EVRENİN EVRİMİ
Evrenin varoluşunun muazzam bir patlamayla olduğunu
önce bir Protestan papazı olan
Abbé George-Henri Lemaître
1920’lerde dinsel düşünceyle bir atomo primitivo’dan
bahsederek, Yahudi asıllı Amerikalı ateist hümanist
bir teorik fizikçi olan George Gamow
1940’larda bilimsel düşünceyle, birbirlerinden
habersiz olarak ileri sürdüler. Hâlen de bu iki
zıtmış gibi görünen argüman sürmektedir (Holder
2004). Penzias ve Wilson’un
keşfettikleri gökyüzünün her tarafından gelen,
parlaklığı aynı olan, yaklaşık 3° Kelvin
sıcaklığındaki ışınımın (radiation) ışınımının Büyük
Patlama’dan hemen sonra kâinatı dolduran sıcak
gazdan geldiği tahmin edilmektedir. Sonunda evren
bilimciler (cosmologists) aynı fikirde oybirliğinde
birleştiler: Evren 14 milyar yıl önce var olmuştu.
Büyük Patlama – Cansızdan Canlıya (ve belki de
tekrar Cansıza) Giden Yol
Büyük Patlama’dan
evrenin eninde sonunda kendi içine gömülüp bir
Büyük Çatırdama (Big Chrunch) ile muazzam bir
karadeliğe dönüşüp tekrar patlayacağı modeline göre
düşünülürse, zaman akışı iki taraflı yorumlanabilir.
Büyük Patlama’nın muazzam bir karadeliğin
patlaması olabileceği ve sonsuz sayıda evrenin iç
içe hep var olabilecekleri teorisi gündemdedir.
Güneş kütlesinin 1000 milyon katından da büyük bir
süper karadelik yeterli ölçüde gaz, yıldız gibi uzay
kütlelerini yutarsa, yutulan kütlelerden açığa çıkan
enerjilerin toplamı neticesinde ya çevreye yalnız
enerji parçacıkları yayacak ya da infilâk edecektir.
Bütün bunlar, “evren neden var oldu” sorusunu akla
getiriyor kaçınılmaz olarak!
Araştırmacılar bunun cevabını Her Şeyin Teorisi
adını verdikleri bir evren formülüyle cevaplamayı
umuyorlar. Bu teoride, paralel evrenlerde olanların
bizim korkularımızı, becerilerimizi ve özlemlerimizi
etkileyebileceğini ileri sürülüyor. İngiliz
astrofizikçi Hawking “sonsuz sayıda
eşiz evrenler var” diyerek yıllardır üstünde
çalışılan “Her Şeyin Teorisi”nin (Theory of
Everything) formülünü oluşturmayı başardı ve buna “M-teorisi”
adını verdi. Buradaki “M” (magic, mysterios, mother)
büyülü, esrârengiz veya her şeyin (bütün teorilerin)
anası olarak değerlendirilebilir. Teori, uzayı
içlerinde bizim eşizlerimizin bulunduğu başka
evrenlerden oluşan çok boyutlu bir labirent olarak
görür. Hawking bu “kobold evrenlerin”
yaşayanlarını “gölge insanlar” olarak
nitelendiriyor. Yâni bizim evren olarak
tanımladığımız belki de, gerçekte iç içe geçmiş,
birbirini şekillendiren ve hâttâ belki birbiriyle
iletişim halinde olan, birbirine paralel çok sayıda
evrenlerin bulunduğu sonsuz bir uzayın minik bir
kesiti. Hawking, mantıksal olarak,
beynimizde hiçbir şeyin bir bütünden bağımsız
gerçekleşmediğini ileri sürer ve temel parçacık
demetinin bir karadelik yakınında bulunduğunda nasıl
davranacağını hesaplamıştır. Karadelik içindeki
duruma tekillik (unity: vahdet) denmektedir.
Hawking, çevresindeki her şeyi yutan
bu tuzakların tamamen karanlık olmadıklarını, ışın
yaydıklarını gösterdi. İçinde yaşadığımız evrenin de
“tekillik” durumundayken Büyük Patlama ile birlikte
şekillenmeye başlaması buluşu daha da önemli
kılmıştır. Bu sâyede bir gün, belki de yaratılış
hikâyesinin sıfırıncı sâniyesine ulaşılabilecektir.
