Cumhuriyet Gazetesi bir mâden keşfetti, İslâm’ın Yüce Kitabı’ndan “Kuranıkerim” diye bahseden müptedî din ulemâsı komünistlerin yerine, hakikaten bu işi bilen bir bilim adamını, Doç. Dr. Şahin Filiz’i bizlerle kavuşturuyor. Hay Allah râzı olsun!
Meslekdaşım Sayın Ertuğrul Eşel bir buçuk sene kadar önce Kayseri’de din ve bilimin epistemolojik farklarını anlatalım diye beni Kayseri’ye davet etmişti; bekliyorduk ki oditoryum dolup taşsın. Nerede, ancak üçte birinde dinleyici vardı, bunların bir kısmı da oradaki İlâhiyat Fakültesi’nin öğretim üyeleriydi.
Çok nitelikli konuşmalar yaptık. Ben Allah’a da, Hz. Muhammed’e de inanan ama lâikliği Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in vazgeçilemezlerinden biri olarak gören duruşumu bermutat sergiledim. Dinleyiciler güzel güzel dinledi de… İlâhiyat “hocaları” olan profesörler ağızlarını açtıklarında vâiz kesilip dinimizin buyruklarından bahsettiler sürekli olarak! Bu da, senelerdir merakımı mucip olan “yâhu, bizim ilâhiyat fakültelerinden imam hatip veya vâiz değil de, gerçek teolog acaba hiç çıkıyor mu” teessürümü ve tecessüsümü tekrar tekrar dimağıma perçinlemişti. Agnostik, hâttâ Ateist, akşam kafa çeke(bile)n teolog yetişmiyor muydu? Şimdi bâzıları bu lâflara bakarak alkol almak gerektiğini savunduğumu anlarlar, onları “Allah’a havale ediyorum”. Neyse…
***
Bunun bir zamanlar ümit vaat eden yakın bir örneği vardı: Yaşar Nuri Öztürk. Çok az kimse hatırlar rahmetli babam Prof. Dr. Recep Doksat’ın onun müktesebatındaki büyük rolünü ve rahle-i tedrisinden geçtiğini, kendi ise tam bir “amnesia” içerisinde! Dahası, yobazlar kendisini doçentlik sınavının kapısından döndürecekken, din psikolojisi verdiği Marmara İlâhiyat Fakültesi’nde masaya yumruğunu vurup, “en yaşlı üye benim, bu da beni başkan yapar; aday da neşriyattan geçmiştir” diye ağırlığını bir ve dahi pîr koyup, bir force major ile bugünlere bayrak açmasını sağladığını… Daha o zamanlardan megalomanisi pek fena hâlde belli idi ve evimizden çıkmazdı; rahmetli pederi ikaz ederdik bu hususta, o da “olsun, bu memleketin bu çocuğa ihtiyacı var” derdi. Hayatta olsa ne derdi bilemem ama gâliba biz haklı çıktık. Önceleri münevver bir teolog imajı çizerken gittikçe popülistleşti, sonunda kendisini Çıplak Uyarıcı filân ilân edip bir de parti kurdu ve herkesi hüsrana uğratarak icraatına devam etti. İşi bittiği günden beri de ne aradı ne sordu haftanın üç günü yemeğini yediği anacığımın hâlini… O arada sınıf atladı(!) ve yazdıkları da, söyledikleri de uçmaya başladı (“içeriden” biliyorum ki, atladığını zannettiği o sınıflarda artık itibârı nâkıs). Ne hazindir ki, kitaplarını eserlerimde artık literatürde zikretmiyorum; çünkü güvenemiyorum. Web mekânımı takip edenler bilirler, “vefası yoktur” diye yazmıştım…
***
Dönelim Doç. Dr. Şahin Filiz’e… 27 Ocak 2008 Pazar günü, hâlâ internetten okuyabilmek için ücret gereken bu acayip halkçı(!) gazetenin (hissedarlarını bir araştırın, bakın bir holding çıkacak mı) 12. sayfasında Leylâ Tavşanoğlu’na şunları söylüyor bu gördüğüm ilk sâhici teolog (tamamen özetliyorum):
“Türban 1970’te farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye’de ithâl dinsel teklâkkiler, 1970’ten itibâren Ortadoğu’daki İslâmcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının tercüme edilmesiyle Türkiye’ye girmiştir. Bâzı semboller dinle özdeşleşerek geldi… Filistinliler Şiiler’in kadınlarını rahatsız ediyorlar gerekçesiyle Şii Lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı. Bu bir üniforma biçimiydi, daha sonra Türkiye’ye türban olarak geldi… 1970’lerden itibâren Seyit Kutuplar’ın, Hasan en Benna’ların, Ali Şeriati’lerin başını çekmiş olduğu Müslüman Kardeşler Hareketi Marksist diyalektikle birlikte İslâm devrimciliğini öne çıkardı ve tabii ki kafalar karmakarışık oldu.” MKD notu: Masonluktan mülhem ama onun ana fikri olan lâikliği reddeden bu İslâm Faşisti cemiyet çok güçlüdür.
Uzatmayayım… Kadının başını örtmesi ve dövülmesinin câiz olduğu zırvalıklarının tamamen hile-i şerriye kabilinden, özellikle yapılmış tefsir oynamalarından kaynaklandığını anlatıyor. Umarım bu genç hocanın eserlerini kıraat etmek keyfini yaşarız.
Umarım, iki açıdan umarım:1) 2000 senesinde doçent olan bu bilim adamı Harvard’da post-doktora çalışması yapmış ve hâla profesörlük kadrosu alamamış. Alması gerek, her anlamda! 2) Bakarsınız bir Ergenekon suçlusu veya tevhitçi kurşunu kurbanı olur; olmadan hâlvet olabilsek…
***
Timur Selçuk, Hz. Muhammed’e ve Atatürk’e bağlılığını asla kaybetmediğini, namaz da kıldığını söyleyerek ilâve etmiş: “Atatürkçülük bir aydınlanma projesidir, Kur’ân da öyle” + –sıkı durun– “Allah’ın adı en çok sol görüşlü insanlara yakışır. Ben onları ahlâklı insanlar olarak görüyorum”.
Eğer Bülent Vedia Çorak’ın dinleri tamamlayıcı ama din olmayan(!) öğretisinin mensubu değilse, en azından “helâl olsun, bâri bunu söyleyebildiniz” derim. Sonra da eklerim: “Acaba neden bugünlere kadar sükût ettiniz? Kendi iç karmaşanızı mı ancak çözdünüz yoksa –bir şekilde– zamanı mı geldi?
Bir de istirhamım var… Muhteşem bir kaabiliyetiniz var ama Allah aşkına, operalaştıracağım diye, muhterem pederinizin hârikulâde şarkılarını gırtlak titreterek icra eylemeyiniz. Musıkîden azıcık anlayan herkeste ikirciklik (ambivalence) hâsıl oluyor.