Günün Yorumu

301-Ruhullah !

Ev işlerine gelen yardımcı hanım bir süredir Kur’an-ı Kerim meali okumaya merak sarmış! Ne güzel merak! Komşularının fal bakmalarından, dedikodu etmelerinden, kayınvalidesinin muskalarından dert yanıp duruyor! “Bunlar dinimizde haram” diyor. “Neden bunların üstüne kimse gitmiyor?” diye din adamlarına serzenişte bulunuyor! Aramızdaki en ilginç diyalog ise şu oldu:

Ibrahim Suresine geldim... Allah bize ruhundan üflemiş! Yaa...!

“Allah bize ruhundan üflemiş!”

Bunu öyle sevinçle ve şaşırarak söylüyor ki... İlk defa öğrenmiş. Çok mutlu olmuş... “Bizde Allah’ın ruhu varmış”. 34 yaşında , yıllardır oruç tutup namaz kılan din kardeşim Allah’ın kendisine Ruh üflediğini ilk defa duyuyor.

Hem üzüldüm, hem sevindim!

Sonra aklıma bu ve benzer sütunlarda yapılan tartışmalar geldi... Bazen de televizyonlarda, çeşitli yayınlarda din alimlerinin tartışmaları, ele aldıkları öncelikli konuları düşündüm...

Bu öncelikli tartışmalar bilmeyene ne bildiriyor? Bilenlerin “avam”a karşı sorumluluğu yok mu? İslamın ruh boyutu sırf elit kesim için mi? Asıl soru şu: İslamda elitizm var mı?

Bir aydın İslami yazarın televizyondan bangır bangır şöyle buyurduğuna şahit oldu bu kulaklar: “İslam çoban dini değildir”.  

Gerçek İslam toplumunun asla geri kalamayacağından dem vuruyordu! Bu doğru. Ama geri kalmışlığın sebebi cahiller mi, ışığı ile aydınlatması gereken aydın inananlar mı? Çobanları küçümseyen aydınlar! “Küçümsemek”, ışığı söndürmektir.

Hz. Peygamber (sav) ve diğer pek çok peygamber çobanlık yapmadı mı?

“Bir köle ile hür Allah katında eşittir”, demedi mi? Bu yüzden Mekkeli müşrikler Resulullah (sav) ile alay edip Hz. Zeyd’e eziyet etmediler miydi?

Çobanlarda da Allah’ın Ruh’u yok mu? Değerimizin sebebi sırf Ruhullah değil mi?

Bakalım “Kitap” ne diyor?

1-2) Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü.

3) (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak,

4) Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek.

5) Kendini muhtaç hissetmeyene gelince;

6) Sen, ona yöneliyorsun.

7) (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne!

8-9-10) Allah'a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun.

11) Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur'an) bir öğüttür.

12) Dileyen ondan öğüt alır. (Abese Suresi)

Bizlere Kur’an okumayı devamlı kıl, Kur’an’dan ayırma Yarabbi!. Amin

(17/09/2008)

(Meryem Irmak)

302-İttifak’a davet.

‘Allah indinde din İslâm’dır’ denmesine karşın, İslam ehli ayrı telden çalmaya, bireysel düşüncelerini hızla yaymaya devam ediyor! Bu görüş size abartılı gelebilir, ama biraz daha yakından bakarsanız gerçeklikten çok uzak olmadığını da görebilirsiniz.

Toplum, ne yazık ki uzunca bir süreden beri farklı olanı, değişik olanı düşman gören, adeta dışlayan düşüncelerin etkisiyle iyiden iyiye şekilleniyor. Bu yönlü bakış açıları esasen, ‘sistem kavramının’ oturmasıyla birlikte daha da yaygınlaşmaya başladı.

Bugün İslam toplumu ne yazık ki farklı etkilerle, birlik ve beraberliğini çoktan yitirmiş, bir araya gelmesi/getirilmesi mümkün olmayacak gibi görünen kırık bir aynaya dönüştürülmüştür.

Oysa bu düzeydeki kişilerin ahlakı, ilim seviyesi/yaşam pratiği kendini sarsan güç ilişkileri karşısında eğilip bükülmeyi reddeden canlı bir yapılanmaya sahiptir.

Dini kabul eden hemen herkes, bu anlayışa ortak olmuştur denebilir.

Buna rağmen değişik tercihlerin varlığı ve davranışlar hemen göze batmaktadır.

Çok iyi bilinmeli ki, bazı tercihleri benimseyenler kimileri için düşman sınıfında kabul ediliyor ve hoşgörü çerçevesinde kabullenilemiyor.

Örneğin ‘kitaplara yasak’ vurmaya kalkışan zihniyete tanık oldu bu toplum.

İman sahibi yüksek düşünen bir bireyin kendi inançlarını yaymak ve pekiştirmek amacıyla yayımladığı eserlerinin yasaklanmasının nedeni başka ne olabilir?

“İnancına güvenen, yaptığı işin farkında olmuyor” denebilir mi?

Bir Müslüman bir Müslüman’a bunu yapabilir mi?

İnsanlar eşit haklara sahip değil mi?

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım; toplum üzerinde egemen olan düşünce, insanlarımızı hedef haline getirecek bir anlayış içinde yürümeye devam ediyor. Ve bu tablo maalesef, bir anti ittifak anlayışını gözler önüne seriyor.

Akla gelen soru şu:

Biz buna karşı ne yapacağız?

Davranışlarımız nasıl olacak?

Gelin, üzerinde bir kez daha düşünelim, kafa yoralım, ama mutlaka bir ittifak dairesi içinde kendimizi sorgulamaya çalışalım, hataları görelim.

(19/09/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

303-Okul Sevgisi

Okula başlayış ve okulda geçirilen ilk ayların, bazen çok girgin kalabalığa alışık çocuklarda bile bir çekingenlik yarattığı bilinen olaylardandır. Bu çekingenlik çocuğun kendini yalnız hissetmesine ve bunun neticesi olarak da okuldan sıkılmasına sebep olur. Eğer bu durum uzun müddet devam eder çocuk okula alışamazsa o zaman üzerinde durup sebeplerini aramak lazımdır. Anne, kendi işini yapabilmek veya dinlenmek için çocuğun okula gidişini bir fırsat olarak kabul eder, bunu da çocuğa hissettirirse, hele çocuğun kendisinden daha küçük, evde kalan bir kardeşi de varsa bu davranış çocuğun içinde bir kıskançlık yaratacağından okula gitmeyi istemez ve okulu kendisini evden ayırdığı için sevmez. Çocuk okulda olduğu zaman evdeki oyuncaklarına ve şahsi eşyalarına evde kalan kardeşinin dokunmayacağından, onlara zarar vermeyeceğinden de emin olmalıdır. Ancak o zaman okulda evi düşünmeden kendini derslerine verip derslerini takip edebilir.

Çocuğa ayrılık güç geliyorsa, bu ara sıra, onu kendisinin sevdiği, tanıdığı bir akraba veya arkadaşına bırakıp, anneden uzakta 3–4 saat geçirtilerek kısa ayrılıklara alıştırılıp okulda geçecek zamanın çok güç gelmemesi sağlanmalıdır.

Çocuk sıkça ağlayarak okula gitmek istemediği zamanlar anne anlayışlı davranıp çocuğa ne şiddet ne de müsamaha göstermelidir. Bu halin çocukta yerleşmemesi için en iyi çare onunla hasbıhal ederek oyalayıp okula götürmektir. Okulda öğretmeni ile de konuşup çocukta bu sıkıntılar geçinceye değin kendisine yardımcı olması rica edilirse çocuk bu isteksizlikten kısa zamanda kurtulup, okulunu, arkadaşlarını ve öğretmenlerini sever.

Evlatlarımızın istiqballeri ilkokul sıralarında şekillenmeye başlayacaktır. Veli öğretmen ilişkisini sağlıklı bir şekilde tesis edip yavrumuzun bu zor günlerinde ondan ilgi ve sevgimizi esirgememeliyiz. Kantarın topuzunu da sağlıklı ayarlamalı ve ne şımarmasını ne de bunalmasına fırsat vermemek durumundayız.

(22/09/2008)

(Bilal Atış)

303-Kendi oyununa gelmek"

Yaşam zor iştir.

Hele imtihanlı -sorunlu ortamlarında…

Basiret ise uzağı görüştür.

Özellikle, çıkmazlarla baş başa kalındığında…

İnsanlara ders verecek bir yığın olayla siz de karşı karşıya kalmışsınızdır.

Ben daha çok gençken, kendi oyununa gelmeyen, en ağır baskılarla, dayanılması olanaksız görünen eleştirilerle karşılaşmalarına rağmen “kontrollü olabilen, dengeyi bozmayan” en çapraşık sorunları yaşayan insanlar gördüm.

Asla yıkıma uğramadılar. Öğrendiklerini başarıyla uygulamaya çalıştılar.

Ama burnu büyük kişiler, üç adım ötesini görme yetisinden yoksun gibiydiler. Tecrübeli bilge insanlar arasında manevra yapmaya kalktılar, sonunda bir bebek gibi kucağa oturdular.

İnsanları eğitmek için yeterli bilgileri yoktu. Yani içmeye ayranları yoktu, ama fetih ehli olma hayalleri görüyorlardı.

Aslında bu ruh halinin kendilerini yok edeceğine, haritadan silinmelerine yol açacağını düşünmüyorlardı hiç.

Kendi oyunlarına gelme olasılığını akıllarına bile getirmiyorlardı.

Bunu düşünen ve yardımcı olmaya çalışan bazı büyüklerimiz onları sürekli uyarıyordu:

“Lütfen egonuzu terk edin!” diyerek.

Ama anlayan, gören kim?...

“Biraz bekleyelim, sonra karar veririz diye mızmızlanıp ince mesajları değerlendiremediler.

Yaşanan bu süreçlerde sonra ben beklerdim ki, bu tür hallere girenler en azından toplumsal gerçeklerle yüzleşsin ve kendisi ile ilgili bir güncelleme yapsın.

Sonunda isimleri hatırlanmayacak duruma gelip yaşamı-mistik alanı terk edip gittiler.

Allah cümlemize akıl fikir ihsan eylesin…

Böylelerinden bizi korusun!

Amin…

(25/09/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

304-Anlaşılmak var ya..."

Hayatta en çetin meselelerden biri de muhakkak biri tarafından anlaşılmak veya insanın karşısındaki kimseyi iyice anlayabilmesidir. Başarı kazanmakta, mesut veya betbaht olmakta bunun payı gerçekten çok büyüktür. Mesela kızlarımızın çoğunun ve hatta evli hanımların bir çoğunun devamlı şikayetleri bu yöndedir; anlaşılmamış olmak. “Bir türlü anlaşılamadım, kimse beni anlamıyor” diye hallerinden hep şikayet eder, sızlanıp dururlar. Bu serzenişlere sadece hanımlarımızda değil beylerde de tesadüf edilir. Halbuki tutumları ve davranışları iyice tetkik edildiğinde hayatta her insanı müsbet veya menfi yönlerde anlamak pekala mümkündür. Ayrıca anlaşmanın iki kimse arasında karşılıklı olması lazım geldiğini asla unutulmamalıdır. Hiç bir zaman tek taraflı anlaşma olamaz. Aksi taktirde kalpleri birbirlerine yaklaştıracak yerde, birlikte yaşamak, birlikte vakit geçirmek yerine, birbirinden daima uzaklaşmak, hatta gözden kaybolmak tehlikesi daima vardır.

Birisini anlamak, kelimenin tam manasıyla onu sevmek, o kimsenin hiç bir karşılık beklemeksizin iyi olmasını istemek demektir. Bu durumda olan kimseler karşısındakilerin yararına olmak üzere kendilerinden, gururlarında, mevkilerinden kısacası maddi ve manevi her şeylerinden kendi istek ve iradeleriyle fedakarlık etmekten kaçınmazlar. Bu fedakarlıkları yaptıkça da kendilerini mesut ve huzur içerisinde hissederler. Karşılıklı tam bir anlaşmanın gerçekleşebilmesi için iki tarafın çok samimi olarak birbirlerinin ihtiraslarının nelerden ibaret olduğunu anlamaları, isteklerini bütün tefarruatları ile sezinlemeleri, ihtiyaçlarının nelerden ibaret olduğunu iyice değerlendirmeleri, bahtsız kara günlerde de aynı anlayış mülahazasıyle yalnız bırakmamaları şarttır. Anlaşmayı mümkün kılan kolaylaştıran şartlar bunlardır. İnsanların birbirleriyle anlaşmalarını kaynaşmalarını engelleyen sebepler, haller olduğu taktirde yapılacak hemen hemen hiç birşey yoktur. Fakat böyle olduğu taktirde de asla “anlaşılamadım” dememeli, “doğru insanı seçmesini bilemedim” diye tefekkür etmelidir.

Netice olarak hiç bir insanın anlaşılmamış olmaktan şikayet etmeye hakkı yoktur. Kendi karakteri, alışkanlıkları, zevkleri, yaşama tarzı vesaire bakımından taban tabana zıt yaratılışta bir kimseyle anlaşmaya imkan olmadığına göre anlaşılmamış olmanın suçunu gene kendi yanlış hareketlerinde, tutumlarında aramalıdır. İnsan bütün gayretiyle yanındaki yanlış olarak arkadaşını, dostunu kendi gurur ve bencilliğinden sıyrılarak iyice anlamaya çalışmalıdır. Şayet karşısındakinde kendi vasıflarına uymayan vasıflar bulunduğu taktirde sonradan “anlaşılmadım” deyip kötümserliğe sürüklenmektense en kısa yoldan hemen geri dönmeli ve kendini de yanındakini de daha sıkıntılı ruhsal durumlara düçar etmemelidir.

(28/09/2008)

(Tabip Dr. Mevlüt Katırcı)
 

305-Eğitimci olabilmek"

Hasbelkader diyemeyeceğim, Allah’ın dilemesi ile batağın göbeğinden kurtulup sıkı bir yere kapağı atmış, orada terfi ederek bir şekilde isim yapmış ve zaman içinde Allah ilmini dostlarla paylaşan kişileri tanıyorum.

Önce, bu insanların belli bir üretimde bulunmaları, inanan fertlere/inanç dünyasına bir şeyler katmaları gerekir. İyi bir eğitmenden/aktarıcıdan, doğacak sıkıntılara sebebiyet vermemeleri beklenir.

