htiyarlığı
önleyip “ölümü- öldürmek” mümkün değildir, ancak yaşlanmayı
geciktirip ölüme geçici bir hayat rengi vermek genetik bilimdeki
gelişmeler ışığında mümkün gibi görünmektedir.
Kriyobiyoloji,
yani canlıları bir müddet dondurduktan sonra hayata döndürme
bilimi, bunun için uğraşmaktadır. Eskiden beri soğukta kalan
cesetlerin çabuk bozulmadığını gören insanlarda ,ölümden hemen
sonra kişinin vücudunu dondurmak, gelecekte bunu eriterek canlandırmak
ve yaşayabilecek bir hale getirmek
fikri oluşmuştu.
Donmuş bir vücut üzerindeki değişiklikler , uzun süre tabiî
olarak donmuş bir halde kaldıktan sonra buzları çözülen
cesetlere çalışmalardan gelmiştir.
Hehnemann Üniversitesi'nde patolog olarak görev yapan Michael
Zimmerman bu konuda bazı çalışmalar yapmıştır. Alaska'nın
donmuş karalarından çıkarılan insan ve hayvan cesetlerini
inceleyen Zimmerman, 1970'lerde bulunan bir tüylü mamuttan arta
kalanlar üzerinde bir otopsi gerçekleştirmiştir. Radyokarbon
tarihleme metodu yardımıyla mamutun yaklaşık 21.000 yıl önce ölmüş
olduğunu ve ardından büyük miktarda karın altında kaldığını
tespit etmiştir. Ancak 200 yıl kadar sonra, vücut iyi muhafaza
edilmediği için dokular bozulmuş, geriye ancak bir miktar kas
dokusu kalmıştır.
Daha sonra 1984'de Zimmerman ve meslektaşları, Kuzey Buz Denizi'ne
nazır bir kayalıkta inşa edilmiş bir evin enkazı altında beş
insan ceseti buldular. 470 yıl önce bu insanlar buzulların üzerlerine
çökmesiyle birlikte can vermişlerdi.
Cesetlerden üçünün ancak kemikleri kalmış, diğer ikisi ise
oldukça iyi muhafaza edilmişti. Her ikisinin de kadın olduğu anlaşılan
bu insanlardan biri, 20-25 yaşlarında ölmüştü. Zimmerman bu
cesetin göğüs kafesinin içinde, alyuvarlarda oksijen taşıyan
kimyevî madde olan hemoglobinin bulunduğunu keşfetti. Yaklaşık
500 yıldan beri bu madde bozulmadan kalmıştı.
40 yaşlarında olan kadının vücudu ise, diğerine göre çok daha
iyi korunmuştu. Anlaşılan öldükten hemen sonra donmuştu.
Zimmerman bu kadının öldüğü gün neler yediğini ve ölmeden önceki
sağlık durumunu bile tespit etti. Kadında süt salgılama
emarelerine rastlandı. Anatomik delillere de bakılarak ölmeden 6 ay
kadar önce bir çocuk dünyaya getirdiği belirlendi.
Cryonics Society ve Life Extension Society (Hayatı Uzatma Cemiyeti)
gibi birçok kurum tarafından, kriyojenik ambarlarda depolanan dev
termosların içinde ölümlerinin bir kısmını geçirmek isteyenler
için uygun ortamlar hazırlanmıştır.Bu yolu genellikle ölümcül
hastalığı olanlar tercih etmektedirler.
İnsan vücudu ölümden birkaç dakika sonra bozulmaya başlar. Bu yüzden
kadavra dondurmakla sorumlu amatörler her an tetikte olmak zorundadırlar.
Kadavra yakınında bir kalp-akciğer makinesi yoksa dolaşımın
devam etmesi için sunî solunum ve hâricî kalp masajı yapmaları söylenmektedir.
Daha sonra vücuda kan pıhtılaşmasını önleyici heparin enjekte
etmeleri ve buz torbalarıyla vücudu yaklaşık 10°C'ye kadar soğutmaları
da tavsiye edilmektedir.
