Bâzı
kişiler vardır, bol keseden ve kendilerinden
çok emin bir şekilde “ben hayatta yalan
söylemedim ve söylemem” derler. Eh, en
azından bunlardan bir kısmı, en büyük yalanı
söylediklerinin farkında değildir.
İsterseniz yalan kavramının bir
târifini yapalım
öncelikle: Bilinçli olarak ve kandırmaca
amaçlı ifâde edilen ama gerçek olmayan
şeylere “yalan” denir. Eskilerin
tâbiriyle,
“hilâf-ı hakikat olup da şuûrlu olarak
muhataba nakledilen malûmat yalandır”. Bu
târife özellikle
“kötü amaçlı” maddesini katmadım çünkü
kötülük ve iyilik son derecede göreceli
şeylerdir; bâzısı için iyi olan diğerleri
için kötü olabilir. Bunun da temelinde,
hangi eylemin veya tercihin kimin faydasına
olacağı sorusunun sonsuz derecede farklı
cevaplarının olmasıdır.
Konuya bu açıdan yaklaştığımızda, insan
türünün yalan söylememesi mümkün değildir.
Varoluşun temeli
yalandan geçer. Biraz daha açmak için
konuyu, bâzı
evrimsel örnekler verelim.
Tek hücreli organizmalarda bile kendilerini
tehdit altında hissedince etrafa yanıltıcı
sinyaller (elektriksel ve kimyasal uyarılar)
salma davranışı vardır. En basitinden en
gelişmişine kadar bütün canlılar avlarına
ulaşmak işçin muazzam sayıda kandırma
sistemleri, stratejileri kullanır.
Okyanusların derinliklerindeki ışıldak
oltalı balıklar, böcekleri çeken sahte
kokular (feromonlar)
salgılayan bitkiler, kanatları açıldığında
ürkütücü yılan görüntüsü ortaya çıkan
kelebekler, bulunduğu ortamın rengini alan
mürekkep balıkları ve bukalemunlar, yılana
yakalandığında ölü taklidi yapan fareler,
dişisini baştan çıkarmak için raks eden
arılar, hoşlandığı hâtun
kişiyi elde etmek için komplimanlar, ilân-ı
aşklar döktüren kendini âşık sanan safdiller
veya kart zamparalar… Hepsi de yalan söyler!
Kendimize söylediğimiz yalanlar başkalarına
savurduklarımızın yanında devede kulak
kalırlar. Hemen bütün ego savunma
mekanizmaları yalana dayanır: Akla uygun
hâle getirme, bastırma, inkâr, yer
değiştirme, vs. hep aldatmacanın türleridir.
Sözün özü: Yalancılığın âlemi yok, hepimiz,
bütün canlılar hâttâ
cansızlar yalancıyız.
Okuyucunun yalancılığa övgü yazdığımı
düşünerek kızdığını görür gibiyim. Şu ana
kadar okuduklarınız arasında hiç yalan var
mı? Yok!
Peki, nedir kantarın topuzu, ne zaman
“kötüdür” yalan?
Yukarıda “hangi eylemin veya tercihin kimin
faydasına olacağı sorusunun sonsuz derecede
farklı cevaplarının olması” olgusundan
bahsetmiştik ya, işte anahtar burada. Eğer
söylenen yalan karşısındakinin zararına ve
zedelenmesine yol açıyorsa, ortak paylaşılan
değer hükümlerine (yâni
ahlâka) ters düşüyorsa, toplumsal barışı ve
diğerkâmlığı bozacak mâhiyetteyse, o yalan
kötüdür. Somut örnek, birini tutulmayacak
vaatlerle kandırıp parasını veya başka bir
şeyini çalıp sonra onu perişan hâlde
bırakmak dünyanın her yerinde ve kültüründe
ayıp, kötü, ahlâk dışı, günah ve suçtur
(bunun bile istisnası var: Kadim Yunan’da
Isparta’da bunlar “iyi” vasıflar olarak
âddedilirdi).
Psikiyatride de sürekli uydurduğu yalanlara
kendi de inananlara,
antisosyallerde ve sınır zekâlılarda
çok yalan söylendiğini biliyoruz.
Hz. Muhammed bile savaşı önlemek, dostları
uzlaştırmak ve karı kocayı barıştırmak için
yalana izin vermiş. Pembe veya beyaz
yalanlar zararsızdır ama kara yalanlar
karayılanlara benzer.
Onlardan uzak durmak lâzım.
Sevgiyle kalın…