Sıradan ve çok saçma yaklaşımlarla muhatabı üzmek, sıkıntılar yaratmak, en önemlisi o cesareti kendinde bulabilmek göze hoş gelen bir durum oluşturmaz.

Bir kimse ile alay etmek, fanteziye kaçıp keyfi hareketlerle onu ortam/toplum dışı bırakmak, insan yerine koymamak belki popülerliğin işareti sayılabilir, ama aynı zamanda kişinin bugüne kadar öğrendiği şeyleri yaşamına geçiremediğini, sağlık koşullarını yitirdiğini de kanıtlar.

Bunlar, çok tehlikeli ve aynı zamanda bireyin altından kalkamayacağı nedenler olup hazımsızlığın da belirtisidir. Hakiki bir eğitimcinin yapacakları arasında yer almaz.

Eğitimci, öğretme sürecinde kimseyi kırmayacak, kendi problemlerini paylaştığı kişiye yüklememesini bilecektir. Şayet kendi sorunlarıyla duygularını karıştırıp kişiselliğe dönük bir tarz yaratıyorsa onu uyarmak, söz konusu eğiticiyi yetiştirenin ve lanse edenin işi olmalıdır.

Bu tehlikelerin bertaraf edilmesi ancak daha hakça, daha paylaşımcı bir sistemi zorunlu kılacaktır.

Dostlarım!

İlim, laubalilik yapmak, başkalarının dünyasına girip ayrımlaşma modeli çizmek değildir.

İlmin değerlerine uyan, özen gösteren yükselir. Aydınlanmamışlar ise sadece laf ebeliği yapan bir konuma düşer ki onlardan hiçbir hayır gelmez. Bu tür hareketlere teşebbüs eden kişilerden ne pahasına olursa olsun uzak durmalı, faydasız ilminden Allah’ a sığınmalıyız diyorum.

(30/09/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

306-İdrak ve İman

Kur’an çeşitli anlayış düzeylerine, o anlayışların sahiplerinin diliyle hitap eder. Farklı bakış açılarına ve özellikle Kur’an’ın indiği toplumun değer yargılarına göre açıklama yapan birçok vahy vardır ve Kur’an’a yönelik şüphelerde bu ayetlerin yüzeysel anlaşılmasından kaynaklanır. Kur’an tamamıyla çeşitli idrak düzeylerine hitap eden bir kitaptır. Tüm zamanlara ve tüm idraklere açık evrensel bir vahyin başka türlü olması da düşünülemez. İslamiyet’in tasavvufi yorumu bunu esas alır. Örneğin “Hidayetiniz kadar O’nu zikrediniz..” (2 /198) ayetiyle, idrakin doğurduğu hidayete göre anılan Allah mefhumundan bahsedilir. Dinin idrake göre şekillenişi, Mevlana’nın şu satırlarına da yansımıştır: “Şeriat dirilerle zenginler içindir. Mezarda ölülere şeriat hükümleri tatbik edilir mi? Benlikten geçmiş, yoklukta başlarını vermiş kişilere gelince, onlar, mezarlıktaki ölülerden yüz kat daha ölüdürler.”

Kur’an, insanlara bazı yaptırımları sunar ama her idrak seviyesi, bu hitaptan kendi düzeyine uygun bir sonuç çıkarır. Yani İslamiyet, muhatabının bakış açısına göre şekillenir. Vahyin bir idrak düzeyine ettiği hitabı, özünü anlamadan kalıplaşmış olarak değişmez bir gerçek şeklinde kabul edersek, yanılırız. Değişmez gerçek, Kur’an’ın ruhudur. Bu ruh, “Biz, Kur’andan mü’minlere şifa ve rAhmed olan şeyi indiririz. O, zalimlerin ise sadece ziyanını artırır.” (17/82)  diye anlatılır. O’nun ruhunu değilde, bir idrak seviyesine yansıttığı hükmü değişmez kabul etmek, çelişkilerin ve inkarın temel nedenini oluşturur. “Hakikati bu Kur’anda çeşitli şekillerde açıkladık ki, düşünüp anlayabilsinler.” (17/41)

(03/10/2008)

(V. Korhan Koral)

307-Korunuyor musun?

Korunma deyince ilk aklıma gelen; çocuk yaştan beri annemin her sabah evden çıkarken: “Yedi Ayetel Kürsi oku, yedişer de Felak- Nas, sağına soluna üfleyerek, sağ ayakla ayakkabını giy oğlum” sözleridir.

Ehlinin ikram ettiği KORUNMA DUALARI ise paha biçilmez bir zırh gibi, sağlam bir hisar inşa eder etrafımıza…

Korunma; sadece dua ve zikir midir, başka korunmalara da ihtiyacımız var mıdır, sorusu etrafında biraz düşünelim istiyorum.

Modern bilimin verileri sünnetullah gerçekliği ile paralel okunduğunda ortaya çıkan acı bir gerçek var ki; dünya hayatında bağımsız ve özgür olduğumuz yaklaşımı, tamamen yanılsamadan ibarettir… Kelebek etkisini biliyoruz, toplumsal değişimin bireyleri etkilediğini biliyoruz, düşünce akımlarının hava ve iklim gibi insana tesirini biliyoruz…

Ve artık biliyoruz ki; beyinler beyinleri, kalpler kalpleri, gönüller gönülleri etkilemektedir. Ve bu etki; izne tabi olmayıp orman kanunu gibi güçlü beynin zayıf beyne tesiri, güçlü duygunun zayıf duyguyu egemenliği altına alması, güçlü kişiliğin zayıf kişiliğe baskın çıkması şeklinde sürmektedir…

Yani bilincimiz, daimi surette kasırga yada meltem şeklinde esen bilinç akımı ve yayınlarının etkisine maruzdur. İçten vehmin, dıştan negatif tesirin etkisi altına girmemek üzere dua ve zikrin rolü ve gücü elbette tartışılmaz. Ama sadece bunlar yeterli olmasa gerek… Yaşamsal bazı düzenlemeler de yapmanız gerekir kendi adınıza….

Bilinçlerin bilinçleri etkilediği ortamda nasıl davranırsak kendi idrak ve ilmimizi korumuş oluruz?!..

Cevap arayacağımız soru bu…

Öncelikle dost ve arkadaş seçiminize dikkat ediniz!... Hadislerde geçen KAFİRLERİ DOST EDİNMEYİN uyarısını bu çağda PERDELİLERLE ARKADAŞLIK ETMEYİN şeklinde anlamamız ve bunun gereğini yapmamız gerekiyor.

Bir yanda ilminiz, diğer yanda o ilimden habersiz, ona karşı yada ondan çok uzak boyutlarda yaşayan dostluklarınız, arkadaşlıklarınız varsa, emin olun ki, ilminiz de idrakiniz de bulanmaya, kafanız karışmaya mahkumdur!... İlme verdiğiniz emeklerin heba olmaması, bir dizi gayretle eriştiğiniz idraklerin yıkılmamasını istiyorsanız, böylesi bir korunmaya mecbursunuz…

Bilgi kaynaklarınız da bu noktada bir o kadar önemli… Bir kaynağa yönelmişseniz, bir idrak disiplini içinde menzile varmayı hedeflemişseniz, her önünüze gelen bilgi kaynağına eğilemezsiniz. Kafanızın kuru bir ansiklopediye dönüşmesini, ruhsuz bir bilgi hamalı olmayı istemiyorsanız buna da mecbursunuz…

Sahabenin biricik bilgi kaynağı HZ. MUHAMMED (SAV) idi… Risalet kaynağından dökülen ilme yönelen bizler, bu sahabe tavrının bugün için ne mesaj taşıdığını bir kez daha düşünelim…

Sahabenin yegâne dostları, yine sahabeler idi… Bugün, bu ne demektir bunu da düşünelim.

Biz sadece DOSTLUK ve BİLGİ KAYNAKLARI noktasında KORUNMA konusuna dikkat çektik.

Sizler diğer alanlarda, günlük hayatta ilmi ve idraki korumak üzere nasıl tedbirler alınır, daha geniş düşünecek ve daha anlamlı cevaplar bulacaksınız elbette….

Hayırlı, bereketli günler diliyorum…

(06/10/2008)

(Mehmet Doğramacı)

308-Dinliyor musunuz?

   Susunuz, dinleyiniz; seslenişi "okumaya" çalışınız!.
(AH)


-  Lafını balla böldüm (…)
-
  Bu noktada bir saplama yapayım (…)
-  Çok özür dileyerek araya gireceğim (…)

Yabancısı olmadığınız sözler bunlar. Günlük hayatta iki kişi konuşurken yada çoklu ortamlarda sıkça duyar, kullanırız…

Lafını balla böldüm... Söz kesmek; karşıdaki bitirmeden önüne atlamak; bütün görgü disiplinlerinde edepsizlik kabul edilirken bal neyi örter ki?.. Kendisi çirkin olan şeye, bal ambalajı geçirseniz ne değişir?!..

Bu noktada bir saplama yapayım… Şimdilerde kullananınız var mı bilmem ama 80 li 90 lı yıllarda kültürlü geçinenlerden sıkça duyardık… Kim icat ettiyse söylenişi bile itici bir tabir.

Çok özür dileyecek araya gireceğim…Yanlış yapıyorsun ki özür diliyorsun?.. Özür dileyerek yanlışa başlamak mı? Bizim bildiğimiz; bir anlık gaflet sonucu elden- dilden çıkan yanlışa özür dilenir. Özür örtüsüyle yanlışa yürümek! Tuhaf!

Ne anlatmaya çalışıyorum? Dinlemiyoruz. Birbirimizi dinlemiyoruz. Sabrımız, tahammülümüz hiç yok. “Konuşsun, sonuna kadar dinleyelim, bakalım maksadı ne?” fırsatını tanımak yerine, ağızdan çıkan ilk cümlelerde hükmü yapıştırıyor, önyargılarla, suçlu yaftaları ile duvarlar örüyoruz etrafımıza…

“Söze kulaktan girilir” demiş büyükler. “Bir ağzın iki kulağın var ki, iki dinle bir düşün” demiş erenler…Sohbet Kültüründen geliyoruz. Sakın ola kahve kültürüyle, dedikodu bayalığıyla karıştırılmasın! Sohbet; muhabbet- dostluk demek. Dostun etrafında dostluğa talip olanların BİRini dinleyerek BİRliğe yönelenlerin meclisi sohbet…Her kafadan sesler yükselen yer değil sohbet meclisi.

İstediğiniz kadar bilgili, istediğiniz kadar derin olun, dinlemiyorsanız ciddi bir mahrumiyet içindesiniz. “Konuşan Toplum” adına gürültücü yığınlara dönüştük. Vaktiyle Tokyo’da bir kitabevine giren Türk Profesör satıcıya sormuş:
- Konuşma Sanatına dair kaç eser var elinizde?

- 3 çeşit.
- Dinleme Sanatına dair?..

- 25 çeşit…

(Konuşmadan çok dinlemeyi öne alan Japonya!.. Düşünün..)

Dinlemek bir sanat ve de nezaket! Sadece bu mu? Hayır, dinlemek; hakikate talip olanların ibadet saydığı bir eylem. Sahabe-i Kirama kulak vererelim: “Biz Rasülullah’ı, sanki başımızda kuş varmış da uçuverecekmiş gibi dinlerdik”

Hakikate yöneliş disiplinine bakar mısınız? “Karşıdaki” dediğimiz kişi neyin hakikati? Önünü kesmekle aslında neye set çektik, farkında mıyız?.. Mirac hediyesi Amenerrasulu’ de SEMİ’NA VE ATA’NA ( İşittik, itaat ettik) buyrulur. İşiten, dinleyen, kulak veren; itaat ve kulluk edebiyle gerçeğe açılabilir!

Haydi, hemen, şimdi yeni bir başlangıçla, o ayeti OKUyarak söze, söz meclisine girelim:  SEMİ’NA VE ATA’NA!.

(08/10/2008)

(Mehmet Doğramacı)

309-Gafletin Resmi

“Sen mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye sormuş Nazım Hikmet, arkadaşı Abidin’e.

Ne yanıt aldığını bilemiyorum. Bildiğim tek şey; mutluluğun resminin yapılamayacağıdır.

Peki, gafletin resmi yapılabilir mi, ne dersiniz?

Onu da düşünemiyorum.  

Gaflet, birey ile Allah arasındaki perdenin varlığından kaynaklanır.

Bu kötü halde yaşamını idame ettiren, şirk- farkındalık gibi gündelik hayatta sürekli karşımıza çıkan kavramlarla pek baş edemez.

Daha açıkçası, gaflet içinde yaşayanlar pek çok kavrama, hayata bakış açısıyla bir tamlama getiremiyorlar.

Haliyle, en büyük özellikleri/incelikleri dedikodu üretmek, nifak yaratmak oluyor. Bunca ikaza eleştiri ve çözüm önerilerine rağmen, bu olguyla adeta coşarcasına yakınlık kurmakta da bir mahzur göremiyorlar. Çünkü dil durmuyor.

İnsani etkileşim konusunda çeşitli durumları bir araya getirerek çözümler üretemiyorlar.

Yoğun bir eğitim, İslami terbiye, esneklik, zihinsel durum ve en önemlisi, kişinin kendini karşısındakinin yerine koyma gibi teşebbüsleriyle pek ilgileri yok.

Kısacası, kilitlenip gidiyor, yalpalayıp duruyorlar.

Hatta bu gibiler için “yalpalama” sözü bile yetersiz kalır.

Dolayısıyla fazla vakit geçirmeden, ıvır zıvır işlerle uğraşmaktan bıkmayan, nerede durması gerektiğini bilmeyen densiz, kalitesiz, mana ve algılama yeteneğinden yoksun bu tür insanlardan uzak durmak, söylediklerini mütebessim bir çehre ile dinlemek ve Efendimizin (s.a.s) uyarıları doğrultusunda yaşamak, yapılabilecek işlerin en iyisi olmaktadır.

(10/10/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

310-Okul Zili ve Mühürlenmişlik

İstanbul’da yeni taşındığım evin yakınında bir okul var. Bazen okul ziline denk geliyorum. Artık okul zilleri değişmiş. Bize “off yine çaldı” dedirten Zrrrrrrrr sesli zil artık kullanılmıyor. Düşünsenize 11 yıl okula gitmiş, liseyi bitirmiş bir kişi bu sesi hayatında kaç kez duymuştur. Kaba bir hesapla 10.000 kez bu sese tabi kalmıştır.

