Hafta sonu, ailecek fakülteden hocamın evine çaya
davetliydik. Böylelikle, kendimi iki profesör eski
hocamla bir sohbet ortamında buldum. Bizde de başka konu
olmaz ya, konu yine din, yine tasavvuf ve yine Allah...
Tercihen ben “Allah” dedim. Konuyu hep buralara çekme
gayretimi artık ben de inkâr edemiyorum. Kendilerinin,
son derece mütevazı, samimi, hoşgörülü olmaları;
şahsımın da, Allah vergisi işte, haddimi bilerek
bilmeyerek konuşma özelliğim ile mecliste söz söyleme
selahiyetim oluşuvermişti.
Gece geç vakitlere kadar süren sohbetimize giriş şöyle
oldu: On yılı aşkın bir süredir kendileriyle son derece
de samimi olmama rağmen, bu değerli profesörlerden
birinin, Zaman Gazetesi yazarlarından Ali Bulaç ile
üniversite yıllarında sınıf arkadaşı olduklarını
öğrendim. Adı geçen şahsın, “tasavvuf konusunda,
isabetsiz tespitler ve yanlış değerlendirmelerle dolu”
gazetedeki “konumuzla ilgili” köşe yazısına, sitemizde
cevap yazdığımdan bahsettim.(http://sufizmveinsan.com/sohbet/sensenibil.html)
Ne gibi bir sebep ve niyetle veyahut nasıl bir
bilinçaltı ile malum hocaefendinin kanatları altına
girdiğini, ancak kendilerinin, daha doğrusu Allah’ ın
bilebileceği bu yazardan konuya giriş yapmayı uygun
gördüm. Ve şunu ifade ettim; “değil o, kendisine rehber
kabul ettiği hocaefendi dahi dedim, olsa olsa ancak
zahir alim olan “bir Molla Celaleddin” (belli süreçteki
sergilediği görüntü itibariyle söylüyorum) olabilir. Bir
zahir alim, “molla” iken bugünkü örneğinde olduğu gibi,
binlerce talebesi vardı, medresesinde
(üniversitesindeki fakültesinde) Mevlana’nın”
Her insanın bir dış görüntüsü/ahvali ve bir iç dünyası,
niyet yönü/düşünsel dünyası olduğu gibi; toplumların da
ve dahi fenomenlerin de bir dışa yansıması, dışsal
oluşumu, bir de bu dış projeksiyonu oluşturan içsel
hakikati vardır. Tasavvuf düşüncesi ve
tasavvuf-tarikatlar oluşumu da böyledir. Hatta, Hz.
Muhammed Aleyhisselam ve tebliğ ettiği İslam ve de dışa
yansıması olan “Müslümanlık” dahi, belli yönleri
itibariyle böyledir.
Eşyada (şeyler), içsel hakikat/batın yönün bilinmesi ve
bunun ustalıkla dışsal yansıması olan zahir yöne
irtibatlandırılmasının yapılabilmesi gereklidir. Ya da
basiret, feraset ve de nüfuziyetle dış/zahir yönünden,
içsel hakikatinin/batının okunması icap eder. Bu
vecihlere tam hakim olunamayınca, yalan yanlış
değerlendirmelerle konular ele alınınca, israf edilmiş
hayatların ücra köşelerinden bu tip görüşler/yazılar
önünüze getirilebiliyor.
Evet, dinin bu zahir-şeriat yönlü ilmi ile Allah/Hakikat
bilinemeyeceği, bulunamayacağı içindir ki, Şems-i
Tebrizi, Mevlana’ ya “tüm kitaplarını ve bildiklerini
terk et” demişti. Bu beraberlik, Molla Celaleddin’in
zahirdeki görüntüsüne rağmen, bünyesinin, yani istidat
ve kabiliyetinin de müsait olması sayesinde amacına
ulaştı. Sonuçta, ortaya bilinen, tanınan güzîde veli
Mevlana çıktı.
“Şeriat bir gemi, hakikat ise deniz/Çokları gemiden
denize dalmadılar” “Şeriat, tarikat yoldur
varana/Hakikat, marifet andan içeri”
diyen Yunus Emre de yine aynı manayı ifade
etmiyor mu sizce?