Hawking, “hiçlik” ile “varlık”
arasındaki geçiş ânının aydınlatılmasının,
“Tanrı’nın plânını” ortaya çıkarmak anlamına
geldiğini düşünmektedir. Büyük Patlama sırasında
kütle, maddesel olmayan bir noktada, “hiçliği ifâde
eden bir kuantumda” yoğunlaşmıştı. Büyük Patlama’nın
ardından, zaman boyutu ile üç tane uzaysal (uzunluk,
genişlik, yükseklik) boyut açılarak kozmik büyüklüğe
dönüştü. Kalan yedi boyut, konumlarını
değiştirmeden, yâni sicim kadar bir alanı kaplayacak
büyüklükte, bir gonca gibi sarılı olarak kaldılar.
Böyle yedi boyutlu bir yumak, evrenin her noktasında
mevcuttur. M Teorisi’ne göre, evren iki boyutlu
bran’larla kaplıdır. Bu bran’lar için üçüncü boyut,
bran’ların frizbi plâkları gibi, içinde oradan oraya
uçtukları ve hiç birbirlerine çarpmayacakları
büyüklükte bir “hiper-uzaya”, “Üç boyutlu
kütlecikler” hiç fark edilmeden dört boyutlu bir
uzaya, “dört boyutlu kütlecikler” beş boyutlu bir
uzaya vs. girerler. Hawking, bu noktada kendi
kendine “Üstünde yaşadığımız dünya nasıl
yorumlanmalı?” sorusunun cevabını şöyle verdi:
“Bizim gözlemleyebildiğimiz evren, belki de
hiper-uzayda süzülen üç boyutlu bir bran’dan öte bir
şey değil ve evrenimiz bu uzayın içinde yalnız
değil. Çünkü sürekli yeni evrenler, yeni bran’lar
doğuyor”. Fizikçiler, bu olaylara “kuantum
fluktuasyonu” adı vermişlerdir. Sürekli bir üst
boyuta geçen branlar’la ilgili insanın başını
döndüren bu varsayımı biraz daha somutlaştırabilmek
için, hologram örneğini verilebilir:
Hologramlarda iki boyutlu bir yüzeyde üç boyutlu bir
nesnenin görüntüsü fark edilir. Başka bir deyişle,
daha yüksek boyuttaki bilgiler, daha düşük boyuttaki
bir oluşumun içine kodlanmıştır. Bir hologramda
üç boyutlu bilgiler, iki boyutlu yüzeyin her
noktasında kodlanmış olarak bulunur. Hologram
levhasını kırdığınız ve parçalardan birini ışık
altında incelediğiniz zaman, içinde kodlanmış olan
üç boyutlu nesnenin tamamını görürsünüz. Çünkü
nesneye âit üç boyutlu bilgilerin tamamı, yüzeyin
her noktasında ayrı ayrı kodlanmış bulunur. Bu
açıdan bakıldığında, bu matris bütününün bir parçası
olan kişinin, normâlde görülemeyen bilgileri bâzen
fark etmesi çok da olağanüstü sayılmayacaktır. Belki
de kâhinler, mistikler, peygamberler böyle bilgileri
algılayabilen ve okuyabilen insanlardır (Arıtan
2004). Öyleyse, üç boyutlu dünyamızda gerçekleşen
her şey, aslında daha yüksek boyutlu bir dünya
tarafından üretilmiş olabilir mi? Veya bir paralel
dünyanın sâdece yansıması olabilir miyiz?
Hawking’e göre bu soruların cevabı
“evet”tir! Hawking’in teorisiyle
kehânet, telepati, eşzamanlılık ve anlamlı
rastlantılar gibi metafizik konular da belki daha
doğru yorumlanabilir: Dünyamız eğer bir hologram
ise, bütün bilgiler, yine dünyanın her yerinde ayrı
ayrı bulunuyor olmalıdır. Hawking,
evrenin varlığını tek bir formülle açıklayacak “Her
Şeyin Teorisi’nin” henüz tamamlanmadığını, bunun
belki de ancak 21. yüzyılın sonuna doğru mümkün
olacağını belirtmektedir. Formül tamamlandığında da
Tanrı’nın evren formülüne ulaşmış olacaklarını, bu
noktanın da insan aklının nihâî zaferi olacağını
belirtir. Belki de hâlâ esrârını koruyan
parapsikolojik fenomenlerin çözümü için bu bir kapı
olabilir (Doksat 1960).