Bazı ülkelerde okullarda zil kullanılmamaktadır. Yapılan bilimsel araştırmalar göstermiştir ki bu zil sesi öğrenmeyi engelleyebilmektedir. Beyin korteksi, gelen duyusal verileri sürekli işler ve son derece karmaşık süreçler sonunda bir algısal ürüne ulaşır. Dersten, öğrenmeye karşı oluşacak direnç ve nefret her zille beyni kapatacak, adeta mühürleyecektir.

Bilinç ve beyin ilişkisi sonucu derste bilinci kapanacak dereceye gelen öğrenciler bile görmek mümkün olacaktır. Adı sorulduğunda cevap veremeyen ve arkadaşlarının gülüşüyle kendine gelenlere az da olsa rastlamışsınızdır.

Bu şartlar altında öğrenme beklemekte zaten mümkün olmayacaktır. Bu tepkisel şartlanmanın doğal sonucudur. Sevmediğimiz bir yemeğin midemizi bulandırdığı gibi, taze ekmek kokusunun açlışı hatırlatması gibidir. Kısaca tepkisel şartlanma ile davranışlarımız oluşmaktadır.

Konunun mistik yönünde ise Din, Allah, Rasül, Kitap gibi kelimeleri duyanların ortaya koyduğu davranışlar da birer tepkisel şartlanmanın sonucu değil midir? Bu kelimeleri duyduklarında beyin kendini kapatıp bilinç adeta mühürlenmiştir. İnandığımız kitap da bunu ifade etmektedir;

“Allah, kalblerini, kulaklarını/işitmelerini mühürlemiş ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır...”(Bakara 7)

(13/10/2008)

(Turhan Doğan)

311-Zenginlik

Servetinin 43 milyar dolar civarında tahmin edilen Hintli işadamının 27 katlı malikânesi bulunmaktadır.

Avrupalılar dondurma yemek için yılda 20 milyar dolardan fazla harcıyor.

ABD’de kozmetiğe harcanan para, yılda 8 milyar dolar.

ABD ile Avrupa, parfümlere 12 milyar dolar kadar para veriyor.

Evcil hayvanlarını beslemek için 17 milyar dolar harcıyorlar.

Avrupalılar, içki ve sigaraya 150 milyar dolardan fazlasını yatırıyor.

Dünyadaki askeri harcamalar 1 trilyon 200 milyar dolardan fazla.

Üçüncü dünyada herkese temel eğitim şansı yaratmak için gereken para 6 milyar dolar.

Herkese temiz su ve sıhhi tesisat temini için gereken, 9 milyar dolar.

Temel sağlık hizmetleri ve yeterli beslenme için gereken, 13 milyar dolar.

Nebraskalı Edward Buffet’in serveti 62 milyar dolar.

Meksikalı Carlos Slim Helu’nunki 60 milyar dolar.

Chelsa’nın sahibi Abramoviç’inki 23,5 milyar dolar dır.

Zenginlikle ilgili insanı şaşırtan rakamları yansıttık değerli okurlar. Oysa avami tabirle söylüyorum, bunların hiçbiri değildir. Zenginlik, parayla pulla, villayla çiftlikle, özel uçakla lüks ciple ölçülebilecek bir mutlak değer değil, bir ilişkidir. Denklemin bir tarafıdır. Gerçek anlamda olanı; insanın öz değerlerini bilmesi ve bunlarla tahakkuk etmesidir.

(16/10/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

312-Ateşten Güller

Şimdilerde hala sürer mi bilmiyorum, mezuniyet albümlerinde bir soru vardı: “Hangi çağda yaşamak isterdiniz?” Osmanlı’dan tutun da Asr-ı Saadete kadar bir dizi cevap sıralanırdı. “Bu çağ en güzeli” diyen yok denecek kadar azdı.

Geçen gün yolum Heybeliada’ya düştü. Atların ayak ritimleri eşliğinde mini bir fayton seyahati yaptık. Arkadaşım; “Ne güzel, gürültü, duman yok, keşke adada yaşasak” dedi. “Evet ama, bütün hareket alanı burası, ötelere seyahat mümkün mü?” dediğimde sustu.

“Leyla- Mecnun’u enfes anlatmış” dedi romandan başını kaldırırken. “Başka ne anlatıyor?” diye sordular. “Eski İstanbul’a dair tahlilleri var!” diye cevapladı. “Bugüne mesaj ne?” sorusuna ise, “Mesaj değil mesele, güzel işte.” dedi sadece.

Röportaja gelenlere titrek sesle konuştu: “ Plaklarım rekor kırardı. Sahne aldım mı, yıkılırdı salonlar! Şimdi yüzüme bakan yok!” Yılların sanatçısı geçmişe, dostlarına, çevreye sitemler savuruyordu.

Market furyası başladığında, bakkallığa devamda ısrar etti. Dostlarının çok ortaklı girişim önerisine hararetle karşı çıktı. Nasılsa dev marketler mahalleye kadar inmez, geçinir giderdi. Gün oldu, marketler mini şubelerle girdi mahallelere. Kasap, manav, büfe bir bir kapattı. Son direnci böylece kırılınca dükkâna kilit vurdu. Allah’tan Bağ- Kur emeklisi vardı da aç değildi.

Zararı açık bilinç perdelerini biliyoruz. Bir de sevimli perdeler, ateşten güller var ki; genelde kişiye özel bağımlılıklarla kendini gösterirler. Gıdaları; nostaljidir. Bunları fark edip koparmak yoğun gayret ister.

Örneklere bakalım.

Geçmişe özlem; şu ana razı olmama azabını davet değil mi?..

Fayton, nereden nereye taşır bu çağda?..

Tarihi aşkları tarihteki şekliyle gündemde tutmak, bugüne ne katar?..

Sanatçı, kaset- video- cd süreçlerine uyum sağlayamadıysa suç kimin?..

Şirketleşmeye direnen esnafa kim, ne yaptı?...

Fayton misalini yaşamın diğer alanlarında da düşünün. Hakikat; en güzel biçimiyle yepyeni kaynaktan akarken; eskide aramak; otomobile sırt dönüp faytona koşmak gibi.  
http://download.ahmedhulusi.org/download/video/
expo/28_muhammedi.avi

Bugün ruhsuz, beton gibi mi yazdım? Ehli, “Sistemde duygulara yer yok, duygusallık yapmayın, aklınızı kullanın, yoksa yanarsınız” türünden mesajlar verirken bana da soğuk gelirdi. Çok şeyi yanarak öğrenince, siz yanmayın diye, yanmadan öğrenmek de mümkün demek üzere yazıyorum.

Gelişimi, akışı okumaya ve ona göre davranmaya bakın. Duygusal, nostaljik, geleneksel bağlara; ateşten güllere yapışmakta ısrar edecekseniz, yanınca kimseyi suçlamamaya da hazır olun!..

ANda yaşayanlara selam olsun!...

(16/10/2008)

(Mehmet Doğramacı)

313-BABA!

Sayılamaz kadar çok işle, kaldırılamayacak kadar ağır yükle uğraşırken gözden kaçırdıklarınızı fark edince ağzınızdan ‘olmadı’ diye bir kelimenin çıkması muhtemeldir.

Ama insan yapısındaki frenler bazen tutmuyor ki!...

Öfkeyi dindirmek, zamanı ve zemini beklemek gerekir.

Aksi takdirde, her şeyi berbat etmiş, ortalığı velveleye vermiş olursunuz. Düzeltilmesi gereken bir yanlışı ortaya koymak, giderilmesi istenen bir kusuru hatırlatmak ‘baba’nın’ görevidir.

Ancak ‘baba’ nın görevi dedikodu yapmak, intikam almak değildir.

Yoksa diğerlerinden ne farkı kalır ki?
O, bir ‘baba’dır. ‘Kara gün’ dostudur.

‘Sureti Hak’tan’ görünüp ‘sureti halktan’ olamaz. Halk gibi davranamaz, halk gibi eleştiride bulunamaz.

Evladına ilk taşı atanlardan da olması da mümkün değildir.

‘Sen ne yapmak istiyorsun arkadaş?’

‘Bunu neden böyle yapıyorsun oğlum?’ demez.

Üslubunu hırçınlaştırmaz.
Yapılması gereken neyse onu yapar.

Eleştirilerini dozunu, beklemesini iyi bilir.

Çünkü Baba şefkâtli, Baba merhametlidir.

Gereken yerine getirilecek, yıllar geçecek

ve baba’nın üslubu takdirle anılacaktır.

(20/10/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

314-Ed-Din: Ruhun Aksi

Ben kulumun zannına göreyim. O halde benim için hayır zannında bulunsun.” Kutsi hadisinde ve bu hadisin Konevi tarafından yapılan şerhinde şöyle denir: “Yüce Hakk’ın her şeyde bir zuhuru vardır. Bu has bir zuhurdur ki o zuhura mahal olan şeyin istidadına göre şekil alır. Durum böyle olunca, kendisinde bir şey zuhura gelecek olan, korkulu bir kimse ise, onda meydana gelecek şey de korku suretinde gelir. Ümitli bir kimse ise ona muhabbet zuhur eder. İş bu mana, Cüneyd-i Bağdadi’nin şu cümlesinde saklıdır: “Suyun rengi, kabın rengidir.” O, her bilginin aynıdır. Her sanılanın aynıdır. Her anlaşılanın aynıdır. Her ilmin, her zannın, her fehmin aynıdır (Ama yine, muhakkaki O, O’nu nasıl düşünürseniz ondan farklıdır. Burada O’nun salt Zatının bilinmesinin imkansızlığı dile getirilir. İşte bu imkansızlıktan dolayıdır ki O, kul O’nu nasıl bilirse öyledir). Ve O, ancak itikad edenin itikadına göre zuhur eder. Her şey onun tecelli suretleridir. Zuhuratının çeşitleridir. Zatının tecelligahıdır. Esmasının ve sıfatının aynalarıdır. “Ve ben, beni andığı zaman, kulumun yanındayım” buyruldu. Bunun manası şu şekilde açıklanabilir: Ben, kulumla, beni zikri şekli ile olurum. Şayet o, celal isimleri yönünden zikrini yaparsa, ona celal isimleri yolu ile tecelli ederim. Şayet o, cemal isimleri yolundan zikrini yaparsa, ona cemal isimleri yolundan tecelli ederim. Ben, tayin edilen her şeyde belli bir varlığım. Fark ve kesret şehadetgahında beni müşahade eden zancıları kemale erdiririm. Sonra benimle oluşu yönünden onunla olurum. “Söyle, herkes kabiliyetine göre amel eder” (17/84)” Aynı dine derler sevgi dini, aynı dine derler korku dini. Aynı Allah’tır bağışlayan aynı Allah’tır intikam alan. Sen neysen dinin de odur. Yok mu anlayan? “(Musa) dedi ki: "Bizim rabbimiz, her şeye hilkatini veren, sonra da hidayet edendir.” (20/50)

(23/10/2008)

(V. Korhan Koral)

315-Âdeta Bugünü Bilmiş… Hâlimizi Târif Etmiş!

İnternetten posta kutuma hârikulâde bir yazı düştü, aynen koyuyorum. Topkapı’da bu varaka olsun olmasın, hârikulâde…
***
Kanunî Sultan Süleyman
, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin âkıbetini hayâl eder, günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye derin derin düşünmeye başlar…

Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye sorduğundan, bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi’ye gönderir…

“Sen ilâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi hâlde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde mektubunu gönderir.

Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır:

“Nemelâzım be Sultanım!”

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mânâ veremez… Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar:

“Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?”

Nihâyet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir.

Sitem dolu sorusunu tekrar sorar: “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”

Yahya Efendi duraklar: “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kaabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sâdece nemelâzım be Sultanım demişsiniz. Sanki beni böyle islere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum.”

Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu akıl almaz açıklamasını yapar: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de nemelâzım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sâhip olduğu için Allah’a şükreder, bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak oradan ayrılır…

Mektup bugün Topkapı’da sergi hâlindedir.

(26/10/2008)

(M. Kerem Doksat)

316-Yaklaşımcı olabilmek

İnsanların zamanla belli bir üretimde bulunmaları, inanan fertlere/inanç dünyasına bir şeyler katmaları söz konusudur. İyi bir eğitmenden/aktarıcıdan, doğabilecek sıkıntılara sebebiyet vermemesi beklenir.

Sıradan ve çok saçma yaklaşımlarla muhatabı üzmek, vehmi unsurlar yaratmak, oldu bitti havası estirmek yerine, sorunların kolaylıkla ve dostane yaklaşımlarla atlatılabileceğini göstermek daha mantıklı olur.

Kuşkusuz, kimse önümüzdeki günlerin bize ne getireceğini bilmez. Her gün, hepimiz, zorlu mücadelelerle, yeni yaşam sınavlarından geçiyoruz. Gittikçe zorlaşan yaşam ve ekonomik koşullar var şimdi. Bunlar hayatta kalma becerilerini de beraberinde getiriyor.

Tüm bu olaylar ve yaşananlar bize şunu gösteriyor: Yaklaşımcı ve kolaylaştırıcı olabilmenin bir fazilet olduğunu…

Aksine, işleri zora sokarak ya da hiç ilgilenmeyerek, alaycı şekilde, fantezi tutumlarla keyfi hareketlerle muhatabını insan yerine koymamak, bakış açılarındaki yeterliliğin iflası anlamına gelebilir.

Böylesi davranışlara yaklaşımcı-yapıcı etiketini yapıştırmak doğru olmaz.

Bahsini ettiğimiz önem arz eden hususlar, çok tehlikeli ve bireyin altından kalkamayacağı şeyler olup aynı zamanda yapanın hazımsızlığının da belirtisidir.

Bütün bunlar insani ilişkiler arasında yer almaz.

İnsanoğlu, yaşam sürecinde kimseyi kırmayacak, kendi problemlerini paylaştığı kişiye yüklememesini bilecektir.

Bu tehlikelerin bertaraf edilmesi, ancak daha hakça, daha paylaşımcı bir sistemi zorunlu kılar.