İmam Gazali’
nin, lafzen olmasa da manen doğru yapacağım bir
rivayetle, şöyle bir sözü vardır “NÛR” bahsinde: Der ki
Gazali; “ Nûr odur ki, insanın batınına yansırsa onda
basiret/feraset meydana gelir; yok eğer insanın zahirine
yansırsa onda fesahat ortaya çıkar, iki yönden de
yansırsa aliyyül ala…” Rasulullah Aleyhisselam’ın
bir özelliği de fesahat idi, yani fasih bir lisan ile
konuşması idi. Fesahat, tane tane, doğru, güzel,
net/anlaşılır ve etkileyici konuşma özelliğidir. Ayrıca
aksi mümkün olmasa da ve te’yide de ihtiyacı olmamakla
beraber, Efendimiz’ in, İmam Gazali ile paralel
mahiyetteki hadisleri şöyledir;
“Mü’minin ferasetinden
korkunuz, zira o, Allah’ ın Nûru ile bakar”
“Din nasihattır”
denilir. İlim meclislerinde, nasihatlar yanında
düşünceler, fikirler havada uçuşur. Oturumun havası,
düzeyi, ortamı sevk ve idare edenin çapını, halini bize
yansıtır mahiyettedir. Biri yanına bile yaklaşamadığı,
henüz rüyasında bile göremediği sırlardan bahsedip
dururken, böylesine bir kurtlar sofrasına düşer, komik
ve bir o kadar da ibretlik sahnelerden sonra çıkar
gider. Anladığımız kadarıyla aynadan bir yansıma ile
dahi bize ısı/ışık ulaşıyorsa, biliriz ki o, orada
yansıyan güneşin “gücündendir”
Yine böyle bir mecliste
muhataba denilse ki, “sen artık/şu sıralar kitap
okumaktan ziyade, arkadaşlarınla paylaşım/tartışma
yolunu tut, şu süreçte sana lazım olan budur.” Hani
denilir ya “tükürsen yağmur yağıyor sanır, ya rabbi
şükür derler.”. Ehli de şöyle der;
“kapalı anlatsan deşifre
edemez, anlamazlar, açıkça söylesen üzerlerine
almazlar.”
İki örnek vereceğim, biri
kendi hayatımızdan diğeri Rasulullah döneminden. Ashap
anlatıyor; “Gece yarısından sonra her evden arı
vızıltısı gibi sesler yükselirdi, biz bilirdik ki, üçer
beşer sahabi olmak üzere evlerde toplanılmış, ayetler ve
Rasulullah’ın sözleri üzerinde fikir alışverişinde
bulunulur, tefekkür edilirdi ve gerekli yerler de
Rasullah’a mescidde sorulurdu.” Buradan yansıyan
meşhur bir olay şöyle; bir grup sahabi Hz. Ali’ye
giderek derler ki: “Ya Ali, sen bugün mescidde
değildin, Rasullah bir söz etti ki biz bunu gerçekten
anlayamadık” “Ne dedi Rasullah, ağzından aynen çıktığı
gibi söyleyin bana.” Dedi ki: “ Allah var idi onunla
beraber hiçbir şey yok idi.” Der ki
Hz. Ali: “An o andır”
İşte bunlar paylaşım örnekleri, bilmediğini sorma,
öğrenme ve de dervişin fikri neyse zikri de odur
meselesi.
Bize gelirsek, eskiden bir adap, usul, erkan vardı.
“Siz denizden kabınız/kapasiteniz kadar alıyorsunuz,
arkadaş ve sohbet ortamlarında konuşmak, tartışmak
suretiyle bakış açılarınızı geliştiriniz, genişletmeye
çalışınız ki, denizden/kaynaktan istifade etme
kapasitenizi de artırınız” dediği gibi ilim ehlinin;
arkadaşlar bir araya gelinirdi, mevzular
değerlendirilirdi. Ehlinin şu uyarısı hep kulaklarda
küpe idi; “Arkadaşlarınızla bir araya gelin ki, esma
alışverişinde bulunasınız”. “Siz bana
secdelerinizle yardımcı olun.” demiyor mu Rasulullah?