Eğer bunları
yapmayı başarabilirlerse sıra vücudu DMSO veya gliserol ihtivâ
edip damara nüfuz edebilen bir solüsyonla bir saat kadar
ovmaya gelmiştir. Bu iki kimyevî madde, hücrelerde buz
kristallerinin oluşmasını engeller. Buz kristalleri hücre zarlarını
parçalayarak dokuları tahrip ederler.
Bu işlemlerden
sonra vücut dondurulmak için hazırdır.
Ceset battaniye ve
kuru buzla sarılabilir. Kuru buz, donmuş karbondioksitten başka birşey
değildir, ancak bu madde vücudu -65°C dereceye kadar soğutacaktır.
Bu süreçteki son safha vücudu, sıvı azotla dolu tabut şeklindeki
bir kapsüle dikkatle yerleştirmektir (Zira dikkat edilmez de vücut
düşürülecek olursa kırılabilir). Sıvı azot vücutu -160°C
dereceye kadar soğutacaktır.
Bu işlemler için
yaklaşık 24.000
dolar gerekmekte,yetkililerin koruma işini aksatmayacağı, sıvı
azotun her dört ayda bir yenileneceği farzedilse bile sosyal ve
yasal problemler bitmemektedir. Bu tür problemlerin bir kısmını
çözmenin yolu, öldükten sonra değil de, hayattayken vücudu
dondurmaktır. Ancak yaşayan bir kişiyi dondurmanın da bazı
handikapları mevcuttur.
Çeşitli
kazalar ile tesbit
edebildiğimiz sonuçlar bulunmaktadır. Chicago'lu bir kadın 1951 yılında,
kaldırımda sarhoş bir halde bulundu. Bütün gece orada kalmıştı.
O gece sıcaklık -11°C'ye kadar düşmüştü. Bulunduğunda
solunumu neredeyse farkedilmeyecek durumda, nabzı da olması
gerekenden 3 kat daha azdı. Ancak kadın normal hayata döndü.
Birçok
kriyoniks derneğinin üyelerinin inandıkları gibi onlar da şu anda
tedâvi edilemeyen hastaların bu yolla muhafaza edilerek gelecekte
tedâvi edilebileceklerine inanmaktadırlar. Tek fark insanların öldükten
sonra değil, ölmeden önce dondurulmalarıdır.
Vücudu
dondurmak ise (bilhassa mutlak sıfıra yakınbir derece olan -237°C'de)
vücuttaki moleküllerin hareketlerine son vermektedir.
Dondurma, vücudu
bozulmaktan muhafaza eder (Buzdolabına ve buzluğa konulan etlerin
bir ay sonraki hali arasındaki fark bunu gösterir). Gerçi bozulma
tamamen ortadan kaldırılmış değildir, ancak o kadar az miktardadır
ki, yok denilebilir.
Şu ana kadar
yapılan şey, vücudun belirli organlarını dondurmak olmuştur.
Ancak ortaya çıkan problemler bütün vücudun dondurulması halinde
görülebilecek olanlarla benzerlik göstermektedir.
1918'de İngiltere'deki
Tıp Araştırmaları Millî Enstitüsü'nden Audrey Smith ve meslektaşları,
canlı kurbağa veya horoz spermlerine gliserol ilave edilip -43°C
derece kadar soğutulduğunda ve tekrar eritildiğinde hayatta kaldıklarını
gördüler. Smith'in keşfinden sonra alyuvarlardan spermlere kadar
hemen hemen her türlü insan hücresi başarılı bir şekilde
dondurulup eritildi. Ayrıca aynı teknik canlı dokular üzerinde de
uygulandı. Deri, gözün kornea tabakası ve bazı salgı bezleri
haftalar boyunca dondurularak tekrar eski durumlarına getirildiler.
Ancak teknik, bütün bir organa uygulanınca işler değişti.