Bütün bunlar evrenin klâsik görüşlerde zannedildiği
gibi kapalı değil açık bir sistem
olabileceğini düşündürüyor. Yâni, bir anlamda,
evren canlı çünkü negantropi yapıyor ama sonunda
entropiye mağlûp düşüp bir ultra karadeliğe dönüşüp
yeniden patlamak üzere kendi içine gömülüyor! Ve bu
hâdise her an olup bitmekte.
CANLILARIN EVRİMİ
Homo sapiens sapiens’in,
yâni “farkında olduğunun farkında olan adamın” 4.6
milyar senelik dünya tarihinde 100.000 senedir
varlığını sürdürmekte olduğu bilinmektedir. İnsan
genomunda 35 ilâ 40.000 civarında gen bulunduğu,
bunların yarısından fazlasının “sessizce” durdukları
anlaşıldı. Acaba gerçekten öyle mi? Mâdem canlılık
tarihi 4 temel baz, 20 temel amino asid ile
yazılmıştır ve türden türe, nesilden nesile bilgi
intikali bunlar vasıtasıyla gerçekleşmiştir,
canlılık öncesi dönemden de bâzı bilgilerin evrimsel
süreç içerisinde bize kadar ulaştığı varsayımının
bilimsel düşüncenin nedensellik (causality: illiyet)
ilkesine göre doğru olması olmamasından daha
muhtemeldir. Bu da, hepimizin genomunda sâdece
canlıların değil, evrenin tamamının evrimiyle ilgili
bilgilerin şu veya bu derecede muhafaza edilmiş
olacağını düşündürür. E. Coli bakterisiyle insanın
“sessiz” gen havuzları arasında ciddi bir fark
yoktur. Freud’un her şeyi doğumla
başlatmasına ve bireysel bilinçdışından bahsetmesine
mukabil, Jung doğuştan evrimle
getirilen ortaklaşa bilinçdışından
(collective unconscious) söz etmişti. Günümüzde buna
filogenetik psişe (phylogenetic psyche)
denmektedir.
Hâlen “ontogenetik bilinçdışı (ontogenetic
unconscious” veya “ontogenetik bilinç
(ontogenetic conscious)” kavramı da söz konusudur;
bu da klâsik mantıkla düşünmeye alışmış bilimsel
paradigmayı sarsmakta, işin içine erekselliği
(teleology) katmaktadır; bundan hoşlananlar da,
hoşlanmayanlar da var (Dubrovsky 2002). Jung’un
psişe modeli, işin içine kompleksleri,
arketipleri ve ortaklaşa bilinçdışını kattığı
için, Freud’unkinden daha mı az
değerli veya geçerlidir (Kaplan ve Sadock 1996)?
Meselâ Freudiyen yaklaşımın dinî inançlar birtakım
ego savunmaları sâyesinde geliştirilen en azından
“nörotik” bir adaptasyon gibi görmesine karşılık,
Jung (1964) yaklaşımının ortaklaşa
bilinçdışı muhtevasını kabûl edilebilir hâle
getirdiği için bunların faydalı ve gerekli olduğunu
iddia etmesinden hangisi daha doğrudur (Jung 1965)?
Bu iki büyük mütefekkirin bitmeyen kavgasının
(McGuire 1979) çağdaş yansımaları, genetik
mühendisliğin ve psikobiyolojinin, sonuçta da
evrimsel psikiyatrinin son gelişmeleri altında
arketipler ve filogenetik psişe
kavramlarına çok daha yakın ve çağdaş anlamda sıcak
bakmaya başlanmasının sonucu ne olacak (Stevence
ve Price 2000)? Ortaklaşa bilinçdışını Tanrı
arketipine açılan yol olarak gören
Jung, libido kavramını da
cinsellikten çok daha aşkın bir hayatî (vital)
enerji olarak ele almıştır.
Zâten ortodoks veya yenilenmiş psikanaliz(ler)in de,
psikiyatrinin de uğraştığımız şey zihin, yâni
psişedir ve organı (donanımı: hardware)
da beyindir. Psikiyatri tarihinde
epistemoloji sürekli tartışılmıştır (Taylor 1988,
1989). Adolf Meyer’in (1915)
psikobiyoloji kavramını ortaya koymasını,
Engel’in “biyopsikososyal modeli” ve
“genel sistemler teorisini” insanın
varoluşuyla bağlaması zenginleştirmiştir (Engel
1977, 1980, 1982). Jaspers (1963),
Wernicke ve Freud’un
metodolojilerini fazla kutupsal (polar) oldukları
için eleştirmiş ve psikiyatride plüralist bir
epistemolojinin gerekliliğini vurgulamıştır. Bu
eklektik tavır da bâzılarınca eleştirilmiş,
bâzılarınca desteklenmiştir (Simon 1974, Yager 1977,
Schwartz 1988).
