ir
zamanlar, Berlin Duvarı’nın yıkılışı nedeniyle
gazeteler, dergiler ve televizyon kanallarında yayımlanan bir
yığın hikâye, bana ister istemez duvarla ilgili başka çağrışımlar
da yaptı.
Ama
bilmenizi isterim, üzerinde durmak istediğim böyle bir duvar
değil. İnsanın ufkunu çerçeveleyen, kendisi ve
özü ile irtibatını engelleyen, özgürlüğünü
elinden alan türden bir şey benim düşündüğüm....
Duvarların
ayrı ulustan ve dinden, ayrı anlayışlarda olan insanları
birbirinden ayırması önemli değil; vahim olan, insanları
birbirine ve özellikle de kendi kendine yabancılaştırmasıdır.
İnsan beyninde öyle duvarlar var ki, briketle, betonla,
dikenli tellerle yapılanlardan çok daha kalın ve mukavimdir.
Kolay kolay da yıkılamaz, asırlar boyu dimdik ayakta kalır.
Maddi
plandaki duvarların elbirliği ile yıkılışı, her ne kadar
özgürlük anlayışına dayanıyorsa da, gerçek anlamda
kendini tanıyan bir benliğin ulaşabileceği soyut özgürlük
kavramına pek yaklaşamamaktadır.
Anladığım
kadarı ile özgürlük, insanın kendi ile olan bağlarından
bile kopmasıdır. Yani özünden başka her şeyle tam bir
kopukluk halini yaşaması...
İnsanoğlu
mütemadiyen gelişen bilincine rağmen, bu dünyada bir konuk
olduğunu, belirli bir süre içinde burada kalacağını, ebedi
hayatın ancak öte yaşamda bulunduğunu nedense bir türlü
aklına getirmez.
Onun,
öz benliğe ulaşmada büyük bir mani teşkil eden bu idrak düzeyini
yıkmak tam anlamıyla zor bir meseledir. Birey
bu hali kendi oluşturmamış, bir bakıma özüne ulaşan
yerlerdeki duvarları kendi örmemiş olabilir, ama miras olarak
kalanı kabullenmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla, onu
nasıl yıkabileceği konusunda bir bilgi birikimine sahip değildir.
Belki
bir duvarı yıkması söz konusu olduğunda bu kez karşısına
asla aklına bile getiremeyeceği, adeta sisten, etten bir duvar
onu sahip olmak istediği yoldan ister istemez ayırabilecek
veya
astrolojik etkilerin kendine nasıl duvarlar ördüğünün
farkına bile
varamayacaktır. Şartlanmaların, değer yargılarının
ve yorumların; öz benliğini ayıran duvarlarını
çok iyi tanıması gerekmektedir. Oysa o
bu konumun kendini adeta bir zombi yapacağını aklının
ucundan bile geçiremez. Ve kendi için kurulan bu duvarlardan
habersiz, yaşayıp gider.
Kişinin
sahip olduğu en büyük nimetlerden biri olarak kabul edilen
duyu araçları da -varoluş amacını perdeliyorsa- çok önemli
duvarlardan sayılacaktır. Mevlâna’nın “
Beş duyudan geçin ”uyarısı, zihinsel faaliyetlere
engel olabilecek duvarlardan şiddetle kaçınmaya yönelik değil
mi?
Bazen
insanlar duvarları, sınırlarını daha bir “
muhkem ” hale getirebilmek için yıkarlar. Bu yıkım,
sincice hazırlanmış bir plandan başka bir şey değildir.
Amacı farklıdır. Buna göre; kendisi bir taraftan öteki
tarafa istediği an geçebilecek, ama öbür taraftakinin bu
yana geçmesi izne bağlı olacaktır.
Mistisizm,
güncel tabirle mecazen kullandığımız “
duvar ” kavramını “perde”
olarak tarif etmiştir. Bu perde daha ziyade bireyi
Allah’tan ayıran istek ve arzuların, bakış açılarının
genel bir adıdır.
Birey
varoldukça en büyük perde,
kendisi olacaktır.
Bunun
güzel örneği Hz. Musa
ile Cenab-ı Hak arasında
geçmektedir. “ Sen
beni göremezsin ya Musa! ” hitabı, onunla özündeki perdelerin/duvarların
varlığına işaret ediyor.
London
- 18.11.2002
http://sufizmveinsan.com
21-11-2002
Akşam Gazetesi
|