
Neuroscientific Look at the Existence and the
Illness of the Human who is in the Middle of
Nature-Nurture-Culture
GİRİŞ
Geçenlerde,
48 yaşında iken ilk defa psikotik mani atağı geçirip
tamamen toparlanan ve hâlen lityum’la koruma
tedavisi altında olan çok entellektüel ve elit bir
hastam bana şöyle dedi: “Doktor bey, önceden
Tanrı’yla, dinle pek aram yoktu. Bu hastalık beni
Tanrı’yla tanıştırdı”.
Bu çok
önemsiz gibi görülebilecek cümle uzun senelerdir
kafamı kurcalayan bir mes’elenin ampulünü tekrar
beynimde yaktı. “Akıl hastalığı” (mental
disease) veya Batı Kültürü’nün ifâdesiyle “zihin
düzensizliği” (mental disorder) ne kadar ve ne
zaman hastalıktır? Bir ferdin eşsiz yaşantılarını
hangi kıstaslara göre böyle bir damga ile
değerlendirmekteyiz? DSM ve ICD sistemlerinin
“psikotik belirti” olarak kabûl ettiği
hallüsinasyonlar (hallucinations: varsanılar),
hezeyanlar (delusions: sanrılar) ve
belirgin derecede ağır davranış bozukluğu
(grossly disorganized behavior) gösteren her kişi
gerçekten deli (insane) midir? Bunların olmadığı
bâzı varoluş biçimleri, meselâ İspanya’da
Montserrat’ta Tanrı’ya daha yakın olabilmek için 700
küsur metre yüksekliğe kocaman bir katedral inşâ
edip, civarlardaki mağaralarda yıllarca dua eden ve
kimselerle konuşmayan keşişler, girdiği derin
meditasyon hâlindeyken sessiz sedâsız ölen ama
cesedi çürümeyen Budist râhip gerçekten de sağlıklı
mıydılar? İnsanın içine cin ve İblis girebileceğine
inanan ve hâlâ şeytan çıkarma (exorcism) yetkisi
olan Vatikan’ın Katolik dinine inanan yüz
milyonlarca insan ve bunu yapan râhipler şizofren
mi? Hemen her gece âcil servislere içindeki cinin
verdiği rahatsızlıktan dolayı konversiyon veya
dissosiyasyon nöbetiyle gelen Türk kadınlarının
hepsi de şizotipal mi?
NATÜR
Fıtraten
(connate) dünyaya getirdiğimiz, hilkatimizde
(innate) bulunan davranışsal özelliklerimiz var mı,
yoksa her şey doğduktan sonra yaşadıklarımızla mı
tâyin ediliyor? Doğamız (nature: tabiat)
bizim davranışlarımız üzerinde ne derecede rol
oynar?
Freud’un
önderliğinde kurulan klâsik psikanaliz yeni doğan
bebeği bir tabula rasa gibi telâkki ediyor,
psikoseksüel gelişimin temelini de özellikle anneyle
olan ilişkisinin oluşturduğunu savunuyordu. Sonradan
intrauterin fazdan da bahsedilmesiyle öğreti
gelişti. Dedesi Erasmus Darwin’in
Kitab-ı Mukaddes’teki yaratılış hikâyesini eleştiren
yazılarından da etkilenen Charles Darwin
gittiği seyahatte gördüklerini “Türlerin Kökeni”
kitabında yorumlayarak anlattı. “Teizm (Katoliklik)
mi materyalizm mi haklı” gibi kısır tartışmalarla
boğuşan moralist çoğunluğun yanı sıra, bütün
canlıların bir evrim (evolution: tekâmül) ile
geliştiğinden ilk defa bu kadar net olarak haberdar
olan kognitif azınlıktan kişiler yâni bilim adamları
psişik dünyamızın bu işten nasıl nasiplendiğini
araştırmaya başladılar (Waddington 1976).
Papa John Paul II
1996 Ekimi’nde da ABD’de yaptığı bir konuşmada
Katoliklik’le Darwinizm’i buluşturan bir demeç
verdi.
EVRİM
(EVOLUTION: TEKÂMÜL)
Freud’un
önce talebesi ve “veliahdı”, daha sonra en ciddi
muarızlarından biri olan Jung “ortaklaşa
bilinçdışı (collective unconscious)” ismini
verdiği, günümüzde “filogenetik psişe
(phylogenetic psyche)” dediğimiz ve arketiplerle
(archetypes) bize ulaşan evrimsel bilgiden bahsetti.