Etolojik
(ethologic) çalışmalarda “hem genetik kaynaklı,
doğuştan getirilen, türe has içgüdüsel davranışlar
vardır; hem de bunlar öğrenme yoluyla modifiye
olabilmektedir ve gözlemlenen davranışlar,
çoğunlukla, bu ikisinin bir karışımıdır” görüşüne
varılmıştır. Artık instinct yerine türe
has davranış (species-specific behavior) terimi
tercih edilmektedir. Nispeten stereotipik, doğuştan
gelen davranış örüntülerinin (patterns) oluşabilmesi
için iki kavramdan bahsedilir: Alâmet uyaran
(sign stimulus) ve sâbit eylem
(fixed-action). Basit hayvanlardaki karmaşık genetik
davranış örüntüsü spesifik uyaranlarla aktive
edilebilir; eğer hayvana kompleks uyaranlar
verilirse, bunlar da, durumun tamamından ziyâde,
spesifik uyarana cevap oluşmasına yol açmaktadır.
İşte, bu özellikle etkili olan, belli bir tepkiyi
doğuran uyarana alâmet uyaran denir.
Anlatacağımız deneyle bu kavram daha iyi
anlaşılacaktır: Erkek dikence balıklarının karın
kısımları çiftleşme dönemlerinde kırmızı renk
almakta, bu da diğer erkek balıklarda kavgacılığa,
dişilerde ise yakınlaşma eğilimine yol açmaktadır.
Balmumundan yapılmış model balıklarda karın
boyanmadığında tepki görülmemekte, boyandığında
aynı şeyler müşahede edilmektedir; yâni sırf kırmızı
renk değil, bu rengin bulunduğu yer de önem
taşımaktadır. Şiş karınlı dişi balıkların da erkek
balıklarda çiftleşme eğilimini arttırdığı
gözlenmiştir ve bu da bir alâmet uyarandır. Mutlak
izolasyona tâbî tutulan dikence balıklarında da aynı
alâmet uyaranların aynı davranışlara yol açtığı
görülmüştür. Bütün bunlar, alâmet uyaranın yol
açtığı üreme ve kavga etme davranışlarının doğuştan
beri mevcut olduğunu, sonradan öğrenilmediğini
ortaya koymaktadır.
Türe has davranışlarda öncelikle bir oriyante
edici veya iştah uyandırıcı davranış
(appetitive behaviour) fazı söz konusudur
-ki, hayvanın hedef nesnesini bulmasını
sağlayan çeşitli cevapları ortaya çıkarır; bu
nesneler eş, gıda, su veya pek çok çeşitli materyal
olabilir. Akabinde tamamlayıcı
(consummatory) davranış fazı görülür. En son
olarak da sâbit eylem fazı
(fixed-action phase) denen stereotipik
hareketler örüntüsünü doğurur. Sâbit eylem
örüntüsü, alâmet uyaran tarafından tetiklenmektedir.
Görüldüğü gibi, sâbit eylem örüntüsü sâbit bir
uyarana bağlı olarak ortaya çıkmakta ve basit
reflekslere benzemektedir. Basit reflekslerden
farkı ise daha karmaşık olması ve iştah uyandırıcı
davranış fazını ihtiva etmesidir. Refleksin şiddeti
ve süresi tamamen refleks cevaba sebep olan
uyarana bağlı olduğu hâlde, sâbit eylem örüntüsü
uyaran yokken de ortaya çıkabilir. Meselâ bir kedi
kaçmak veya dövüşmek ikilemini yaşamak zorunda
bırakılırsa, bunların ikisini de yapmayıp, yalanıp
temizlenmeye başlayabilir. Bu tip cevaplara yer
değiştirme aktivitesi (displacement activity)
denmektedir. Omurgalılarda sâbit eylem
örüntülerinin merkezî motor programlar
tarafından kontrol edildiğine dâir deliller
mevcuttur: Yutma, ısırma, temizlenme, orgazm olma,
esneme, kusma, irkilme gibi... Yutma eylemi,
farinksin uyarılması sûretiyle, en azından on
adalenin arka arkaya kasılması yoluyla gerçekleşir;
adalelerden gelen periferik geri-bildirim kaynağı
değiştirildiğinde adalelerdeki motor sıra
değişmezken, farinksin farklı seviyelerde
uyarılması ile motor çıktının şiddeti ve süresi
değişebilmektedir. Omurgalılardaki ve
omurgasızlardaki belli karmaşık davranışlar farklı
sâbit eylem örüntülerinin arka arkaya gelmesinden
oluşan kombinasyonlardan ibârettir. Kerevideslerde
tek bir kumanda edici nöronun
uyarılması ile bir düzine farklı adaleyi içeren
karmaşık savunma cevabı ortaya çıkar. Kumanda edici
nöronların kendilerini takip eden nöron
popülâsyonlarının bâzılarını eksite, bâzılarını da
inhibe edici sinaptik çıktıları vardır; bu nöron
popülâsyonlarının birbirleriyle olan bağlantıları
ile motor çıktı örüntüsü meydana gelir.