Son yıllarda
çoğu kriyobiyolog, anestezi edilmiş hayvanlardan alınan böbrek ve
karaciğer gibi canlı organları dondurup eriterek eski haline döndürmek
için çalışmaktadır. Ancak pek başarılı oldukları söylenemez.
Canlılığını yitirmeyen organlar, mükemmel şartlarda ancak birkaç
dakika dondurulanlardır. Bir saatten daha uzun bir süre dondurulan
organlar ise hayâtîyetlerini yitirmişlerdir.
Organların
muhafazasında hücrelere oranla çıkan problemlerin temelinde:
Organların, hücre veya dokulardan çok daha kompleks
olması yer almaktadır. Vücudun hücreleri veya çoğu
dokusu, donmuş bir halde muhafaza edilebilir, zira bu hücrelerin büyük
bir kısmı çevreyle doğrudan irtibat halindedir. Bu yüzden bir bütün
halinde dondurulup eritilebilirler. Organların ise ancak bir kısım
hücreleri çevreyle aracısız temas halindedir. Bu sebeple bir
tarafları diğer taraflardan daha hızlı donar. Eşit olmayan bu
donma yüzünden bütün organ tahrip olur.
Organın hücre
ve dokulara göre boyutlarının büyük olması, gliserol ve DMSO
gibi koruyucu kimyevî maddelerin donma gerçekleşmeden önce bütün
hücrelere erişmesini engeller. Aynı şekilde erime anında organdan
bu maddelerin arındırılması da güçleşir. Eğer bu kimyevî
maddeler bütün hücrelere ulaşamaz veya süreç sonunda organdan
uzaklaştırılamazsa organ ölür. Ayrıca bu tür maddelerle organı
muhafaza etmeye çalışmak da risklidir. Miktarlarındaki artış hücreler
için zehirleyici tesir yapabilir. Bu yüzden karaciğer ve böbrek
gibi organların muhafazasında kullanılan maddelerin miktarına çok
dikkat edilir.
Öte yandan
dokular tek tip hücreden teşekkül etmiştir ve bu hücrelerin hepsi
aynı anda donar. Organlar ise muhtelif hücrelerden oluşmuştur. Her
bir farklı tip hücre, farklı bir sıcaklıkta donar. Bu yüzden
kriyobiyologlar gerek dondurma gerekse eritme süreçlerinde geçen sürelere
çok dikkat etmek zorundadırlar.
En son problem
ise en güç olanıdır. Dokular ve hücreler donduklarında bilim
adamları, hücre zarlarının dışında bir miktar buzun teşekkül
edeceği beklentisi içine girerler. Gerçekten de bu buzlar görülür
ve kimse onlara o kadar fazla ehemmiyet vermez. Ancak bu buzlar bir
organın içinde ortaya çıkarsa ciddî bir durum söz konusudur.
Organlar son derece düzenli yapılardır. Tek tek hücrelerden
meydana gelmiş olmasına rağmen bu hücreler bir araya gelerek
kompleks yapılar oluştururlar, bu yapılar da başka hücrelerle
irtibat halindedir. Buz bu yapıları bozarak organı tahrip eder.
İşte bütün bu problemler yüzünden ölülerin dondurulması çalışmalarından
şimdilik pek başarı beklenmemektedir.
Hastahanelerde
donmuş organlara duyulan ihtiyacın ne kadar çok olduğu bilinir. Eğer
muhafaza işlemlerinde zaman sınırı olmasaydı, organ
transplantasyonları çok daha başarılı olacaktı. Doktorlar da
organ vericisinden alıcıya koşuşturmaktan kurtulup, plân yapmak için
daha fazla zaman bulacaklardı.
Kriyobiyoloji
teknolojisi iki yeni teknoloji ile de irtibat halindedir. Bunlar in
vitro (metabolizma dışında yapılan) döllenme ile embriyo
transferidir. İn vitro döllenme (veya tüp bebek ) sperm ve yumurtanın
rahim dışında, genelllikle cam bir kapta bir araya gelmesini mümkün
kılar. Daha sonra zigot rahime yerleştirilir. Embriyo transferinde
ise embriyo, bir uterustan diğerine aktarılır. Bu iki işlem
sayesinde kısır insanların çocukları olabilir.