Kalıtıma aracılık eden genler de hemen aynı
dönemlerde keşfedildi. Genlerin taşıdığı bilgi
sâdece anne ve babadan gelen değil, onların da ta
kendi filumlarının, hâttâ bütün canlıların
evriminden gelen bâzı bilgileri ihtiva eder. Hâttâ
canlılıkla cansızlığın arasındaki sınır çok sisli ve
tedricî olduğuna göre, evrenin ta ilk anlarından
gelme bâzı bilgiler de tevârüs ediliyor olmalıdır;
sonuç olarak bütün varlıklar aynı kuarklardan,
atomlardan ve moleküllerden oluşmaktadır. Yâni temel
ve esas, dolayısıyla nihâî bilgi (ultimate
knowledge) bir şekilde ve bir dereceye kadar
taşınmış olmalıdır. Meselâ akut stres cevabının
tipik davranışsal tezahürlerinden biri olan
donakalmanın (freeze) daha ileri formu olan
katatoninin evrimsel ve adaptasyonist bir arketipal
örüntü olduğu ileri sürülmüştür (Moskowitz 2004);
zâten diğer cevaplar da tamamen evrimseldir: Kaç
(flight) veya dövüş (fight) (Bracha 2004).
“Biyo-psiko-sosyo-kültürel”
bir bütün olan ve bu bütünü meydana getiren
parçaların tek tek toplamından fazla ve farklı bir
varlık olan insanla ilgili hiç bir şey gibi, insanın
varoluşu konusunu da tek boyuttan inceleyip anlamak
mümkün değildir. Her ne kadar pek çok kaynakta bu
yaklaşım “biyo-psiko-sosyal” şeklinde geçmekteyse
de, kültürel kürenin sosyal kürenin de üzerinde
durduğundan rahatlıkla bahsedebilir (karıncalar çok
sosyaldir ama kültürleri yoktur).
CANLI
SİSTEMLERİN DİĞER SİSTEMLERDEN FARKLI VE ONLARA
BENZEYEN TARAFLARI AŞAĞIDA ÖZETLENMİŞTİR:
1. Canlılar
entropiyi tersine çevirebilme, yâni negentropi
yapabilme yeteneğine sâhiptirler; yâni canlı
sistemler açık (negentropik) sistemlerdir.
Gene de, eninde sonunda entropiye yenik düşerler,
yâni ölürler.
2. Canlılar
homeostazislerini korumak zorundadırlar ve
kendilerini dahilî ve haricî dünyadan haberdar
edecek algılayıcı (receptive),
idrak edici (perceptive), değerlendirici,
karar verici ve icrâ edici
(executive) sistemlere ihtiyaçları vardır. Yâni
iç veya dış uyaranlara cevap verebilme yetenekleri
vardır, başka sistemlerle etkileşime girerler, bu
etkileşim onların davranışlarını da etkiler; bu alt
sistemler bütün canlılarda zaman-mekân sürekliliği
içerisinde, birlikte hareket ederler ve bunların
da işlevlerini bütünleştiren sistemler, yapılar
mevcuttur.
3. Her bir
canlı türü kendine has yapısını ve
işlevlerini sürdürme gücüne sâhiptir;
gene her bir tür, kendisini oluşturan alt
sistemlerin veya öğelerin kendine has ve faydalı
işlevlerini sürdürme yeteneğindedir: pankreasın
ensülin, pineal bezin melatonin salgılaması gibi.
4.
Canlıların bir metabolizmaları vardır. Yâni
dışarıdan aldıkları çeşitli madde ve enerji
formlarını kendileri için faydalı ve
homeostazislerini korumaya yarayacak madde ve
enerji formlarına çevirirler (nutritive:
beslenmeye yönelik güç). Bu faâliyetin
yapıcı (constructive) kısmına anabolizma,
yıkıcı (destructive) kısmına katabolizma,
aradaki safhaya da intermedier metabolizma
denir. Aynı şey bütün canlı sistemler için geçerli
olmak üzere psişik plânda da mevcuttur.
5.
Canlıların hareketlilik özellikleri vardır ve
uyaranlara tepki verirler. Motor faâliyet
veya mobilite-motilite, taksis (taxis)
(fototaksi, kemotaksi, termotaksi), tropizm
(tropism) vs. Doğuştan getirilen ve sonradan
kazanılan refleksler, içgüdüler,
sâbit eylem örüntüleri ve öğrenilmiş
davranışlar da canlının evrim düzeyi arttıkça
devreye girer. Bitkilerde de fototropizm
hareketler mevcuttur.
6.
Canlıların çoğalırlar (üremeye
yönelik güç: germinative power:
reproductivity).
Bu
özelliklerin çoğuna sâhip olmayan ama “canlı değil”
demenin de kolay olmadığı virüsleri ve
prionları hatırlamamak elde değil...