Omurgasızlardaki bireysel nöronlar açlık, tahrik
olma gibi karmaşık motivasyonel davranış cevaplarına
sebep olurlar. Aplysia bir süre için gıdâdan
mahrum bırakılıp, akabinde de yiyecek gösterilerek
uyarıldığında, gıdâ ile uyarılma örüntüsü için
karakteristik birtakım davranışlar ortaya çıkar:
Kalb hızının artması, başın kaldırılması, ısırma.
Beyindeki tek bir nöronun ateşlenmesi ile farklı
sistemlerdeki binden fazla nöron aktive olmaktadır.
Memelilerde kumanda edici nöronların mevcudiyeti
gösterilememiştir ama motor faâliyeti tetikleyen
spesifik hücre grupları vardır, bunlar da
omurgasızlardaki kumanda edici nöronlar gibi
çalışırlar. Memelilerde doğuştan getirilen davranış
örüntülerinin mevcut olup olmadığı pek çok
araştırmaya konu olmuştur. Yavru maymunlarda
doğuştan getirilen bir salıverilme mekanizması
bulunduğu gösterilmiştir.
İnsan davranışlarında doğuştan gelen faktörlerin
rolünün ne olduğu suâlinin cevabının verilmesi
kolay değildir. Savaşmaktan sevişmeye, çalışmaktan
ibâdete kadar pek çok davranışın öğrenmenin yâni
kültürel etkilerin sonucu oluştuğu düşünülmektedir.
İnsanlarda prenatal hormonal etkilerin doğum sonrası
cinsel davranışları etkileyebildiği bilinmektedir.
Ayrıca bâzı davranış örüntülerinin evrenselliği,
sâbit-eylem örüntüsüne benzer motor örüntülerin ve
bâzı nispeten karmaşık motor örüntülerin öğrenme söz
konusu olmaksızın varlığı, insanlarda da doğuştan
getirilen davranış kalıplarının bulunduğunu
göstermektedir. Genel olarak zekâ düzeyinin
gelişmesinde sâdece eğitim ve öğretimle izah
edilmesi mümkün olmayan genetik bir komponent
vardır.
Derin tendon refleksleri, göz kırpma tepkisi,
irkilme cevabı (startle) gibi basit
davranışların yanı sıra, bütün insanlarda ortak
birtakım dürtü ve ihtiyaçlar vardır: Açlık,
susuzluk, cinsellik gibi... Ayrıca, insanın
ihtiyaçları basit bir hayvanınki gibi sınırlı da
değildir. Hangi kültürel seviyeden olursa olsun,
bütün insanların toplumsal temas ve duygusal
paylaşım gibi ihtiyaçları vardır. Kompleks insan
davranışlarının evrenselliğinin en güzel
örneklerinden birisi de heyecanların dışa
vurulmasıdır. Öfke, korku, neş’e gibi yaşantıların
yüze yansıyan ifâdesi hiç alâkasız ve birbirleriyle
temasta bulunmamış kültürlerden gelen insanlarda
aynıdır ve bu da, emosyonların dışa vurulmasının
güçlü kalıtımsal yâni doğuştan getirilen faktörlerin
etkisi altında olduğunun delilidir. Fasiyal motor
örüntü de farklı kültürlerde benzerlik gösterir.
Bâzen insanlarda da hayvanlardaki yer değiştirme
aktivitesine benzeyen davranışlara rastlanır (stres
altında iken veya zihinsel bir çatışma yaşarken
gerinme, saçlarıyla oynama gibi).