Zira diyalog denen unsur, laubalilik etmek, başkalarının dünyasına girip ayrımlaşma modeli çizmek değil, yaklaşım yapmaktır.

İlmin değerlerine uyan, özen gösteren yükselir.

Niyetlerini gizleyenler ise “sadece laf ebeliği yapan bir konuma düşer ki, onlardan hiçbir hayır” gelmez.

(29/10/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

317-Rasulullah’(s.a.v) ı tanımak bu mu?..

Gerek ülkemizde ve gerekse gurbetçilerin yaşadığı yurtdışı coğrafyalarda Rasulullah sevgisine dair yayınlarda ciddi bir yükseliş gözleniyor. Son örnekleri Ramazanda izledik. Her televizyon; duygusal, hararetli ve kalbe tesir edici hatipler bularak reytingini artırma çabası verdi. (Kıymetli hocalar kaç para alıyor, o bahse girmiyorum, kendilerini bağlar.)

Devam eden o anlatımların, piyasada çoğalan basılı- sesli- görüntülü eserlerin mesajlarını düşünün hele:

- Bedir savaşındaki kahramanlıklar. Uhud şehitleri ve Hamza’ya ağıtlar.

- Rasülullah’ın aile hayatı, toplumsal ilişkileri.

- Müşriklerin işkenceleri, sahabenin cömertliği.

Konular bu çerçevede. Medine’ye hasretler bildiriliyor. Sahneli anlatımlarla sahabe tanıtılıyor.

Bunda ne var, diyebilirsiniz. Elbette Hz. Muhammed Mustafa (as) ı sevdirmeye yönelik her çalışma, niyeti ölçüsünde karşılık bulacaktır.

Bizim sorgulamamız genele değil düşünen beyinlere yönelik. İçimi kemiren şeyi sormak istiyorum: Rasulullah’ı tanımak bu mu? Onu sevmek Medine’ye şiir yazmak mı? Sahabe itaatini, imanını anlamak, onları destanlaştırmak mı?..

ÖTEDE BİR RASUL, UZAKTA BİR SAHABE ANLAYIŞININ POMPALANDIĞINI sezebiliyor musunuz?...

Rasülullah, tarihi şahsiyet mi?  “Enfüsünüzden bir rasül” ayetini bugün nasıl değerlendirmeliyim? Medine’ye yönelerek mi?..

Sahabe; birer şahıs mı, yoksa iman ve yakiyni yaşamada bir duruş, bir idrak, bir hal mi?.. Yoksa bizden içeride biz olan karakteristik tevhid örnekleri mi?...

Bana göre: RASULULLAH’A YÖNELİŞİN HAKİKATİ MEDİNE’YE DÖNMEK DEĞİL!..  SAHABEYİ TANIMAK; BELGESEL ANLATMAK- İZLEMEK DEĞİL!…

“Enfüsünüzden bir rasul” ayeti her an geçerli olduğuna göre yönelişin niceliğini yeniden düşünün! Sahabe kimliğini ise derinden derine tefekkür edin!

Tekliğe dönük bilimsel açılımların genişlediği, hızla kabul gördüğü bir dönemde, bu anlatım tarzı neden canlandı, bu dalga nereden esiyor, bunu da bir düşünün!

Sizi bilemem ama dostlarım, ötede bir rasul, uzakta yaşam sahneleri beni açmıyor artık!

Deccal’in en çok dini alanı kullanacağı söyleniyor.

Nasıl kullanacaksa?!...

(01/11/2008)

(Mehmet Doğramacı)

318-Bir Masaldır Aslında

Masallar neden vardır? Şu teknoloji çağında çocuğuna masal okumamış anne-baba-büyükanne-büyükbaba var mıdır?

Neden hala masallara ihtiyaç duyarız. Sinema denilen şey büyükler için masal niteliğine sahip olmaz mı? Masallar hep çocuklar için olduğu sanılır. Genel olarak da doğrudur. Ancak iş büyüklere doğru kaydığında masalın naif anlamı, büyükler için uyutmaya döner. Çünkü masal çocuklarda uykundan önce anlatılır. Bir yetişkin bir düşüncesini aktardığında, diğerleri bunu uyutma olarak kabul eder ve 'masal okuma' diye karşı çıkar. Evet, masal neden uykudan önce okunur, masal neden çocuklara has görülür…

Masalların genel özelliği iyiye karşı kötünün zaferi ile sonuçlanır. İyi, Pamuk prenses olur, Keloğlan olur; kötü cadıdır, üvey annedir ve daha çok ejderhadır. Çocuklar için uyku en önemli zihinsel dinlenme ve kendini yenileme aracıdır. Genel bir doğru olarak psikoloji bilimi, uykudan gülerek uyanan çocukların mutlu olduklarını öne sürer.

Çocuklara anlatılan masallar, gerçek dünyaya ait temel mesajları verir. Dünya kötülüklerle doludur. Ancak her masal çok daha net bir mesajı verir: Kötülük eninde sonunda yenilir. Uykudan önce bir çocuğun bunu bilmesi ne muhteşem bir duygu yaratır düşünelim. Evet, bir gün tüm kötülükler bitecek. Çünkü bu mümkün. Masallar bu mümkünlüğe dair inancın kanıtıdırlar.

Ama büyüdükçe bu inanç kaybolur. Çünkü gerçek yaşamda kötüler hep kazanır, iyiler yenilir. Ve kötüleri yenecek araçlar nedense hep kötülerin elindedir. Kötülüklerinin şerrini defedecek edevatı da onlar üretmişlerdir. Bunu öğrendikçe kötünün yenilgisine inanç azalır mı acaba?

Yetişkin kötülüğü kendisinin yok edeceğine karşı inancı azalmakla birlikte çelişik gibi görünebilir ama çocuklarına masal okumaktan vazgeçmez. Çünkü kötülerin yenileceğine dair inanç o kadar kuvvetli bir istektir ki, yetişkinler, bu inancı çocuklarının da elde etmesini ister. İşte sırf bu nedenle masallara yetişkinlerin kendi inancı azalsa bile, çocuklarının bu inançtan mahrum olmasını istemezler. Yetişkinler belki de kendi hayallerini ya da yaşayamadıkları dünyaları aktarırlar çocuklarına masallar aracılığıyla. Ve sadece masallarda var olan kahramanlarla çocuklarını hazırlarlar hep kötülerin işgalinde olan hayatın acımasızlığına.

Masallar sıradan hikâyeler değildir. Pandora'nın kutusudur hala. İçinde umut taşır.
Ve biz yetişkinler, masala sandığımızdan daha çok ihtiyacımız var. Ve bir öneri, her gece kendinize ya da sevdiğiniz bir kişiye bir masal okuyun, anlatın, anlattırın…

(04/11/2008)

(Mevlüt Katırcı)

319-Zahir mi batın mı?

İslamiyete göre Allah, zahir, batın gibi kavramlardan münezzehtir. Ancak ayette  “O, Evvel, Ahır, Zâhir, Bâtın'dır.” (57/3)  denilir. Bu, mutlak gerçek olarak değil, bizim idrakimize göre Allah’ı açıklama yöntemidir. Zira her bakışta hem zahir ve hem batın olan şey, bakışın dayandığı idrak ne kadar gelişirse gelişsin, sadece o idrak için zahir ve batın sınırları değişeceğinden ve dolayısıyla zahirlik ve batınlık yok olmayacağından, olan Tek şey demektir. Hem zahir hem batın olmanın, varlığı hem içten hem dıştan kuşatmış olmakla ilgisi vardır. Bir keside göre, içte olan batın, dışta olan zahirdir (Örneğin maddi alemin özü bize batındır.). Başka bir düşünce yolunda, söz konusu kesitte, dışta olan bile batındır (Örneğin algıladığımız evrende algılanabilir maddi alemde olmalarına rağmen, gözle görülemeyecek kadar uzak yıldızlar, bizim için batındır). Ve Allah, aslında bizzat Kur’an’ın ruhuna göre, ne zahir ne batındır, o Tek var olandır. Ne evvel ne ahirdir, o her an var olandır. Kunevi bu konuda şunları söyler: “Hak, kulun suretinin ve dış yüzünün manasıdır. Kul ise, Hakkın manasına ve Batıni cephesine bir surettir. Ehadiyet cihetine bakınca, zahir, batının aynıdır. Batın da zahirin aynıdır. Zahir ve batın, Hakk’ın zatına ve şanına nisbetle bir suret gibidir. Tıpkı yarımın, üçte birin, dörtte birin, beşte birin, bir sayısına bağlanışı gibi.” Açıklamaya çalıştığımız bu ayeti anlayamayıp ya da eksik anlayıp Allah’ı sadece batın yani içte ya da zahir yani dışta görmek, Kur’anı anlamayarak çelişkiler yumağı olarak görmenin bir örneğidir.
(07/11/2008)

(V. Korhan Koral)

320-Hiç kimse…

Aslına bakarsanız, günün gelişen bilimi-teknolojisi dolayısıyla, değiştirme amacı taşımayan, ancak İslâm’ı teşvik istikametinde yenilemeler yapan ve farklı uygulamaların doğmasına yol açan İslâm Mücedditlerinin dışında kalan hiç kimse; kendi görüşlerini dinle özleştirme ve kendine göre tanımlar, kavramlar ekleme yoluna asla sapmamalıdır.

Çünkü bilmek gerekir ki, tarihin hiçbir döneminde “Allah katında din İslâmdır” ayetine ve Hz. Rasulûllah’ın “İslâm tek ümmettir” anlayışına ters düşen, toplumun birliğini bozucu, önleyici ve nifak sokucu haller tasvip görmemiş ve görmeyecektir.

Unutmayalım ki mistisizmden bahsedilirken bütünlüğün önemi vurgulanmakta, bu hususta ayrılığa düşenlerin Hz. Muhammed’den uzaklaşmış –fırkalara bölünmüş- olacaklarına değinilmektedir.

Buna rağmen, kimilerinin cesaret alıp, konuyu uzlaşmaz bir zemine oturtmayı düşünmesi büyük bir çelişkidir.

Hâsılı, İslâm’ı ve özellikle Allah ilmini yorumlama gayreti içinde bulunanların tek bir gerekçesi vardır,

o da şudur: Tevhid-Teklik bilgilerine vakıf olma şartı.

Şu halde, konuyu en iyi şekilde bilenlerin –evliyaullahın- peşine takılmak mantıklı olacaktır. Ancak, onları kabul etmeyip bu husustaki ayetleri de görmezden gelmek makul olmaz.

Unutulmamalı ki, açıklamalara ters düşen kim varsa, ilahi değerleri ve kendini yok etmiş demektir.

Bu alandaki önemli hastalık olan, çözümsüzlük (umarım çözüm bulunur) batağına saplanılmaz.

Gerekirse, çıkarları uğruna birbirine düşerek bir yaşam sürdürmeye kararlı olanlar ise göz ardı edilmelidir.
Tereddüt edilmeden!

(11/11/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

321-Koleksiyoncu

Ortaokul yıllarında başlayan, bazılarımızda ileri yaşlarda kısmen değişerek devam eden, çeşitli materyali biriktirme anlayışı üzerine kurulu bir alışkanlık; koleksiyonculuk. Yerine göre nostaljik bir bağ, yerine göre vazgeçilmez bir tutku.

Puldan kartpostala, kurutulmuş çiçekten ölü kelebeklere, demir paradan oyuncaklara kadar bir dizi ürünün koleksiyonunu yapanlar bunun eğlenceli bir uğraş olduğunu söylerler.

Öğrencilik yıllarımda kibrit koleksiyonum vardı. Onları evdeki vitrine dizerdim. Temizlik yaparken bunalan annem; bir çırpıda hepsini sobaya atmış. “Kibrit, ateş yakmak içindir. Biriktirmek için değil” diye söylenerek yapmış bunu. O gün çok içim acımıştı.

Geçenlerde uğradığım bir dost bana anahtar koleksiyonu olduğunu söyledi. Çay içimi çıktığımız dairesinde zengin koleksiyonunu gösterdi. Eski ahşap kapı anahtarlarından tutun da ev, çanta, valiz, dükkân, oto anahtarlarına kadar bir dizi çeşidi inceden inceye üşenmeden saatlerce anlattı bana.

Sonraki günlerde dikkat ettim girdiği meclislerde, bulunduğu ortamlarda sözün anahtarlara gelmesinden ayrı bir keyif alıyor, adeta her konuya kendi anahtarlarından birinin öyküsü ile girmeyi seviyordu.

Ona; “Anahtardan gaye; kilit açmaktır, yoksa alıp biriktirmek değil, her yerde her sözde anahtar konuşmak hiç değil!” demek istedim bir an. Sonra kendimi tuttum ve ağzımı açmadım. Kibrit koleksiyonumu yakan annemin, o gün yüreğime saldığı acıyı hatırlayınca ona acı veren role soyunmak istemedim doğrusu.

Mektuba yapışmayan pul, kırda uçmayan kelebek, ateş yakmayan kibrit ve kilit açmayan anahtar!...

Benim koleksiyonumu annem yaktığı için koleksiyon hazzını çoktan unuttum.

Koleksiyonculuk zevkli olsa gerek!..

(14/11/2008)

(Mehmet Doğramacı)

322-İslami Bilinç

İnsanlığın bilinç düzeylerini üç gruba ayırabileceğimizi söyleyebiliriz. Birinci grup, alemleri kendisinin dışında yaratan, hatta belki ilk yaratışta etkili olup sonra her şeyi kendi haline bırakan, alemlerden ayrı bir oluşta ve genellikle yukarda bir yerlerde bulunan aşkın bir tanrıya; ikinci grup, alemleri bizatihi kendi bünyesinde yaratan dolayısıyla şeyin özündeki güç olan ama sadece alemlerle sınırlanmış içsel bir tanrıya yani panteizme ya da bu tanrısallığın zaten maddenin bizatihi sahip olduğu bir gerçek olduğunu söyleyen, tanrı denen şeyin bir hayalden ibaret olduğunu ileri süren materyalizme, üçüncü grupsa hem aşkın hem içsel olan, şeyi şeyin özünden ihata eden ve aynı zamanda alemlerden de müstağni olan, alemleri ilmi suretler olarak gören İslami düşünceye inanmışlardır. Düşünce tarihi bu 3 grup düşüncenin değişik varyasyonlarıyla doludur. İslam’da Allah, alemlerden ayrıdır ama mutlak gerçek, sadece bu değildir; yani Allah alemlerden ayrı olsa da, alemler Allah’tan ayrı değildir. Allah, hem alemlerden müstağni, hem de alemler içredir. Burada Allah’ın alemler içre olmasıyla panteizmi değil, alemlerin Allah indinde olmasını kastediyoruz.  O’nun bu içten ve dıştan kuşatma halinin tek yönüne saplanmak, kişiyi inkara götürebilir. Düşünen insan için muazzam bir muamma olan evrenin gerçeği, düşüncenin ötesine yani sezgisel dünyaya erişenler için, beyni kemiren bir bilmece ve bilinmezlik hali değil, huzur kaynağıdır. Yakın insanlık tarihine baktığımızda da, medeniyetleri ilerleten egemen düşüncenin 1. gruptan, aydınlanma çağıyla 2. gruba ve günümüzdeki bilimsel ilerlemenin desteğiyle artık 3. gruba geçtiğini ve bu bilinçliliğin hızla yayılacağını söyleyebiliriz.