Kriyobiyoloji,
bir kadının yumurta hücrelerinin belli bir müddet dondurularak
saklanabileceği fikrini de doğurmuştur. Yani ilk kez, bir kadının
yumurtalarından bir kısmını dondurup bunları gelecekte kendisine
yerleştirmek mümkün gözükmektedir. Öte yandan ikiz doğurmak
isteyen, ama ikisini de aynı anda doğurmak istemeyen bir kadının
yumurtalarından biri alınıp dondurulabilir. Birinci ikiz doğduktan
sonra ikincisine ait yumurta eritilerek annenin uterusuna yerleştirilebilir.
Organ nakliyle
insanların hayatlarını uzatmak fikri uzun zamandan beri gündemdedir.
3 Aralık 1967'de, Güney Afrika'da, Dr. Christian Neethling Barnard,
25 yaşındaki bir kadının kalbini, 54 yaşındaki bir kadına başarıyla
naklettiğinden beri organ transplantasyonları neredeyse sıradan
operasyonlar hâline gelmiştir. 20-30 yıl içinde hemen hemen bütün
organlar nakledilmeye başlanmıştır. Bu transplantasyonlarda
organlar genellikle genç vericilerden alınarak daha yaşlı olanlara
nakledilirler. Bu organların daha genç olmasının, ameliyat edilen
hastanın hayatını olumlu yönde etkileyeceği açıktır.
1980'li yıllarda
Mexico'daki doktorlar, iki Parkinson hastasını, kendi adrenalin
guddelerinden aldıkları doku parçalarını beyinlerine naklederek
tedavi etmeyi başardılar. Adrenal guddelerinin iç kısmında yer
alan adrenal medulla dokusu, bu hastaların beyinlerinde bulunmayan
kimyevî bir madde olan 'dopamin' üretir. Bu madde, adrenalin ve
norepinefrine ilaveten ihtiyaç duyulan bir transmitterdir. Bu
nakiller, 1982'de İsveç'te yapılan bir adrenal transplantasyonunu
takiben yapılmıştır.
Ancak adrenal transplantasyonları, Parkinson hastalığı tedavisinde
sadece ilk safhadır. İkinci safhada bir fetus
(anne karnındaki bebek)un beyin dokusu, yetişkin hastaya
nakledilir. Fetusa ait bu doku gerçekten mükemmeldir. Yetişkin bir
hayvanın beyninin bir kısmına transplant edilen fetal doku, çevresindeki
hücrelerin kimliğine bürünür ve diğer beyin bölgelerine sinir
lifleri göndererek gerekli bütün irtibatları sağlar.
Fetal hücrelerin bunu, hasar görmüş beyin dokusu tarafından salgılanan
belli kimyevî unsurlara kitlenerek ve bu "koku"nun en yoğun
olduğu yerlere sinir liflerini göndererek yaptığı tahmin
edilmektedir. Bu lifler, hasarlı beyin dokusuna doğru giderken,
fetal hücreler bu bölgeyle normalde birleşik durumda bulunan hücrelerin
kimliğine bürünürler, hattâ bu hücrelere ait gerekli taşıyıcı
kimyevî maddeleri bile üretmeye başlarlar. Sonuçta fetal hücreler,
eski hücrelere ait bir kıtlığın olduğu bölgelere doğru hareket
ederek beynin bu hasarlı bölgesindeki hücrelerle gerekli irtibatları
kurarlar. Belki de Alzheimer, Parkinson gibi başlıca beyin rahatsızlıkları
ile omurilik yaralanmaları bu şekilde canlı fetal dokular kullanılarak
tedavi edilebilecektir.