Bütün bunları dikkate alınca, binlerce senedir
mistiklerin, peygamberlerin ve şimdiki anlayışımıza
göre bâzı “psikotiklerin” bahsettikleri evrensel –
küllî bilginin (tasavvuftaki Levh-i Mahfûz)
içimizde mevcut olduğundan, en azından ona ulaşacak
beyinsel holografik mekanizmaların varlığından
bahsetmek mümkündür. Ulaşım da meditatif aktiviteler
(transcendence: mistik, artistik yaşantılar, vecd
hâlleri), birtakım özel teknikler ve
sembolik-allegorik düşünce ile mümkündür. Oraya
kortikal lineer – rasyonel – seri işlemli mantıkla
ulaşılamaz. Mistik ve meditatif disiplinlerin hepsi
bu bölgeyi bombardımana tâbi tutarak düzenleyen,
ayarlayan eden tatbikatlardır: Zikir, ritüeller,
ritüelik grup aktiviteleri, bireysel veya kollektif
trans hâlleri, yoga vs. Hz. Muhammed’in
de, Buda’nın da, Lao Tse’nin
de, makalenin başında bahsettiğim hanımefendinin
yaptıkları da oraya ulaşmaktı. Bu sâyede bütün
evrimsel yâni küllî bilgiyi tattılar. Ama Hakikat
konuşma lisanına dökülemez ki. Hallâc’ın
“En-el Hakk’ını”, hani ifâde yerindeyse Allah’ı
(isteyen buna Tanrı, God, Yehova,
İç Gerçeklik vs. diyebilir) târif etmek, yâni
hippokampal ve üst kortikal konuşma lisanına tahvil
etmek gayrı mümkündür. Yaşantılar (experiences)
söze dökülemez ama birer ruh hâli (psychic state)
olarak yaşanabilir ancak.
Nitekim sinirbilimin öncülerinden Joseph,
kitabında (1996) şu başlığı verdiği bir bölüm
yazmıştır: “Limbik Sistem ve Amigdala: Tanrı’ya
Uzanan Transmitter”. Bu olağanüstü yaşantılar
psikotik addedilemeyecek büyük mistiklerde,
peygamberlerde yaşanmıştır. Günümüz sinirbiliminde
buna yol açabilecek bir mekanizma bilinmektedir:
Çözülme (dissociation). Ben bu patolojik olmayan,
mistik yaratıcılıkla sonlanan dissosiyasyonlara “assosiyatif
dissosiyasyonlar (associative dissociations)”
diyorum. Patolojik olanlardan farklı olarak, bunlar
bir eserin yaratılışıyla sona eriyor. Psikotik mani
atağından sonra Tanrı’yı keşfeden hastamda da
aslında yazılı veya çizili olmayan bir eser var:
Kendini aşmak. O takdirde, psikotik olanla
“sağlıklı” olanın turnusol kâğıdı da belirsiz!
Buradaki en önemli anahtar kelime işlevselliktir
(functionality).
Amigdala
adındaki temporal lobun anterior kısımlarındaki
küçücük nukleuslar topluluğunun işlevinin sâdece
korkma-hazzetme, cinsellik-iğrenme gibi Yin-Yang
tarzı en temel ve çiğ itkileri (impulses)
doğurmak olduğu zannedilirken, son senelerdeki
sinirbilim araştırmaları burasının aynı zamanda
arkaik ve filogenetik hâfızanın da merkezi olduğunu
ortaya koydu. Hippokampusun en erken 3 yaşta faâl
hâle geçtiğini, ondan önceki dönemlerle ilgili
hâtıraların amigdalada depolandığını, erken çocukluk
çağı yaşantılarının ve travmalarının tamamen burada
saklandığını, hayatın daha ileri dönemlerindeki çok
şiddetli duygusal yaşantıların (özellikle
travmaların) gene burayı aktive ettiğini biliyoruz
artık. Amigdaladaki bilgiye rasyonel düşünceyle veya
mantıkla ulaşmak mümkün değil ama meditasyonla,
vecit hâlleriyle (ecstasy), seri-işlemi
(serial-processing) değil de paralel-işlemi
(parallel-processing) devreye sokan
sembolik-allegorik düşünceyle aktive etmek mümkün.