(18/11/2008)

(Korhan Koral)

323-20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Gününde Gelecek Nesillerin Sağlık Hakkı

1940 yılından önce otizm denen hastalık tanımlanmamıştı. 1970’li yıllardan bu yana görülme sıklığında belirgin artış olduğu biliniyor. Son 70 yılda değişen ne oldu da bu hastalık sıklıkla 3 yaşından itibaren çocukları etkilemeye başladı? Göz teması kurmayan, kendi dünyalarında yaşayıp çevreyle ilgilenmeyen, konuşmayan bu çocukların beyinleriyle birlikte barsaklarında da sorun olduğu ve besin allerjilerinin olduğu bilinmektedir.
Yaramaz çocuğun tıbbi karşılığı olan dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu her geçen gün artan sıklıkla çocuklarımızı etkilemektedir.
Sağlıklı çiftler çocuk sahibi olamamakta ya da akraba evliliği ve genetik bir hastalıkları olmadığı halde çocukları zeka özürü olmaktadır.
Herhangi bir okulun rastgele seçilecek sınıfında, derslerinde ve sosyal ilişkilerinde başarılı olan çocuk sayısı gün geçtikçe azalmaktadır.
Çocuklarımıza neler oluyor?
Son 100 yıl içinde yaşantımızı etkileyen her ne ise, işte o çocuklarımızı etkiliyor.
Bilimsel verilerin ışığında suçlanabilecek ilk etken ağır metallerdir. Fabrikaların üretim atıkları, kurşunlu benzin ve mazotun kurşun atıkları 100 yıldır çevremizde bulunuyor. Solunum yoluyla, yiyeceklerle ve derimizden vücudumuza giriyor. Alüminyum tencere ve kapları uzunca bir süre kullanıldı. Amalgam dolgularda bulunan cıva, her çay içişimizde bir miktar daha vücudumuza girdi. Aşılarda hala cıva, alüminyum var. Benizlerimizden çıkan balıkların hemen tamamında ağır metaller var. Ağır metaller topraktan, sudan, hayvanlardan dolayı yıllar boyunca bedenimize girdi. Belki bir porsiyon balıktan ya da amalgam diş dolgusundan alınan ağır metalin bir önemi yoktur ancak burada önemli olan ağır metallerin sürekli alınıyor olması nedeniyle oluşturdukları birikim etkisidir.
Vücuda giren ağır metaller en çok kemik ve beyin dokusunu seviyor. Her insanın kendine özel direncine bağlı olarak, biriken ağır metaller hastalık oluşturma potansiyeli yaratıyor. Günümüzde Alzheimer Hastalığından şeker hastalığına kadar geniş bir yelpaze içinde yer alan kronik hastalıkların nedeni olarak ağır metaller suçlanıyor.
Daha anne karnından başlayarak etkili olan ağır metaller en ağır darbesini çocuklarımıza vuruyor. Çevreden aldığı ağır metalleri kemik dokusunda bulunduran kadın, hamile iken yaşadığı stres sonucu kanda oranı değişen hormonların etkisiyle kemiklerinden kana ağır metallerin geçmesine neden oluyor. Anne kanından bebeğe geçen ağır metaller henüz gelişmekte olan bebeğin beyin dokusunu etkiliyor. Ağır metallerin etkisi, bebeğin genetik olarak gelişen beyin yapılanma ve çalışma özellikleriyle hamileliğin dönemine bağlı olarak değişim gösteriyor. Kimi bebeklerde doğum anında sorun olduğu saptanırken kimi 1 yaşında kimleri ise 3 yaşında ve hatta 7 yaşında beyin gelişim ya da çalışma anormallikleri ortaya çıkartıyor.
Bilimsel kaynaklar; kurşunun hamileliğin 12.haftasından itibaren anneden fetüs’e geçmeye başladığını, kurşun beyinde öncelikle beyin ön bölgesini, beyinciği ve hipokampus’u etkilediğini; moleküler, hücresel ve hücrelerarası düzeyde kronik hasar oluşturduğunu; kan-beyin engelinin bozulmasına yol açarak kandan beyine girmemesi gereken maddelerin geçişine neden olduğunu; zekâ düzeyinde azalma, dikkat eksikliği, hiperaktivite, sosyal ilişkilerde bozulma ve bunama ile kemik dokusundaki kurşun oranı arasında belirgin ilişki olduğunu bildiriyor.
Son yıllarda otistik çocukların ağır metal uzaklaştırıcı kelasyon tedavisinden %75 oranda fayda gördükleri bilinmesi, ağır metal etkisinin ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ağır metallerden kaçışın mümkün olmadığı günümüz yaşam koşullarında hiç değilse çocuk sahibi olmaya karar veren çiftlerin ağır metal tahlili yaptırmaları, çocuklarımızın geleceğini düşünme ve haklarını koruma konusunda önemli bir önlem olacağı açıktır.

(21/11/2008)

(Dr. Güçlü Ildız)

324-Tasavvufi Eğitim Şart mı?

Yorumun başlığına bakıp, bu sualin hemen herkes için geçerli olduğunu düşünmek doğru olmaz. Seslenişim, güne besmelesiz başlayan, çöpçatan programlarıyla devam eden, akşamı terör, dolandırıcılık, bitmek tükenmek bilmeyen, önünün alınması imkân dâhilinde olmayan trafik kazaları gibi karamsarlık  tablosu içinde yer alan ne varsa onlarla uğraşmayı marifet bilen ve hayatını buna göre inşa edenlere değil, Allah’ı tanıma, kendini bilme yolunda olanlaradır.

Bana göre ehli için gerçekten böyle bir öğrenim zorunludur. Düşüncenin eylemle sonuçlanması gerektiğinden bu yönlü bir eğitime kesinlikle ihtiyaç vardır. Çünkü bilginin şekillenmesi ayrıntıları ancak böylece oluşur.

Toplumsal yaşamda değişimin, yenilenmenin gelişiminde eğitim oldukça önemli bir unsurdur. Bireyin konu seçiminde, yaklaşımında, kalitede ve başarı sağlamada kendini belli eder.

Yarınlara güvenle bakmak isteyen ve kendine güçlü bir yer edinmeyi talep eden kişi eğitime epeyce önem vermelidir.

Beyinlerdeki ‘karanlıkları, aymazlıkları söküp atacak, yerine kendisi için mutlak gerekli olanları temin edecek’ yegâne etken eğitimdir.

Gelecek kaygısı taşımayan bir toplum ya da birey, bunu ancak öğrendikleri ve hayata geçirdikleriyle başarabilir.

Akıl+iman+Tefekkür+bilim dörtlüsünün önde tutulduğu pozitif bir yapı, tasavvufi bir eğitimle (görgü-terbiye ve hazım) desteklendiğinde geniş ufuklara, yarınlara sıcak bakışı getirir.

Yapılması gereken; çok az vaktimiz kalmışçasına alternatifi olmayan bu ilmi öğrenmek, bütün kişisel tedbirleri almak veya alınmasına yardımcı olmak, ilmin bizim kavrayabileceğimizin ötesinde bir projeksiyona sahip olmadığını düşünerek, öğretmene sıkı sıkıya sarılmak ve her şey bitmeden, yani istenilen düzeye ulaşmadan, eğitimsizlik karabasanından kurtulabilmektir.

Hedef de esasen budur!

(24/11/2008)

(Ahmed F. Yüksel)

325-Hangi din?

Kur’an’da “Sizden her bir peygamber için bir şeriat ve bir program meydana getirdik.” (5/48) denir; ve bu söylenirken, getirdik denilerek de, bu farklı şeriatların, aynı kaynaktan geldiği, dolayısıyla öz olarak aynı olduğu vurgulanmış olur. Yine “Yemin olsun biz, üzerinizde yedi yol yarattık..” (23/17) denilerek, din konusunda, efal  alemindeki çeşitliliğe atıf vardır (yedi, çokluk anlamına gelen bir terimdir.). Ef’al aleminin özelliği çokluk, onu inceleyen ilim dallarının varacağı yer ayrılık olabileceğinden, din, mezhep ve felsefe farklılıkları, insanlık tarihini doldurmuş olsa da, Mutlak varlık bilgisi (hakikat ilmi), Müslüman ya da başka dinden olsun bütün erenler tarafından görüş birliği içersinde ortaya konulmuştur. Çokluğun batınına nüfuz edince, birlik kendini göstermektedir. Nebi ve Rasüller’e vahy, aynı özden nüzul etmiş, ancak bu vahy, çokluk alemindeki insanlara hitap etmiştir. Yani, Peygamber ve hatta velilerin batınları o öze, zahirleri de insan olmaya, çokluk alemine dönük olduğundan şeriat kabuğunda farklar vardır. Ancak özsel din tektir:   “Kesinlikle Allah indinde din İslamdır.” (3 /19) ve “İndimizden , sana bir zikir verdik.” (20/99). Bu teklik ise, efal alemine yönelik şeriatta aranmaz, özde bulunur. Tıpkı Taocu tapınakların girişinde bulunan “Din’i sevin: dinlerden sakının” yazısının anlattığı gibi. Dinler ile, belli ritüellere sahip dinlerden birini benimseyip diğerlerini yok saymak, öze erme yolunda birer imkan olan araçları asıl kabul etmek, Deruni  gerçeğe sırt çevirmek kastedilir. 

(28/11/2008)

(V. Korhan Koral)

326-Cinsellik Tercih Değil, Kimliktir.

Beyinde, her iki göz sinirinin çapraz yaparak oluşturduğu yapının hemen önünde, preoptik bölge bulunur. Preoptik bölgenin her iki beyin yarısına simetrik konumunda yerleşim gösteren birer adet “çekirdek” bulunur. Bu çekirdeklerin orijinal adı: sexually dimorphic nucleus, Türkçe açılımıyla; cinse bağlı iki farklı yapı gösteren çekirdek’dir. Her cins için farklı yapıda olan bu çekirdekler, erkeklerde kadınlara oranla 2 misli büyüktür. Homoseksüel erkeklerde öldükten sonra yapılan beyin çalışmalarında bu çekirdeklerin olması gerekenden daha küçük olduğu görülmüştür.

Anne karnında, cinsel organların gelişim döneminde artan erkeklik hormonu(testosteron) etkisiyle bu iki çekirdek büyüyerek erkek cinsel kimlik özelliğini oluşturmaktadır. Ortamda yeterli testosteron’un olmaması, dişi cinsel kimlik özelliği gelişimine neden olmaktadır. Doğumu takip eden ilk hafta sonrası, dişilerde bulunan çekirdeklerde hücre ölümünün olduğu (apopitosis) ve çekirdek boyutlarının küçüldüğü görülmektedir. Hayvan deneylerinde; çekirdekleri tahrip edilen erkekler, dişilere benzer cinsel davranış özellikleri göstermiştir.

Beyin çalışma özelliklerini sağlayan milyarlarca hücre ve trilyonlarca hücrelerarası yollar; her kişiye benzersiz akıl ve davranış özellikleri kazandırır. Bu nedenle her beyin özeldir, tektir, benzersizdir. Kişiye özel çalışma özellikleri gösteren beynin aynı cins içinde farklı cinsel davranış özelliklerine sahip olması da yadırganmamalıdır.

Cinselliği erkek ağırlığında oluşan kişi, istese bile kadınsı kimlik içine giremez. Tersi de doğrudur.

Toplumsal baskılarla cinsel kimliğini yaşayamadığı ve hatta farkında bile olamadığı için mutsuz yaşam süren insanlar bugün toplumun her kademesinde bulunmaktadır. 

Nörolojik bilimler referans alındığında, ana karnında belirlenen cinsel kimlik olgusu tercih ya da sapkınlık olamaz. Farklı cinsel kimlikleri kabul etmek, bilime saygısı olan toplumların özelliğidir.  

(01-12-2008)

(Dr Güçlü Ildız)

327- Suyu bulananlar!

Sular bulanmadan durulmaz derler. Gerçekten de böyledir. Terkibiyetin bulandırdığı suların ne zaman durulacağını sadece zaman gösterir. Ancak, bulanması için de mutlaka bir neden vardır. Durulduğu halde bile o faktörü görebilme/hissedebilme söz konusudur.

Benim anladığım kadarı ile hayatın, ef’alin cilvesidir bulanıklık. Tarih boyu yaşanmıştır.

Dünya ehli işte böylesi bir acı gerçekliği taraf olma kaydıyla şöyle dile getirir:

“Bizimkilerin hali perişan!”

Dayanıksız toplumlarda en basit kaotik safhada su bulanırken, dinine-inancına/yaşamına sahip olanda bu gibi haller pek görülmez. Onlar kendinden emin olanlardır.

Bulanıklarda, “bizimkiler ve ötekiler” kavramı kendiliğinden oluşur.

Hâlbuki duyarlı olunabilse bunlar yaşanmayacak, bütünlük asla bozulmayacaktır.

Ve çok haklı olarak insanların kaygıları, korkuları, yaşamlarının giderek zorlaşması mevzubahis olmayacak, yaygın ve kitlesel olarak yaşamın her alanında düzen dışına çıkarmalar gelişmeyecektir.

Örneğin, İslâm’ı farklı yorumlayan, başını açmaya hak göreni, başka dinlere bağlı olanları, ateistleri, teistleri kriterleri ile suçlamayacak,  bu en büyük suçu kendi işlemeyecektir.