Beyne yapılan bu "aşılama" benzeri doku nakilleri,
kan-beyin bariyeri sebebiyle oldukça az etkilidir. Birçok maddenin
ve hücrenin beyne ulaşmasına engel olup beyni zararlı tüm
mikroplardan koruyan bu bariyer, aynı zamanda bu aşılanan parçayı
da sınırlı olarak geçirir. Bu da beyni bağışıklık yönünden
tecrit edilmiş bir bölge hâline getirir. Bu yüzden beyin dokusu
nakilleri genellikle reddedilmez.
Kriyobiyoloji
ve embriyo transferi bir insanın kendi zigotuna ait birkaç hücreyi
alıp dondurarak saklamasını mümkün kılmaktadır. Bu insanın yaşlandığında
bu hücrelerden birini eriterek bir vekil annede büyütmesi, sonra da
hasar görmüş beyin hücrelerinin yerine bu embriyonun taze beyin hücrelerini
aktarması muhtemeldir.
Ancak insanlar yaşlanmayı yavaşlatmak veya vücutlarının
biyolojik saatlerini değiştirmek istiyorlarsa işe vücudun genetik
şifrelerininyer aldığı DNA'lardan başlamalıdırlar. Genetik bilim sayesinde hücrelerin genlerini ayırıp
tekrar birleştirmek mümkün olmaktadır.
Genetik mühendisleri DNA üzerindeki çalışmaları ile insan insülini
ve büyüme hormonu üreten eden,
sızan petrolü parçalayabilen bakterilerle, virüslerin genlerine ev
sahipliği yapan bitkiler üretmeyi başardılar. Bu tür yabancı
genlerin, bitkileri hastalık ve böceklere karşı daha dayanıklı
yaptığı görüldü.
Birçok laboratuar, gen işaretleyicilerini kullanarak çok sayıda ırsî
hastalığın sorumlusu genleri keşfettiklerini ilan etmişlerdir.
Gen işaretleyicileri, aynı kromozom üzerinde yakınlarda bir yerde
bulunan ve bir aileye ait soylar
boyunca araştırılan geni izlemek için bayrak gibi kullanılan, düzensiz
hareket eden genlerdir. Bilim adamları bunları, kromozomları
enzimlerle dilimleyerek ve daha sonra da ortaya çıkan bu kromozom
parçalarının şekillerine bakarak bulurlar. Belli parçalar, ırsî
hastalıkla birlikte öbür nesle aynen aktarılır. Bu tür işaretleyiciler,
Huntington hastalığı, kas distrofisi (adalelerin gelişmemesi),
kistik fibrosis (kronik nefes darlığı) ve polikistik böbrek rahatsızlıklarına
sebep olan genlerin yerlerini tespit etmek için kullanılır. Son yıllarda
manik depresyon ve Alzheimer hastalığına sebep olan genler de işaretleyicileri
yardımıyla tespit edilmiştir.
Bu gelişmeler sayesinde bilim adamları ailelerde kimin belirli
genetik hastalıklara eğilimli genler taşıdığını bulabilirler.
Bunun için hastalık genini taşıdığı bilinen birinden ve taşımadığı
bilinen bir başkasından kan örnekleri almaları yeterlidir. Ancak
bu genleri yerlerinden çıkarmak veya normal genlerle değiştirmek için
daha zamana ihtiyaç vardır.
Son tahminlere göre insan vücudunu teşkil eden 100.000 ila 300.000
gen mevcuttur. Şu ana kadar ancak bir kaç yüz tanesi tecrit edilip
bütün genetik dizileri açığa çıkarılabilmiştir. Öte yandan
3000 kadar genetik hastalığa sebep olan genleri tespit etmek de mümkündür.
Mevcut genlerin bir kısmının vücudun biyolojik saatini kontrol
ettiği düşünülmektedir.
İnsan vücudundaki zamanın tik takları belki de yakında kısmen de
olsa kontrol edilebilecektir. O zaman yaşlanma ve ölüm geçici bir
süre için durdurulabilecektir.
İstanbul
- 06.7.2000
http://afyuksel.com
|