Hâttâ Eye Movement Desensitization and
Reprocessing (EMDR) gibi tekniklerle
buranın “terbiye edilmesi” ve Post-Travmatik Stres
Bozukluğu gibi hastalıklarda travmadan arındırmada
kullanılması gündeme geldi (Lipke 1999,
Shapiro 2001).
Cloninger
ve arkadaşlarının (1993) çalışmalarıyla evrimsel
kökenli sebatkârlık (persistence), yenilik
arama (novelty seeking), zarardan kaçınma
(harm avoidance) ve ödül bağımlılığı (reward
dependence) şeklinde dört temel huyumuz
(temperament) olduğunu ortaya koydu. Akiskal
ve arkadaşları da duygulanımsal huyları (affective
temperaments) târif ettiler.
Psişik fakültelerin tekabül ettikleri merkezî
sinir sistemi (MSS) yapıları, en basit işlevden en
karmaşığa doğru, basamaklar hâlinde özetlenmiştir:
Temel davranışsal özelliklerimiz daha döllenme
sırasında belirleniyor. Evrimsel psikologların iddia
ettikleri nihaî-esas sebep (ultrimate
causation) düşünüldüğünde neredeyse bir alınyazısı
(predestinaton) söz konusu. İyi de, her şeyi buna
irca edebilir miyiz (reduction)? Jerry Fodor’un
belirttiği gibi, bu beyinde de belli davranışların
yürütüldüğü özel amaçlı işlevsel sinirsel ağlar,
yâni zihinsel modüller var. Hâttâ
Chomsky’nin lisanla ilgili olarak ortaya
koyduğu “lisan iktisap aygıtı” (LAN: language
acquisition device) ve David Marr’ın
ortaya koyduğu özel görerek tanıma yeteneği
insan türüne özgüdür. Karşılıklı diğerkâmlık
(reciprocal altruism), baskın heteroseksüel sistem,
toplumsal hiyerarşi ve mertebeleşme (ranking),
canlının kendi cinsini veya kendisini barındıranı
tanımasını sağlayan doğal eylem (imprinting),
bağlanma sistemi (attachment system) gibi arketipal
davranış stratejileri ise evrimsel skalada
yükseldikçe rastlanan davranış örüntüleridir. Ama
donanımda yüklü olan bu stratejilerin faaliyete
geçebilmesi için öğrenme, eğitim gerekiyor (Evans ve
Zarate 2000).
NURTÜR
Cloninger
ve arkadaşlarının (1993, 1996) modelinde de önceleri
iki karakterden bahsedilmiştir: Başına buyrukluk
(self-directedness) ve işbirlikçilik
(cooperativeness); sonradan, insan türüne özgü olan
kendini aşma (self-transcendence) özelliğini
de kattı.
Eğer türümüze özgü temel işletim programlarını birer
yazılım (software) olarak ele alırsak, bu temel
program belli kritik – epikritik dönemlerde belli
yeni yazılımların ve/veya güncelleştirmelerin
yapılmasını talep eder. Yâni natürün nurtürden hayat
boyu beklentileri olur. Meselâ oral dönemde
annenin sütünden çok sevgisi, ten temâsı ve okşayışı
önemlidir. Anal dönemde ise özerkliğin
(autonomy) ve dış dünyayla ilişkilerin
düzenlenmesinin yazılımları devreye sokulmalıdır.
Bunlar yeterince yapılmaz, abartılı yüklenir veya
hatalı yazılımlar devreye sokulursa, ortaya
psikopatolojiler çıkacaktır. Bu da, natür ve nurtür
(yâni bakım veren, âile ve çevre) arasındaki
mütemâdi etkileşimler (interactions) sâyesinde
gerçekleşecektir (Rutter ve ark. 1997), yakın
süreçler (proximate processes) sâyesinde
hissedilen “iyilik hâli” ile bireyin
“şekillenmesini” sağlayacak, genotipler fenotipe
dönüşecektir (McVicar 1996, Heyman 2000). Hâttâ
potansiyel genetik bozuk predispozisyonların bu
etkileşimler sâyesinde bir miktar düzeltilebilmesi
(fenotipe dönüşmemesi) dahi mümkündür
(Bronfenbrenner ve Ceci 1994).