Ayrıca kim kimi eleştiriyor? Bu kadar ağır ve acımasız yargılamalar, ön yargılı yaklaşımlar ne anlama geliyor?

Nereden bakarsanız bakın, tevhide odaklı hedef belirlenmişken algılamaları alt üst eden, gerçeklerden uzaklaştıran bu kısır tartışma da neyin nesi?

Diye düşünmek de mümkün.

Bildiğimiz, görebildiğimiz tek gerçek; Kendini koruyan insanın bir şekilde bulanık suyun içine dalmaması ve suyunu bulandırmamasıdır.

(01-12-2008)

(Ahmed F. Yüksel)

328- Öz'den Sözler

Bir ben vardır bende benden içeri” diyen Yunus Emre’yle “Tanrı ruhumdur, kanımdır, etimdir ve kemiklerim/ Nasıl olur da ben Uluhiyete bulaşmış değilim, derim?” diyen Hıristiyan mistiği Angelus Silesius gibi, tüm Tasavvuf ekolleri, Uzak doğu dinlerinin özsel yorumları, ikilik zannından kurtulmaya, Tümel tekliğin, kendiliğinden olmada saklı olduğunu söylemeye dayanır. Benzer ifadelerle Hua hu ching’de, tapınmanın değil, özsel bir bilinçlilik halinin makbul olduğuna, “İlahlara ve dini hakikate/ Latif hakikatin kaynağı olarak tapınma/ Böyle yapmak, Tanrı ile arana aracı koymaktır/ Ki bu seni, göğsünde saklı olan olan hazineyi elde etmek için/ Dışarıya göz diken dilenciye benzetir/ Tao’ya tapınmak istiyorsan/ Önce onu kalbinde keşfet/ O zaman tapınman anlam kazanacaktır” denerek dikkat çekilir. Bu kendindenlik için de şunlar söylenir: “Dünya dinlerinin bir çoğu yalnızca/ Benlik ve başkaları, yaşam ve ölüm,/ Gök ve yer gibi yanlış kavramlara bağlılıkları güçlendirmeye yarar/ Bu yanlış fikirlere kapılanların/ Mükemmel birliği algılamaları engellenmiştir/ Kişinin uygulayabileceği en mükemmel erdem,/ Bir bütün olarak hakikati bulma/ Ve iletme sorumluluğunu yüklenmektir/ O halde bütünsel hakikati ara/ Ve onu günlük yaşamında uygula”, “İtiraf ediyorum/ Aklınızı Tao’ya döndürecek hiçbir öğreti yoktur: ne din, ne bilim,/ Ne de bilgi/ Bugün bu düzene göre,/ Yarın bir diğerine göre konuşurum;/ Ancak mükemmel yol/ Daima kelimelerin ve düşüncelerin ötesindedir./ Sadece eşyanın birliğinin farkına var, O kadar.

(08-12-2008)

(V. Korhan Koral)

329- Yumurtanın  Gör Dediği…

Sağlık gerçeklerini idrak edememiş beyinlerden kafa karıştırıcı ve güvensizlik yaratan açıklamaların geldiğine sıklıkla şahit oluyorsunuz. Son konumuz ise: yumurta…

Yılların kardiyoloji profesörü hastalarından, yumurtayı yasakladığı için özür diliyor(!). Soru gayet basittir. Referansınız nedir? Yumurtayı yasaklayan aklınızın referansı neydi? İşte o referansınız işlemiyor. Bunu idrak ediniz.

Referans bulmak için Amerikayı yeniden keşfe gerek yok. Sadece doğaya bakınız. O size ne yapmanız gerektiğini söyler.

Kalp krizi geçiren bir ceylan ya da aslan göremezsiniz. Diyabetli bir timsah ya da hipertansiyonu olan bir zürafa yoktur. Bu hastalıklar insana özgüdür. İnsanın hayvanlardan olan farkını idrak edebildiğimiz zaman, neden hasta olduğumuzu anlarız.

İnsanları hayvanlardan ayıran 2 temel özellik vardır. İlki, gelişmiş beyin ön bölgesinin(prefrontal cortex) sağladığı akıl özelliğidir. İkinci özellik ise doğallıktır. Akıl özelliği ile doğaya karşı yaşam biçimi oluşturan insan, hastalıkların önemli hedefi haline gelmiş, edindiği bu özelliğini genleriyle nesillere aktarmıştır.

Kısaca hasta olmamızın temel nedenleri; doğal olmayan yaşam biçimi ve sahip olduğumuz gelişmiş beyin ön bölgesinin stres altında çalışmasının bozulmasıyla gelişen vücut kontrol bozukluğudur.

Yumurta doğaldır. Yağlar doğaldır. Et doğaldır. Sebzeler ve meyveler doğaldır. Doğal olmayan, insan yapımı şeker ve un içerikli ürünlerdir.

İç organlarımızın çalışma sistemiyle farklılık göstermeyen hayvanlar, doğal ortamlarından alınıp deney materyali olarak kullanıldığında ya da evcilleştirildiklerinde insanlar gibi hasta oldukları görülür.

Hastalığınız ne olursa olsun; doğal olanı ihtiyacınız kadar aldığınızda, hastalığınızda kayda değer düzelme gözlersiniz. Yakınma ya da hastalığa göre verilen diyetler, referansı doğa olmayan aklın eseridirler. Sıra, kolesterolü aklamaya gelmiştir umarım.

(11/12/2008)

(Dr. Güçlü Ildız)

330- Ayrıştırma becerisi

En zoruma giden şey nedir biliyor musunuz? 

Neden insaoğlu her kritik pozisyonda gerginliği tırmandırır, taraf olur?

Niçin daima ayrıştırma becerisini gösterir? Veya doğru olanı yapıp tevhid yoluna gitmez.

Ne maksatla din adına bazı insanların önü tıkanmaya çalışılır?

Bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkün.

Ama ben değil bütün bu soruların cevabını, az bir bölümünü dahi vermekte zorlandığımı hissediyorum.

Şöyle bir bakın çevrenize, bana hak vereceğinizi umuyorum.

Herhalde, ilmi üretimin “yok denecek kadar az oluşu, şartlanmalar ve değer yargıları ile dopdolu” bir hayatın olması, veri tabanındaki yoğunluğun getirdiği kısır döngüler bireyi bu noktaya getirmiş olmalı.

Dünyaya kazık çakma pahasına bu değerlere sıkı sıkıya sarılırsanız, zaman da size aynı şekilde bunun karşılığını verecektir.

Gelgelelim, ailenin, kocanın, babanın, ağabeyin, kurulu düzenin, adaletsizliğin, eşitsizliğin, düşmanlığın, otoritenin, anlaşılmayan dinin kölesi olma durumu da, kişiyi yaşam enerjisi bakımından güçsüz düşürmektedir.
Birey, hakkında doğru eleştiriler sıralandığında, bunlara kızıp kendini ispat edercesine öfkelenirse, hoşgörü ve tahammülü yoksa, üslubuna dikkât etmezse, olacağı budur.

İnsanoğlu ya evrensel değerleri anlayacak, olaylara at gözlüğü ile bakmayacak, bazı hesaplara takılıp gitmeyecek, özetle ‘suyun kap içinde aldığı şekil ve renk’ gibi olacak, Mevlana’dan, Yunus Emre’den, Hacı Bektaş’tan Edebali’den, Sadi’den, Gazali’den himmet bekleyecek, hayata uyum sağlamaya çaba gösterecek ya da son günlerin modasına uyarak, hayatını düzene soksun diye psikologların peşine takılacaktır.

(12-12-2008)

(Ahmed F. Yüksel)

331- Kolesterol Saplantısı ve Tıbbi Gerçekler

Son yıllar­da çok önemli oldu­ğu belirtilen kanda kolesterol yüksekliği, karaciğerin çalışması sonucunda oluşur. Kolesterol vücudumuzun tüm hücrelerinde bulunan, hücre zarı yapısını oluşturan önemli bir moleküldür. Tüm canlılarda bulunur. Kolesterolün önemli miktarı vücut tarafından oluşturulur. Çok daha az miktarı besinler yoluyla alınır. Karaciğer, beyin, omurilik ve kan damar yüzeyin­de, diğer dokulara oranla çok daha fazla bulunur. Kolesterol kanda LDL, VLDL ve HDL adı verilen taşıyıcılar tarafından, diğer dokulara ulaştırılmak üzere, karaciğer ve ince barsakta yapılarak taşınır. LDL ve VLDL karaciğerden dokulara, HDL kandan karaciğere kolesterolü taşır.

Hücre zarı yapısını oluşturması ve hücre bütünlüğünü koruması nedeniyle bazı araştırmacılar kolesterolün antioksidan (koruyucu) etkisi olduğunu belirtmişlerdir. Yağda eriyen vitaminlerin (A,D,E,K) kullanımı için kolesterol gereklidir. D vitamini yapılabilmesi için kolesterol olması gerekir. Başta kortizol, progesteron, östrojen ve testosteron olmak üzere hormonlarının yapımı için gene kolesterol gerekir.

Yapıtaşı olma özelliği nedeniyle vücudumuz içinde beliren yeni yapılarda kolesterolün bulunması yadırganmamalıdır. Haliyle kalp damarlarını tıkayan plak içinde kolesterolün yer alması doğal bir olaydır. Plak içinde yüksek oranda yer alan esas madde kalsiyumdur. Ayrıca temel kan elemanları olan makrofaj, eritrosit, alyuvar ve akyuvarlarda plak içinde yerini alırlar.  

Plak yapısı göz önüne alındığında eğer kolesterol yüksekliği kötü ise kalsiyum ve kan elemanları da aynı derecede kötü demektir.

Kolesterol düzeylerinin normalden fazla olması plak boyutlarını arttırır, düşüncesi doğru olabilir. Önemli olan, kolesterol düzeylerini artıran nedenleri doğru olarak saptamak olmalıdır. Son 10 yıl içinde yüksek yağ içerikli beslenme yöntemleriyle yapılan bilimsel araştırmaların derlendiği(review) yayında, kolesterol düzeylerini arttırmak bir yana, tam tersi olarak kolesterol düzeylerini normale düşürdüğünü göstermektedir. Bu çarpıcı bilimsel yayın, Mart 2007 tarihinde Pediatrics dergisinde Johns Hopkins Medical Institutions’dan Dr. John M. Freeman ve arkadaşları tarafından yayınlanmıştı. Bu yayının son bölümünde şu görüşlere yer verilmektedir: Hayretle farketmekteyiz ki yüksek yağlı yiyeceklerin insanları şişmanlattığı ve kolesterol düzeylerini arttırdığı doğru değildir.

Aynı yayında, yüksek yağ içerikli besinlerin arttırılması, rafine şeker ve unlu besinlerin çıkartılması ile oluşturulan doğal diyetle beslenen insanlarda; obezite, Alzheimer, Parkinson, epilepsi, şeker hastalığı, otizm, depresyon ve polikistik over sendromu hastalıklarında belirgin düzelmeler olduğu belirtilmiştir.

Kolesterol içeriği yüksek olan yumurta, hayvani ve bitkisel yağlar gibi doğal besinlerin kolesterol düzeylerini arttırdığı kesinlikle doğru değildir. Kan kolesterol düzeyini arttıran esas besinler, rafine şekerden(sofra şekeri) ve beyaz undan hazırlanan ürünlerdir.

(25-12-2008)

(Dr Güçlü Ildız)

332- Akbaba ve Ayakkabı

İslam’dan kaynaklanmayan ve İslâm dini ile bağdaşmayan bütün sistemlerin, ideolojilerin varacağı nokta, zaman kaybı, dedikodu ve nifak olmaktadır.

“Allah” ismiyle hayat bulmak için, dedikodu-fitne kapsamına giren bütün düşüncelerden ve bu fikirleri gıdası gibi kabul edip yayan insanlardan uzaklaşmak gerekir.
Çünkü onlarla birlikte olmanın hiçbir yararı yoktur.

Şayet din hükümleri ile amel etmek gerekiyorsa, insanları nifaka davet eden şeylerden kaçınmak zorunlu hale geliyor. Velev ki doğru bir şey olsa bile!...

Seyir merkezli iman anlayışı varken, neyin ne olduğunu anlamadan, tam bir beşer anlayışı ile insanın üzerine “akbaba misali üşüşen” kimselerden ve onların yandaşlarından uzak durmak akıllıca bir iş olsa gerek.

Din, evrensel ve ölümsüzdür, tevhide dayanır.

Her çeşit noksanlıktan münezzeh olup bireye hayat verir. Bu canlılığı olumsuz şekilde ve duygular istikametinde kullananın hiçbir kârı olamaz.

Sonuçta, içgüdüleri ile hareket edenlerin beklemediği bir akıbetle karşılaşmaları mukadderdir.

Ayakkabıya gelince;

Muntazar El Zeydi adlı bir gazeteci, ABD’ nin Irak’tan çekilmesiyle ilgili tören sırasında, hiç kimsenin aklına dahi gelmeyecek, kendisi engelleyecek, durduracak, frenleyecek ve denetleyecek hiçbir gücün olmaması nedeniyle Bush’un kafasına önce bir ayakkabısını, sonra da diğerini fırlatacak zamanı ve cesareti bulmuş ve tepkisini böyle dile getirmiştir.

Sonuçta yapılan iş, benim bakış açıma göre pek etik görünmemektedir.

Zira, Allah Irak’ a yapılanları “büyük krizle” cezalandırmış, hak eden, bundan payını almıştır.

(28-12-2008)

(Ahmed F. Yüksel)

333- Ah Laikler!
Milliyet gazetesinde bir habere takıldı gözüm. Haberin başlığı: Ötekileştirilen artık laikler!” 

Haberde “Açık Toplum Enstitüsü ve B.Ü desteğiyle yapılan araştırma sonuçları” aktarılmış ve yorumlanmış.

Bu ve benzeri haberlerle, yorumlarla basında sık sık karşılaşıyoruz.

Bunda bir anormallik yok!

Ayrıca gidişatı ölçmek, toplumun nabzını tutmak adına faydalı ve gerekli...

Fakat bir kısım medyada “laik” kelimesi ile çizilen insan portresi nedense hep şudur:

“İbadet etmeyen, neye inandığı belli olmayan, İslâmın zahiri ve bâtini hükümlerine uymayan, hatta haberi bile olmayan, şüphede kalmış, dinden bîhaber, dindar olmayan, dinle ilgisi bulunmayan”

Ehli dünya, vesselâm...