Evrim
ilerledikçe, merkezî karar organının organizmanın
baş bölgesinde yerleştiğini tek bir ana sinir
merkezinin geliştiğini görürüz ki, buna beyin
(encephalon), bu evrimsel sürece de
ensefalizasyon denir. MacLean
(1969) memelilerin beynini üç tane iç içe geçmiş ama
işlevsel devamlılık ve bütünlük arz eden tek bir
beyin gibi telâkki ederek buna "triune"
demişti: En içte ve ilkel olan sürüngen beyni
(proreptilian brain: R complex) bazal
nukleusları (stiatal kompleksi) ve tâ sürüngenlik
aşamasından kalma yapıları ihtiva eder; günlük
rutinlerin, subrutinlerin ve birtakım prosemantik
(pre-linguistik) işlevlerin icrasından sorumludur.
Onun üzerinde eski memeli beyni (paleomammalian
brain: limbik beyin veya viseral beyin)
bulunur ve memeli hayatı için elzem olan bakım,
annelik ihtimamı ve oyun oynama gibi sürüngenlerde
bulunmayan davranışları düzenler. En evrimleşmiş
olarak dıştaki yeni memeli beyni (neomammalian
brain:
neocortical brain)
yer alır ki, hassas duyusal analiz, motor
koordinasyon, hâfıza ve çağrışımların
düzenlenmesinin yanı sıra, Homo sapiens sapiens’te
lisan yoluyla iletişimi düzenler. Bütün bilinen
canlı türleri arasında beyni en tekâmül etmiş olan
insandır. Gerek toplam beyin hacmi, gerek frontal ve
temporo-pariyetal korteksin kalınlığı, gerek
korteks/subkorteks oranı insanda en yüksek
ölçüdedir. Diğer bâzı hayvanların beyinleriyle
mukayese edildiğinde, insan beyninin evrimi daha
iyi anlaşılacaktır. Sıçan beyninden insana doğru
incelendiğinde, biyolojik evrimin inkâr edilemez
delillerini görürsünüz. Global tekâmülün yanı sıra,
insan beyninde bâzı bölgelerin çok daha geliştiği,
bâzı bölgelerinin ise gerilediği fark edilir.
Prefrontal korteks toplam kedi korteksinin sâdece
%3.5’unu, maymunlarınkinin %11.5’ini,
insanlarınkinin ise %30 kadarını oluşturur. Buna
karşılık, primer vizüel korteks maymunlarda %17,
insanlarda sâdece %1.5’lik kısmı kaplar. Bunun
finalist-teleolojik izahı çok basittir: Zekâ ve
soyut düşünce ile ilgili bölgeler geliştiği oranda,
daha basit ve türün hayatiyetini idâme ettirebilmesi
için elzem işlevlerin önemi azalmaktadır.
Bütün
canlılarda ortak olarak yaşama ve yaşatma, öldürme
ve ölme, çoğalma temel itici güçleri vardır ve diğer
bütün davranışlar da bunlara indirgenebilir.
Yaşama-yaşatma yönünde işleyen temel itici güce
Eros, ölme-öldürme yönünde işleyene de
Thanatos ismi verilmiştir. Türün devamı için de,
bu iki impetustan kaynaklanan cinsellik
(enerjisi libido) ve saldırganlık
(enerjisi destrüdo veya destructo)
bütün canlılarda ortaktır. İçgüdü ve dürtü
kavramları üzerindeki bâzı tartışmalara değinmek
istiyorum. Freud eserlerinde Almanca
“Triebe“ kelimesini kullanmış, sonradan diğer
lisanlara yapılan tercümelerde kavramsal ve
terminolojik tartışmalar doğmuştur. İçgüdü
(instinct), târifi üzere, türün devamını sağlamaya
yönelik ve o türe has, doğuştan mevcut stereotipik
eğilimleri ifâde eden bir terimdir ve Freud’un
da çok etkilendiği Darwin ekolünün
kazandırdığı bir kavramdır. Dürtü (drive) ise
benzer amaçlara hizmet eden, biyolojik kaynaklı
psişik itici güçleri ifâde eden bir terimdir. Bu iki
kavramın iç içeliği sebebiyle, içgüdüsel
dürtüler (instinctual drives) gibi terimlerin
hâlen de kullanıldığını görüyoruz.
Evcil
hayvanların, tıpkı insanlar gibi, içgüdülerini
kontrol etmeyi öğrenebildiklerini biliyoruz.
Freud bu temel eğilimlerin evrim yoluyla
tevârüs edildiğini kabûl etmekle beraber, Jung
gibi bir tahlile girmemiştir. Evrim skalasında
yükseldikçe, içgüdüsel davranışla öğrenilme yoluyla
kazanılan davranış dengesi ikincisi lehine
değişmektedir. Gene de, içgüdüsel eğilimlerin
tamamen kaybolduğunu söylemek de facto
mümkün değildir. Bütün hayvanlardan farklı olarak,
“kendini aşabilme kapasitesinde, mecburiyetinde,
hâttâ mahkûmiyetinde olan” tek varlık insandır. Bâzı
kişilik özelliklerinin kalıtsal olduğu bilimsel
olarak gösterilmiştir (Doksat ve Savrun 2001, 2002).
<devam edecek>