İzoseksüel ortamda yetiştirilen erkek veya dişi
rezus (rhesus) maymunlarındaki saldırganca davranış
örüntüleri arasında belirgin farklılık bulunmamış
ama heteroseksüel ortamdakilerde erkeklerin daha
saldırgan (aggressive), dişilerin daha baş eğici
(submissive) oldukları gözlenmiştir. Bu da, eril
(masculine) ve dişil (feminine) rollerdeki
farklılığın yakın sebep olarak hormonlarca
düzenlenmediğini ama toplumsal etkileşimin bu
farklılığı tetikleyerek yakın sebep olarak hormonal
faaliyetin davranışsal etkisinin erkeklerde daha
fazla ifâde edildiğini gösterir. Keza yeni doğan
erkek maymunlarda androjenlerin baskılanması cinsel
açıdan dimorfik davranışı etkilememiş, prenatal
androjen verilmesinin ise genotipik dişi bireylerde
saldırganlığı arttırdığı bulunmuştur; bütün bunlar
doğum sonrası dönemden ziyâde prenatal dönemdeki
hormonal etkileşimlerin davranış çizgilerinin
(traits) oluşmasında rol oynadığı, postnatal
etkileşimlerin çok etki yaratmadığı görülmüştür
(Wallen 1996).
Benzer bulgular özellikle fötal hayatın ilk 1.5–3
ayında fötüsün genotipi XY olsa da, kendi
androjenlerine direnci eskiden testiküler
feminizasyon denen androjen duyarsızlığı
sendromuna yol açtığı, bu çocukların dişi
fenotipiyle dünyaya geldikleri bilinmektedir. Daha
hafif durumların ise erkek hemcinselliğine
(homosexuality), XX fetüslerde fazladan androjene
mâruziyetin de lezbiyenliğe yol açtığı
gösterilmiştir. Burada natürle nurtür karışmaktadır
çünkü özellikle annenin stresi ve/veya aldığı
ilâçlar bunu doğrudan etkilemektedir ve anne
rahmindeki çocuk bir zamanlar zannedildiğinden çok
daha reseptiftir. İşitme, kısmen de görme duyusu
aktiftir. Doğum sonrası dönemdeki hatalı yazılım
yüklemeleri de müsâit patolojik zemine âdeta hizmet
etmektedir (Schwartz 1998).
Inspiration
hem nefes almak, hem de ilham, vahiy anlamlarına
gelir; doğum, ölüm, yeniden doğma fantezileriyle
yakından ilgilidir. Bu ilâhî, mistik yaşantılar
ontojenik açıdan üç özel hâlde
yaşanabilmektedir: 1) Fallik dönemde, 2)
Dinî-mistik vecd hâlleri ve vahiy yaşantılarında,
3) Artistik yaratıcılık esnâsında. Çocuk fallik
aşamaya geldiğinde kendi varlığını dışarıdan
tanımaya başlar. Nefes alma ve verme (expiration)
sırasında mumu söndürebilir, camda buğu oluşturup
bunu eliyle silebilir. Bunları
gerçekleştirirken kaka yapma, gaz çıkarma
esnasında da çalışan karın adaleleri de kasılır.
Dışkısını artık serbestçe yapabilmekte, önceleri
hoşlandığı kokusundan artık hazzetmemekte,
çevresindeki nesneleri iyi veya kötü olarak
değerlendirebilmektedir. Bir yandan yürüyebilme,
sıçrayabilme gibi bireysel, öte yandan da rüzgâr ve
bulutların hareketleri, gölgeler, dalgaların
hareketleri gibi dış dünyadaki esrârengiz
hâdiseler onun ilgisini çeker ve varoluşunu
hissetmesini sağlar. Rûyaları, gerçekle hayâl
arasındaki farkı anlamasına yardımcı olur. Erkek
çocuk, adaleleri de geliştikçe, penisinin
ereksiyon kapasitesini gerek günlük
hayatında, gerekse uçma, uçurtma uçurma,
yükseklere taş atma gibi imajlarla rûyalarında
fark etmeye başlar. Bunun tabiî sonucu olarak
yapılan mastürbasyonlar ise korkuyu doğurur.
Anal dönemdeki “yanlış bir şey yapma” kaygısının
yerini, fallik dönemde “felâkete yol açma”
düşünceleri (küçülme, kaybolma, babası tarafından
kesilip atılma gibi) alabilir. Yâni bu dönemde
fantezilere ve fantastik idraklere, yorumlara
büyük bir eğilim vardır. Bir de bunlara Oedipus
kompleksini hâlleden çocuğun kimlik gelişimini
tamamlayarak omnipotan-grandiyöz-narsisist bir
psişik yapıya ulaşmasını ekleyin...
<devam edecek>