Laik kelimesinin âdetâ “dinsiz” anlamında kullanılmasından “laik bir müslüman” olarak rahatsız oluyorum.

“Dinde zorlama yoktur” (2-256) âyettir.

Din, laiktir.

Öyleyse, laik olmayan kim?

Merak ediyorum.

Link:

http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=1029917&Kategori=

(31-12-2008)

(Meryem Irmak)

334- Kimerizm

Normal şartlarda bir yumurta ve bir sperm birleşimi ile meydana gelen zigotun mutasyonlar sonucu birçok normal dışı sapmaları vardır. Genler üzerindeki ya da ilk birleşme anındaki birtakım farklılıklar bazen oluşan canlılığın devam etmemesi ile bazen yaygın olarak bilinen down sendromu gibi patolojilere bazen de ilk bakışta hiç belli olmayan ve hatta rutin taramalarda açığa çıkmayan farklılıklara neden olur. Kimerizm bu son grupta yer alır. Kimerizm, döllenmiş iki yumurtanın birleşmesi ve ikiz yerine tek bebeğin doğması sonucu ortaya çıkıyor. İki yumurta birbirine temas ediyor, yumurta zarları eriyor ve iki yumurta birleşip tek bir beden içerisinde farklı DNA ve farklı iki ikize ait olan organ ve dokuları bulunduruyor.Burada hangi organın hangi yumurtadan gelen genlerle geliştiği bilinmiyor.Annenin göz ,el,ayak  v.s organları bir yumurtadan rahim,kalp v.s. gibi organları diğer yumurtadan gelişiyor.Ya da tersi ..ya da   sadece bir organı....Örneğin annenin rahim genleri diğer yumurtadan gelişti ise; dünyaya gelen bebek kadının doğmayan ikizinin DNA’sını taşıyabiliyor. Dolayısıyla anne doğurduğu çocuğun biyolojik annesi olabiliyor ama gerçek genetik annesi olmuyor. O bebek ikinci ikizine ait olan yumurtalıkta geliştiği için anne onu psikolojik olarak reddedebiliyor. Genetik birliktelik ve birebirlik olmuyor. Organ transplantasyonlarında da kimerizm önemini korumakta...

Hermafrodit (Çift cinsiyet) cinsiyet bozukluğu olan bazı insanlarda da kimerizm olabiliyor. Son yıllarda yaygınlaşan tüp bebek uygulamaları da ileride kimerizm vakalarında artışa yol açabilir, çünkü tüp bebek uygulamasında, iki embriyonun aynı anda döllenme olasılığı çok fazla.

Dünyadaki kimerik kadınların sayısı literatürde 50-60 arasında yer almaktadır.

(03-01-2009)

(Rad. Dr. Işıl Yurdaışık)

335- AFY ile Günü Yaşa

www.sufizmveinsan.com’ da yayımlanan Yaşam ve Din bölümünde değişik konuları içeren yazıları ile okurların karşısına çıkan Ahmed F.Yüksel, genelde beğeniliyor diyebiliriz. Biz kendisi ile mini bir söyleşi yaptık ve sorularımızın cevaplandırılmasını istedik.

Şimdi sizi onunla baş başa bırakıyoruz...

Ø  Mutluluk ?

İzafi

Ø  Evlilik.

Kutsal Kurum

Ø  Hedef?

“Ölmeden önce ölmek”

Ø  Çocuk?

Heyecan verici.

Ø  Amaç?

Her son yazımın, konuşmamın bir öncekine göre daha iyi olması,

Ø  Korku?

Vardı, bitti.

Ø  Hayat felsefeniz?

Önce karşımdaki.

Ø  Hayatta keşke dediğiniz bir şey var mı?

“Keşke şunu yapmasaydım, burada bir hata yapmışım.” diyebileceğim hiçbir şey yok. Her zerrede mutasarrıf olan Allah’a eş koşacak kadar saf biri değilim.

Ø  Hata?

Hata, insanları düzelten bir olgudur. “Beşer şaşar” derler. Hata yapmazsak yanlışı bulamayız. Ancak bazı üst düzey insanlar var ki, bu kavramı onlarla özdeşleştiremeyiz. Örneğin Efendimiz (s.a.v), O’nun için “şurada hatalıydı” diyebilir miyiz? Ben kendim için hatam yok derken farklı bir felsefenin yaşanışını kast ettim. Bu noktayı burada belirtmek isterim.

Ø  Aşk…

Cennetten bir duygu

Ø  İman

Kabul etmediklerini, kabul ettiklerin kadar değer verip sevmek ve seyretmektir.

Hoşça kalın…

(06-01-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

336- Hz. Musa’nın dileği

Allah, Hz. Musa’ya, kendisini göremeyeceğini söylemesine rağmen, Hz. Musa, O’nu yinede görebilmek için yakarır. Allah, ona dağa bakmasını söyler.  Hz. Musa dağa baktığında dağın un ufak olduğunu görür ve kendinden geçer. “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti, Musa da bayılıp düştü” (7-143) Dağ diye bildiğimiz, aslında bir atomlar yumağı ya da frekans okyanusudur. Her şeyde olduğu gibi dağda da sürekli bir hareket ve değişim söz konusudur. Bunun için ayette, Dağları yerinde durur görür, hareketsiz sanırsın, oysa onlar, bulutların geçişi gibi yürümektedirler.” (27/88) denir. Dağı Allah’a yakine ermiş bir gözle görmek demek, dağ şeklinin yok olduğunu görmek demektir. Bu idrak yakine ne kadar çok yaklaşırsa, varlığın yokluğu o derece aşikar olur. Bu, alıştığımız beş duyu sınırlarının dışına çıkmaktır. Yine Hz. Musa’ya ateşten ya da ağaçtan gelen Allah hitabı, “Ağaçtan şöyle nida olundu:
"Ya Musa, Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!..” (28/30)
 
aslında dıştaki ateşten değil, ateşin özünden, Musa’nın özünden, yani hem ateşin hem Musa’nın hem de her şeyin özü olan o Öz’den gelir. Yani Musa hitabı, dışındaki ateşten değil, kendi özünden duymuştur. Çünkü vahiy alan bir nebi, aslında aldığı vahiyde dışa bağımlı değildir. O halde O, dış ve iç ikiliğinden kurtulmuş, Tümel Tekliği idrake yönelmiş durumdadır. Bu konuda Cüneyd-i Bağdadi demiştir ki: “Otuz sene oluyor, ben Hak ile konuşmaktayım. Halk kendileriyle konuştuğumu sanıyor. Eymen vadisinde Gerçek, alemlerin rabbi Allah benim nidasını Musa peygamberin kulağıyla işitiyor. Sırrı söyleyen ve işiten yine kendisidir. Bizler, sizler, arada bahaneleriz.”

(09-01-2009)

(Korhan Koral)

337- Gündem

Türkiye’nin gündemi her gün değişir!

Çok ilginç bir coğrafyadır bizimkisi…

Her gün önünüze konan global ya da lokal bir kriz vardır…

Bazen suni, bazen doğal…

Hele hele Türk halkı, gündemi yönetmek isteyenlerin istemediği şekilde gündeme müdahale etmek istesin….

Seyreyleyin cümbüşü!  Manşetler hemen değişir… Gündelik dünya kaygılarını tetikleyip, halife insan olmak adına hissedilen, düşünülen veya ortaya konan her türlü davranış şekli unutturulur…

„Aman ekonomik kriz mi patladı, yok müdahale mi geldi“  v.s., v.s.

Tüm gerçekler bir günde sümen altı edilir;  bu ister Gazze gibi bir büyük dünya dramı olsun, ister sizin insan olma yönünde gelişmek adına  yaptığınız Öz’e yönelik çalışmalar olsun.

Kendinizi hergün değişen çılgın Gündem’e bırakırsanız, zamanla akıl sağlığınızda yani beyin kimyanızda değişimler başlar…

Çünkü Gündem,  „VAR’ı YOK, YOK’u VAR“ eder.

Gündem’in kancalarından kurtulmak ancak ve ancak onu izlerken, aynı zamanda insan olmanın getirdiği tüm kuvveleri tetikleyen mekanizmaları kendinizde çalıştırmakla mümkündür…

Bunun yöntemi de Yaratıcı tarafından Din’deki  ilahi hükümler ile insanlığa bahşedilmiştir.

Yeter ki kullanmaya muktedir olalım!

Bu nedenledir ki gelmiş geçmiş tüm evliyaullah ömrünün sonuna, gücünün yettiğine kadar bir gün bile ilahi hükümlerin dışına çıkmamışlar, son nefeslerine kadar ilahi hükümle emredilen çalışmaları bırakmamışlardır.

Yoksa GÜNDEM sizi her an yakalayabilir; ister Dünya, ister ülke, isterse kişisel gündeminiz olsun…

Efendimiz (s.a.v) Hadis-Şerif’te şöyle buyurmuştur:

"En hayırlı olan ve derecenizi en ziyade artıran, melîkinizin yanında en temiz, sizin için gümüş ve altın paralar bağışlamaktan daha sevaplı, düşmanla karşılaşıp boyunlarını vurmanız veya boyunlarınızı vurmalarından sizin için daha hayırlı olan amelinizin hangisi olduğunu haber vereyim mi ?"

"Evet! Ey Allah'ın Resûlü!" dediler.

"Allah'ın zikridir!" buyurdu.

Tirmizî, Daavat 6, (3374); Muvatta, Kur'ân 24.

(12-01-2009)

(Nilay Çakı)

338- İlke ve değer olarak inanç

Yorumun başlığından anlaşılacağı gibi, dinlerin ortak noktası olan inanç ve düşünce sitemlerinin, en fazla bir cümle içinde izah edilecek bir temele dayandırılması mümkündür. Bu kabulden yola çıkıldığında, bireyler söz konusu temelin kendine has bilgilerini değerlendirip oluşan fikirlere kabiliyet ve istidatları nispetinde bir anlam vermek suretiyle sonsuz yaşama adım atarlar.

Bu en büyük ve iddialı inanç-düşünce sistemlerinin temel kabulleri, onlara hem kapsama genişliği/rahatlığı hem de kudreti ve ikna gücünü sağlayacaktır.

Ne var ki iman-inanç noktasının belirli bir seviyede tutulması şartı aranır. Yoksa sistemin en kırılgan noktası, batıla hurafeye dönüş devam ediyor demektir.

İnanç dünyasında Allah adına konuşma yetkisi Rasullullah’a bizatihi verilmişse, bunu kuşkulu kılacak veya kabulünü gölgeleyecek, bulanıklaştıracak herhangi bir iddia, bireyleri “tepeden tırnağa” sarsar, buhranlara sokabilir.

Modern çağla birlikte uygulanan sindirme politikasıyla İlahi hükümlerin kabul görmüş biçimlerinin -namaz, oruç, hac, örtünme vs.- değişmesi ihtiyacını duyanlar, bunu asla sağlam bir gerekçeye dayandıramazlar.

Örneğin namazın, Türkçe sözcüklerle kılınışı gibi!

Hem de Efendimiz (s.a.s) açık açık “Fatihasız namaz olmaz” derken

Bunun ‘doğru’ ve yön verici olarak kabul edildiği iddiasının bile sağlam bir gerekçesi yoktur; ama bu tür söylemlerin ciddi bir tedirginlik yaratmayı başardığı da yadsınamaz.

İnanç dünyası bu ve benzeri girişimlerle yıkılmamalıdır, yıkılmayacaktır.

Unutulmamalıdır ki inanca bağlı değerler, insanı zirveye yaklaştırır.

Azami derecede iman bilgisine sahip olanların bundan sonraki aşaması ise, yakin elde etme yönündeki çalışmalar olmalıdır.

(15-01-2009)

(Ahmet F. Yüksel)

339- Demeyesin!...

Yıllar önce bir zatı ziyaret etmiştik. Sohbetimizde; "ALLAH İLİMLE BİLİNİR, BEDLE BULUNUR!" demişti. Zatın "Bed nedir?" sorusuna, topluluk içinde en hızlı cevabı veren bendim: "Yani sevmediğimiz şeylerle, belalarla bulunur Allah!"

Tespitime, bizi oraya götüren gönül ehli: "Demeyesin!" diye karşılık vermişti. Gerçek bu ise neden demeyecektim ki?

Bunu zaman içinde biraz acı, biraz zor gelişmelerle geç de olsa kavrayacaktım…

Sözler, canlı idi. Beyinde fiil ve düşünce ayrımı yoktu. Beyin için, içerisi, dışarısı ayrımı da yoktu. Her söz bir mana daveti, her davet bir oluşumun start alması idi… Bense o günlerde tasavvufu, sadece ilmi tespitler sıralamaktan ibaret sanıyordum…

Düşünce dünyama çok şey katan gönül ehli; ziyaret sonrası: "O belalarla Hakkı bulmuş olabilir, siz lütuflarla bulmayı talep edin! İlmini değerlendirin ama sakın haline özenmeyin, çünkü herkes herşeyi kaldıramaz" demişti…

Neyi, ne kadar kaldırabildiğim, nereme basılınca feryat ettiğim, zaafımın neler olduğu süreçlerle fark ettirilirken, "Demeyesin!" sözleri kulaklarımda çınladı ama artık nafileydi… Düşünmüş, dile dökmüş, davet etmiş ve yaşamıştım!….

Bilenler neden sükutu seçer, düşünün!...

Yaşayanlar, neden isteklerden uzaklaşır, düşünün!...

Daha çok ilim yerine, önce bildiği ile amel, sonra talep etmek neden önerilir, bunu da düşünün!...

Ve Kur'anda "KUL";DE Kİ şeklinde zahiren ifade edilen mananın aslında YAŞA Kİ anlamına geldiğini de dikkatle tefekkür edin!...

Bir gün konuşacak mecali kalmamayı, ağzını açamayacak hale gelmeyi istemiyorsanız, susun ve sadece yaşayın dostlar!..

Taleplerinizi, özentilerle değil, akıl- mantık ve ilim süzgecinden geçirerek çok dikkatli değerlendirin!.. Bela yollu yürümek de var, Lutuf yollu yürümek de….

Sabır isteyen sahabeye; "Belanı isteme, Allah'tan afiyet iste" şeklindeki Nebevi uyarı ne kadar anlamlı değil mi?...

