2 Ekim 2007 Salı günü, “Zaman” gazetesi köşe
yazarlarından Sayın Ali Bulaç, “Türk Müslümanlığı,
Fıkıh ve Tasavvuf” başlıklı bir yazı yazdı. Aşağıda
alıntılar yapacağım, yazısında yer alan bazı görüşlere
beraberce kafa yoralım istedim.
Öncelikle şöyle bir giriş yapıyor Sayın Bulaç;
"Türk Müslümanlığı veya Türkiye modeli"nin önemli
argümanlarından biri de "Türk İslam"ının tasavvufa/gönüle
dayandığı, diğer Müslümanların salt zahiri ve fıkhi
lafızlara takılıp kaldığı önermesidir.
Bu da hem yanlıştır hem İslam noktai nazarından makbul
değildir.”
Sonra devam ediyor.
“Lafız ve fıkıh olmadan İslam var olamaz. Kur'an ve
sünnet nassları lafız, hüküm ve maksatlardan oluşur.
Dinî hayatın maddi çerçevesini fıkhi hükümler çizer.
İtikat, ibadet, muamelat ve ukubat sıralaması temeldir.
İmanı ancak amelle korumak mümkündür, amelin ne olduğunu
bize fakihler öğretir. Şairlerden, vecd ve
istiğrak hali yaşayan sufilerden alacağımız zevkler
vardır, ama onlar bize din öğretemezler.
Öğretmenlerimiz fakihler ve müçtehitlerdir. Kaldı ki
sufilerin fıkıhsız yaşadığı iddiası bühtandır. Onların
takip ettiği sıralama 'şeriat, tarikat, ma'rifet ve
hakikat'tir. Muteber ve sahih Alevi kaynaklarında dahi
sıralama böyledir.”
Yanlış teşhis, tedaviyi de getirmediği içindir ki,
doğru yapılamayan tespitlerden sonra şu yanlış yorumlar
geliyor;
“Nihayetinde tasavvuf "Batıni fıkıh"tır, yani temel
İslami hükümlere göre manevi hayatın yaşanmasıdır.
Mevlâna, "Ben Kur'an'ın bendesi, Muhammed Mustafa
(sas)'nın ayak tozuyum. Kim benden bu ikisine aykırı bir
söz bulursa atsın." der.”
“Mevlânâ, Yunus, Hacı Bektaşi, Ahmet Yesevi gibi
şahsiyetlerin referans gösterilmesine karşılık, Ebu
Hanife başta olmak üzere, diğer mezhep imamları, Hasan
Basri, Gazali, Kurtubi, Maturidi-Eş'ari, İbn Teymiye,
Şatıbi vb. müfessir, muhaddis, kelamcı ve fakihin
zikredilmemesi, asıl amacın "Protestanlaştırılmış,
postmodern (ne olsa gider), içi boşaltılmış ve sonuç
itibarıyla modası geçmekte olan hümanizme hizmet eden
bir din inşaı projesi" olduğunu göstermektedir. Sufi
zatlar, değerli ve seçkin şahsiyetler olmakla beraber,
bize bir toplumun gerçek maddi ve toplumsal dinî hayatı
için yeterli bilgi malzemesi sunamazlar.”
Hemen yukarıda, Sayın Bulaç’ın benimsemiş olabileceğini
düşündüğünüz “Mevlana’nın sözünden” sonra gelen
paragraftan anlaşılan odur ki, yazarımız belirsizlik,
kafa karışıklığı, huzursuzluk içerisindedir. Eee, doktor
yanlış, teşhis yanlış, ilaç yanlış. Allah muhafaza..Ve
nihayet şöyle bitiyor yazı;
“İnsan bir bütündür, onun parçalara ayrılması
şizofreniye yol açar. İslam da 'Büyük İnsanlık'tır ve
bir bütündür. Bir kısmını alıp diğer kısımlarını
atamayız. İslam, insanın ferdi fikri/ruhi hayatıyla
ilgili olduğu kadar maddi ve toplumsal hayatıyla da
ilgilidir. Madde ve beden gerçektirler, bu yüzden
Meşşailerden farklı olarak haşr-ı cismaniye itikat
ederiz. Amelsiz iman olmaz. Bu ülkeye salt tasavvuf veya
ruhi hayatla yetinmeyi teklif edenler, ya İslam'ın
cahilidirler veya işlerine öyle gelmektedir.”
Ben Sayın Ali Bulaç’a şöyle bir soru yönelterek, yazısı
hakkındaki görüşlerime geçmek istiyorum. Tasavvuf, yani
İslam'ın derinlikli-tefekkür yönü hakkında "yeterince"
bilgiye sahip olduğunuzu (önce kendiniz-ilmen-vicdanen,
sonra ise konumunuz açısından) düşünüyor musunuz?
Koskoca ve de yetkin-ehliyetli bir zahir alim (Mevlana)
Celaleddin Rûmi'yi, birkaç senelik görüşmelerinde
bambaşka bir insan yapan-değiştiren-dönüştüren Şems-i
Tebrizî, nasıl bir insandı? Tebrizli Şems'in farkı
ne idi? Müderris Celaleddin’ de olmayan ne vardı
Şems’te?