Ve ayette uyarılmıyor muyuz “Allah’a, dininiz
hususunda yardımcı olunuz.” Ne var ki, benim
oğlum bina okur döner, döner, yine döner, yine okur, hep
aynı söyler, aynı okur.
Bunların çözümlenmesi, bu saatten sonra çok basit.
Birimsel benliğin “savunma mekanizmaları” deniliyor bu
duruma. Öte yandan, örümcek gibi bir kısır döngü
içerisinde kendi içinde kurup durmaktansa, arı gibi her
çiçekten bal almak lazım belki. Ve yine belki, bu ortam
ve renkler, hatta bu gümbürtü bir dekordur, ibretlik
sahnelerdir, seyredilesi. Amaa, o seyri gerçekleştiren
mutlak varlık, kendisini her bir suretin şartları
içerisinde ve o kadar, yani o suretin istidadı ve
kapasitesi kadarınca orada ortaya çıkartır ve de o
haliyle, o mahalde tespit eder, seyreder. Mahal derken,
yani suret adı altında demek istedim. O da bir ilmi
surettir, seyir ise ilimde olan bir seyirdir.
Biz; kendimiz ve bu suretin şartları içerisinde,
kapasitemiz kadarıyla, seyretmek, yok bilmem onun bunun,
filanca boyutun hakkını vermek, avuntularıyla dolu hayal
dünyası/savunma mekanizmaları içerisinden kurtulmaya
gayret etmeliyiz. Gerekiyorsa ki, gerekiyor, yardım
almalıyız. Yardım da istidat ve kabiliyetimiz kadarıyla
bizlere ulaşıyorsa, bu sefer istidadımızı-kabiliyetimizi
genişletmenin yollarını aramalıyız. Bu son söylediğim,
ümmeti Muhammed’e ve Muhammedî ümmet ile sunulmuş/zahir
olmuş son derece orijinal, muazzam nimettendir.
Şimdi biz bunlardan gafil olmayarak, dekorun/ortamın
sahibini, mutlak mutasarrıfı bilerek, ne şekilde bir
tavır almalıyız.
“Şu meclisteki, sofra etrafındaki her bir arkadaşın (tek
bir FERDİ hariç tutuyorum) idrakı/bakış açısı sadece
birimizde toplansa, (o bir kişinin) durumu ne olur?”
şeklindeki sorunun cevabı ise şöyle
“ O zaman, kişilikten,
belli değerlerle yaşamdan kurtulur, kendini tanıma
düzeyine gelmiş olur”
Şimdi, durum böyleyken, bu
susma yarışı neyle izah ediliyor? En güzel ben susarım,
saygıda kusur etmem, her haltı anlarım ama dile
getiremem kandırmacası, ya da ben oldum bittim,
bilemediğim soru/konu yok, sor bana, sana bir DATA, bir
EKBERİYET derim, kitaplardan sohpetlerden ortaya bir
karışık yaparım, ama yersen. Lütfen arkadaşlar, hem
samimi, hem de uyanık olalım. Cin gibi, ama akıllı da
davranalım. Bir ilim denizinden istifade imkanı bize
sunulmuşsa, elden geldiğince nasıl ve ne şekilde
kabımı genişleterek bu deryadan daha fazla
alabilirim derdine, gayretine düşelim/sarılalım. Allahın
ipi budur sarılmak gereken. Kendin kadar, rabbin kadar,
esma bileşimin(in) ve onun seni ve sende meydana
getirdiği bakış/görüş açısı kadar bir sarılma/yönelme
istemiyor ki mutlak varlık bizden.
Bana diyor, yardımcı ol, secdelerinle, genişle de
gel, olmadı biraz gez dolaş da gel. “Men arefe”
yetmez diyor, “mübdi marifet” adı altında,
genişletmek suretiyle kabını öylece gel. Böyle gel ki,
genişleyerek gel ki, alışın artsın. Beri gel
diyor, daha gel, daha
derine gel, gel gör ki, o
derinlerde de yine ben varım, beni bulacaksın. O mutlak
benliktir, senin ise aslındır.