Bunun gibi mesela, Yunus Emre, “bir mü'min
olarak” dinini yanlış, eksik öğrenmiş ve eksik mi
yaşamıştır? Yine mesela, bir Aziz Mahmud Hüdayi,
Bursa kadısı iken nasıl ve neden bir değişime-dönüşüme
girmiştir?
Yine bir, Bursa eski kadısı ve de Osmanlı’da
Şeyhülislamlık yapmış Molla Fenari..O günlerde
Fatiha tefsiri ile meşgul ve bundan dolayı da
sıkıntıda.. Yıldırım Bayezid, Bursa’da Camii Kebir’i
yaptırdıktan sonra ilk Cuma namazının Emir Sultan
tarafından kıldırılmasını ister. Ama Emir Sultan,
Somuncu Baba ‘yı kastederek, “Zamanın Gavsı bu
şehirde iken, bu hizmet bize münasip değildir.”
deyip imameti ona bırakır. Ebu Hamideddin (Somuncu
Baba), namazı kıldırdıktan sonra, özellikle Molla
Fenari’nin merak ettiği Fatiha tefsirini de yapar.
Hadise malum ve meşhur ama şöyle bir not düşmeyi de
gerekli görüyorum: Somuncu Baba,
minbere çıkınca, “Ulemadan bazısının, Fatiha
Suresi’nin tefsirinde sıkıntısı bulunmaktadır. Onun için
bugünkü hutbemizde bu surenin tefsirini yapalım.”
dedi ve Fatiha Suresi’nin yedi türlü tefsirini yaptı.
Herkes hayret içinde kaldı. Bursa'da onun büyüklüğünü
anlamayan kalmamıştı. Başta kadı Molla Fenari,
“Somuncu Baba, önce bizim bu surenin tefsirindeki
müşkülümüzü halletti. Bu onun büyük bir kerametiydi.
Çünkü Fatiha'nın birinci ruhunu bütün cemaat anlamıştı,
ikinci ruhunu cemaatin bir kısmı anladı. Üçüncü ruhunu
anlayan çok azdı. Fatiha'nın diğer anlamlarını anlayan
aramızda yok gibiydi.” demekten kendini alamamıştı.
İki has talebesinden birisi Eşrefoğlu Rûmi,
diğeri ise Fatih Sultan Mehmed Hân’ın hocası
Akşemseddin olan Hacı Bayram Veli, Anadolu’ya
hicret eden meşhur Kayserili Hamideddin İbni Musa’yı
(Somuncu Baba) tanıyana kadar, Ankara’da Kara
Medrese’de müderrislik yapan büyük bir âlim idi.
Müderris Numan’ı, Hacı Bayram Veli yapan Somuncu
Baba’da, zahir alimlerinde olmayan ne vardı ?
Zamanımız kuru “din alimlerinin” uğraş verdiği sahada
yetkinliği bilinen, "Hüccet-ül İslam" İmam Gazali’nin
şöyle bir ifadesi vardır: “ Bütün ilimlerde tahkikte
bulundum. Hatta bir zaman baktım ki, o ilim dallarının
ehillerinden de fazla ve de gereğinden çok araştırmada
bulunmuşum. Ne var ki gönlüm en son tasavvufta karar
kıldı, huzur buldu.”
Netice itibariyle, Sayın Bulaç’ın hassasiyetlerini de
göz önünde bulundurarak diyeceğimiz odur ki, bir
Fethullah Gülen Hocaefendi’yi zamanın hocalarından
biraz olsun farklı kılan, Bediüzzaman Said Nursi’yi
malum, algılanan haline, düzeye, mertebeye getirip
yerleştiren, adı “tasavvuf” diye bilinen ve dinin
sadece zahiri kuru bilgi yönüyle kayıtlı ve kısıtlı
olmayan derinlikli, tefekkürî ve de Sn. Bulaç’ın o çok
değer atfettikleri (tabii bu yanlış ve yetersiz
algılamanın sonucu oluyor) cismanî, maddî, bedensel
yaşamdan arınmayı daha yolun başı olarak öngören,
kapısından ise “iman” ile giriş yapılan bir yaşam
tarzıdır. Kendilerinin şahsında, orta yaşın geçilip
ömrün sonuna doğru ilerlendiği süreçte artık iyice geç
kalınmadan insana belki bir son şans (Allah bilir ve
O’nun takdiri buna ancak elverir) olarak, bu yaşantı
tavsiye edilir. Bizim birbirimiz ile ilişkilerimiz ise
zaten tavsiyeden öteye geçemez.
Bu kadarının, vicdan sahibi, insaf ehline yeteceğini
düşünerek, ömrünün son demlerinde (son iki yılında)
İmam Caferi Sadık ile yollarını birleştirerek
“tasavvufî” yaşama adım atan, İmamı Azam Ebu Hanife’nin
şu sözü ile bitirelim: “Bu iki yıl olmasa Numan (Ebu
Hanife) helak olurdu.”
Sevgi ve saygılar efendim, tefekkür ile kalınız.
|