Doğru söyleyeni de dokuz köyden kovarlar. Çünkü köy
ahalisi, kendi kapasitesi/görgüsü dışında kalan bakış
açılarını değerlendiremez. Çünkü ona sert gelen bu
açılar onun birimsel varlığını tehdit eder. Şems-i
Tebrizi “Makalat” ta Rasulullah Aleyhisselam’ın şu
sözünü dile getirir; “Küçük köylerde yaşamayın, büyük
şehirlerde yerleşin”. Şems, hadisi şöyle izah eder;
“köy, dar kapasite hatta düşük mertebeli veli
demektir, büyük şehir ise yüksek mertebeli Evliyaullah’
tır”. Allah’ ı da (rabbini değil) tanımanın yolu,
Veli adı altındaki, tüm boyutlarıyla zuhurunu
tanıyabilmekten geçer.
Biri diğerinin zıddı olan, bir çift sözüm daha kaldı.
Zatiyyun bir veli olduğu
bilinen Şahı Nakşıbend der ki;
“Biz müsait
olanı/açılacağı en mükemmel bir şekilde
açmaya/yetiştirmeye; kapasitesi müsait olmayanı da çok
güzel biçimde örtmeye/kapatmaya geldik.”
Şu mu denilmek isteniyor acaba? “su,
bulunduğu/karşısındaki kabın şeklini alır. Mutlak
varlığa yönelimde bu esas geçerlidir. Uluhiyet yaşamı
gereğince, idrak yollu, kendini açmak, genişletmek,
tanımak şeklinde yönelirseniz, aslınız hakikatiniz olan
orijin de o tarzda pozisyon alır. Tabiri caizse o, süper
pozisyonların sahibidir. Yok eğer siz, ille de kendin
gibi, kendin olarak, ben diyerek, “hep aynı yoğurt yiyiş
şeklinle” O’ na yönelirsen, ee dedik ya SU BULUNDUĞU
KABIN ŞEKLİNİ ALIR. Efendimiz Aleyhisselam’ a salavat
gönderme olayında olduğu gibi, sen yönlenirsin o KAMİL
FERDE, sana, nasıl yönlendiysen öylece ve daha da
güçlenerek geri döner.”
Tüm bu dile getirilenlerden sonra, nasıl bir davranış
tarzı içerisinde olmamız gerekecek? Biz, Mutlak bir
ilim, irade ve güç eşliğinde her şeyin yürüdüğünü,
bu çokluk görüntüsünün bizi asla aldatmaması gerektiğini
bileceğiz. Bilinç/idrak/istidat yönümüz itibariyle,
sorgulamalarımızla, yine istidadımız elverdiğince
orijine yöneleceğiz. Ef’alimiz ya da kabiliyetimiz
yönüyle ise, bu istidadın olabildiğince işlerlik
kazanması/çalıştırılabilmesi hususunda, orijine
olabildiğince paralel/yakın bir yaşam modeli
geliştirerek, önce kaynaktan, sonra her çiçekten bal
alırcasına her şahıs adı altındaki frekanstan istifade
etme yolunu tutarak, kendimizi/istidadımızı genişletmeye
doğru ilerlemeye çalışacağız. Bu son kısımda iki önemli
nokta var. İlki, orijine yani Allah’a endeksli bir
yaşam/davranış modeliyle ayna nöronlar kanalından işi
kolaylaştırıcı yola girebilmek; ikincisi ise, tüm
bunların geri dönüşle bünyeye getireceği açılımlarla
daha derinlere girebilmek. Bu konuya Muhyiddin Arabi,
Te’vilat’ ında, Yasin Suresinin 7. ila 12.
ayetlerini izah ederken “...çünkü senin zuhur etmenle
istidatlar güçlendiği zaman…” şeklindeki ifadesiyle
ve başka surelerde de değişik yerlerde “isatidadın
güçlenmesi ve genişlemesi” şeklindeki kavramlarla
değinir.
Tüm bunlara rağmen biz, Efendimiz (s.a.v) ‘in, “Ben
ilim şehriyim, Ali de kapısıdır” işaretince, o şehre
girmeyi arzulayıp, öte yandan daha “kapı” nın
nasıl tıklanacağını öğrenememişsek. Yani tık yoksa
diyorum.
Sevgi ve Saygılarımla. |