Çok bilmek yerine, bildiği ile ameli öne alarak, talepsiz, akışa teslim olanlara selam olsun!

(18-01-2009)

(Mehmet Doğramacı)

340- Kadim vahylerin silik izleri

İslamiyeti bir emirler zinciri olarak görenlerle, gönülden gelen bir bağlılıkla, zorlama olmaksızın yaşanması gerektiğini söyleyenler vardır. Hua hu ching’deki şu satırlarda bir gerçek gizli olmasın?: “Yol’un saygınlığı varlıkların lütfuyla değil/ Kendiliğinden öyledir/ Yol’a saygı duymak ve erdeme değer vermek,/ Emredilmiş bir vecibe değil,/ Tabii bir durumdur.” Ancak bu tabi duruma perdeli olup içlerinde coşkuyu bulamayanlar için, idrak seviyeleri gereği, İslamiyet bir yaptırımlar bütünü haline gelir. İşte fark buradadır. Bu yaptırım zorunluluğu olmalıdır ki izafi nefs köreltilebilsin. Yine de aynı metinden, huşu haline örnek sayabileceğimiz şu pasajıları verelim: “Sıradan insana göre mabet kutsal olduğu halde tarla öyle değildir/ Bu ise hakikate aykırı olarak gelişen bir ikiliktir” “Ne ilahiler söylemek, bir fırtınanın uğultusunu dinlemekten/ Ne tesbih çekmek  nefes alıp vermekten daha kutsaldır/ Ne de dini kisveler, iş giysilerinden daha ruhanidir/ Tao ile yekvücut olmak istersen yüzeysel maneviyata kapılma/ Bunun yerine, sakin ve basit,/ Düşüncelerden ve kavramlardan uzak bir hayat yaşa/ Huzuru, tek gerçek güç olan anlama erdemini edinmekte bul” Tao te ching’de de şöyle denir: “Akıl ve duyguların karmaşasından azad olmak ve/ Tao ile yek vücud olmak için iki yol vardır:/ Birincisi kabul etme yolu:/ Herşeyi ve herkesi kabul ederek/ İyi niyetini ve dürüstlüğünü her yönde sebestçe yay/ Uyumlu birliğin bir parçası olarak herşeyi kucakladığında onu anlayacaksın/ İkincisi reddetme yolu:/ Etrafta gördüğün herşeyin ve düşüncelerinin/ Yanlış, yanılsama, ve gerçeğin yüzüne örtülmüş peçeler olduğunu fark et/ Birliğe, tüm peçeleri sıyırdığında ulaşacaksın/ Kendiliğinden, büyük birliğin farkına varacaksın/ Onunla bütünleşmeyi sağlamak için/ Mücadele etmen gerekmeyeceğini hatırla/ Tek yapman gereken, onun bir parçası olmaktır”

(21-01-2009)

(Korhan Koral)

341- Taşlaşan Joe
Kırk yıl hücre hapsine mahkûm Joe, günün birinde hücresindeki bir karıncayı, hapisten çıktıktan sonra para kazanabilmek için eğitebileceğini düşünmüş ve onunla kırk yıl boyunca uğraşmış...
Öyle ki karınca, kendisi ne  emrederse yapıyor: "Takla at!", atıyor, "amuda kalk!", kalkıyor. Joe,  "tamam" demiş, "çıkınca ben bu karıncayla köşeyi dönerim."
Tahliye günü, onu kibrit kutusuna koyarak en yakın bara koşmuş ve viskileri üst üste götürmeye başlamış.
Beş parasız ama, "hesabı getirdiğinde barmene karıncayı bir göstereceğim; dilini yutacak, bırak para pul istemeyi, üstüne para verecek!" diye düşünmüş.
Barmen hesabı getirdikten sonra bardakları yıkamaya devam ederken, Joe, gösterilerini yapmak üzere kibrit kutusundan karıncasını çıkartıp tezgâhın üstüne koymuş ve "bakar mısın?" demiş...
Sonra biraz daha yüksek sesle:
"Şu karıncaya bak!"
Barmen "Aah, afedersiniz, görmedim!" diyerek başparmağı ile karıncayı ezip omzundaki bezle tezgâhın altına süpürüvermiş.
O tarihten beri, barın aynı taburesinde taştan bir adam otururmuş. Adı: Joe...
Zavallı, onca yıllık emeğinin boşa gitmesinin şoku ile taşlaşmış ve öyle kalmış...
Geriye bakıldığında kimileri, karınca örneğinde olduğu gibi, yıllarca didinip uğraş verdiği, emeklerini yitirdiği olaylarla karşılaşabilir.
Sizden farklı olmayanlar da, daha toleranslı bir anlayışla karşılanır, aradan sıyrılır gider.
Bu, sonuçta ‘takdir’ meselesidir.
Yaşam kulvarında bu insani ilişkilerden ders alıp, hataları tekrarlamadan, bazı mesajların değerlendirilebilmesi şarttır.
Haliyle, hikâyenin kahramanı “Joe”nin pozisyonu, bizim için güzel bir örnek teşkil ediyor
.

(26-01-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

341- ADAMKADINKADINADAM’IN DAĞILIŞI

Bir Adam vardı. Ve bir Kadın vardı. Adam, Kadının yanına vardı. Adamvekadın oldular. Adam, Kadının elini tuttu. Adamkadın oldular. Önlerindeki yolda yürümeye koyuldular.

Adamkadın’ ın ardında tüm dünya el ele tutuştu. Ama Kadınadam bunu görmüyordu. Önlerinde her şey bir bir ayrı iken, onlar geçtikçe bir Bir oluyordu. Ellerindeki sevginin ateşi ardındaki her şeyi birleştirdi. Şimdi her şey Herşey’ di.

Yazık ki gözleri, geride kalan güzelliği görmedi. Anlamadılar. Bilemediler. Ve tartıştılar. Ve Kadın, Bir’den elini çekti. Adamı terk edip gitti. Dün/yanın yarısı Kadınla gitti. Dünyaları dün oldu. Adam yıkık, Adam yenik… Adam, Kadının ardından bakakaldı.

Ve Adam geri döndü. Ama artık gerideki her şey ayrı, gerideki her şey yarımdı. Onlar, Herşey’ i hiç tatmadı. Tatsalar ayrılmazlardı…

Adamkadınkadınadam’ dan geriye kala kala küçük birer adam ve kadın kaldı.

(28-01-2009)

(Korhan Koral)

342- Cehaletten kurtulmak

Toplumsal yaşantımızda son dönemlerde, özellikle mistisizmin bilimsellikle bağlantı noktasında yapılan açıklamalar, beni bir değerlendirme yapmaya adeta zorladı. Çünkü bazı kimseler gelişi güzel bilgiçlik taslarken cehaletlerini ortaya koyuyorlar.

Fahiş hatalara düşüyorlar.

Önce şu ayrımı yapalım:

Genelleme yaparak söyleyelim; tasavvufla ilgilenmek kişiye “sufi” niteliğini kazandırmaz!

Dinle uğraşan her insan, tasavvufla uğraşıyor değildir.

Hele otorite hiç olamaz.

Böyle bir uğraşı ayrı nitelikler, erdemler, ortamlar gerektirir. Hatta daha da ileriye gideyim, bazı gerçekçi yaklaşımlar, konunun iyi bilindiğini, uzmanlığını göstermez, kanıtlamaz.

Haliyle, kendi kendine yakıştırılan sıfatlar, orijinleri ile benzerlik gösterse de iyi gözlemlendiği takdirde, bilgi ve yaşam boyutunun farklılığı açık ve net bir şekilde hissedilir.

Dolayısıyla, iyi bir eğitmen, bilgi aktaran, bilgi üreten kişi olmakla beraber, yaşam kapılarını açan, en azından yardımcı olmaya gayret eden kişi olarak temayüz eder. Gerçek bir eğitmen, tam anlamıyla ‘Bilge”sıfatı ile anılmalıdır.

Bilge kişi, mistisizm alanında bir önder ve otoritedir. Yalnız ilmi ile değil, davranışları değer yargıları, konulara yaklaşımdaki titizliği, taviz vermeyen görüntüsü, yeri geldiğinde engin hoşgörüsüyle insanlara örnek olur.

Şu noktayı iyice vurgulamak isterim: İnsan yetiştirmek sadece bilgi aktarmak, belleklere bilgi doldurmak değil, saydığım niteliklere de haiz olmakla elde edilir.

Bilge, hiç kuşkusuz görüşlerini, yaptığı araştırmaların sonuçlarını, tüm İslâm âlemine açıklamak zorundadır. Sonucu önceden belirlenmiş, tekrar şeyler onun belleğinde yer almaz.  Böylesi bir davranış bilgeliğe yakışmaz.

Hatta bu tür davranış avam türündeki insan kişiliğinde bile sırıtır.

Bilge kişi nesnel ( objektif) davranır. Klikleşme, arkadaş ve yandaş kayırma gibi çalışmalar içinde olmaz. Onun için gaye, paylaşım içinde bulunmaktır. Bu temel amaç bir yana itilerek, kişisel güdülerin,heveslerin ön plana çıkarılması bu tür mahallerin itibarını zedeler.

Bilge kişiler, bütün bu konumları dikkate alarak hem kendi saygınlığını hem de İslam’ın saygınlığını düşünerek yaşar. Kimileri bana için için kızıyor, ama bir görüşümü yineleyeceğim!

Yaşadığımız boyutun temel sorunu, bu tür kişilikli insanların eksikliği, olanların da kıymetinin bilinmemesidir.

(31-01-2009)

(Ahmet F. Yüksel)

343- Michael Phelps neden esrar içiyor?

Çocukken öğretmeni annesine, Michael Phelps hakkında şunları söylüyordu; Bu çocuğun önemli ölçüde dikkat eksikliği var. Dersleri dinleyemiyor, yeterince çalışmıyor, gayret göstermiyor. Bu çocuktan bir gelecek beklemeyin. Bu durumuyla başarılı olamaz.

Beyin ön bölgesinin artan duyarlı çalışma özellikleri, MP’in dikkatini yeterince toplayamamasına neden oluyordu. Spor ya da düzenli fiziksel egzersiz, beyin ön bölge duyarlılığını azaltıcı etkisiyle MP’in iyileştirilmesinde önemli katkıları oldu. Başarıya olan inancın yarattığı plasebo etkisiyle daha iyi duruma gelen beyin çalışma özellikleri sayesinde MP spor alanında dünyanın en başarılı ismi oldu.

Ancak yaşanan son olayla birlikte sporun tek başına yeterli olmadığı görülmektedir.

Esrar vb. uyuşturucu maddeler, duyarlı olan beyin ön bölge çalışma özelliklerini, arttırdığı dopamin ile geçici olarak düzelterek kişide bağımlılık yaratır. Başka bir değişle bağımlılıkların ya da uyuşturucu madde kullanımının nedeni, duyarlı olan beyin ön bölge çalışma özellikleridir.

Beyin ön bölgesinin insana sağladığı belki de çok daha önemli bir özelliği, akıldır. Beyin ön bölge potansiyelini yeterli düzeyde kullanamayarak dikkat eksikliği yaşayan MP, aynı zamanda akıl özelliklerini yeterince kullanamayarak esrara yöneldiği anlaşılmaktadır.

(02-02-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

344-Şeytani Bir Vasıf: Olumsuzluk

John Milton’un dediği gibi, “Zihnin kendine göre bir yeri ve ayrı bir tutumu vardır. Cehennemi cennet, cenneti cehennem yapabilir.” Sawami Rama’da “Şeytan diye adlandırdıklarınız sizin birer parçanızdır. İnsan zihni muhteşem bir sihirbazdır. İstediğinde hem şeytanı, hem de ilahi bir varlığı kendinde biçimlendirebilir. Muazzam bir düşman, ya da muhteşem bir dost olup bize cennetin ya da cehennemin kapılarını aralayabilir. Beşer varlığına yerleşen en büyük şeytan, olumsuz bir zihindir. Olumsuzluğun şekil değiştirmesiyle olumlu ve meleklere özgü şekiller görünür. Cenneti de cehennemi de zihin kendisi yaratır.” der. Olumsuz zihnin dayanağı şeytan ise, “insanlar üzerinde zorlayıcı gücü olmayan” (34/ 21), sadece vesveseye sürükleyen ve zihinlerde gerçekle gerçek dışını karıştırttıran bir manasal güçtür. Zira, “Benim kullarım üzerinde senin tahakküm kudretin yoktur. Ancak, sana tâbi olmuş azgınlar hariç.” (15/42), “Doğrusu iman edenler ve rablarına güvenenler üzerinde onun tasarrufu yoktur. Onun tasarrufu ancak kendisini dost kabul edip böylece şirk içinde olanlaradır.” (16/99,100) denir. Öyleyse şeytan, insan boyun eğip düşünce formunu olumsuzlaştırmadıkça, insanı etkisi altına alamaz.

(06-02-2009)

(V. Korhan Koral)

345-Fink atmak

Ülkemiz bugünlerde, Avrupa birliği sürecine ayak uydurmayla gerçekleştirilen önemli reformlara rağmen, bazı sorunların çözümü yolunda- türban gibi- hâlâ ciddi yapısal sorun ve engellerle karşı karşıya bulunmaktadır.

İnsanların kendi tercihlerini kullanmaları, malûm çevrelerce “gericilik” olarak nitelendirilmekte, İran ve Malezya örneklemeleriyle toplum adeta zorla ikiye bölünmektedir. Bu nedenle, özgürlük adına yapılacak işler arap saçına dönmekte ve gerekli adımlar bir türlü atılamamaktadır.

Bu tartışmalar, bizim ülke bazında bazı yerlere neden gelemediğimizin ve asla gelemeyeceğimizin çok açık ve net bir göstergesidir.

Çoğunluk haklı olarak –makul ölçülerde- inancını veya özgürlüğünü savunmak isterken, karşı taraf, tarihte görülmemiş bir pişkinlikle, hatta işi zorbalığa vardıracak nitelikteki tavırlarıyla meydan okumakta ve toplumsal bir kargaşaya adeta davetiye çıkarmaktadır.

Günümüzde herkesin dilediğini yapabilmesi, kendisi gibi düşünenleri yandaş kabullenmesi mantıklı olan bir davranış biçimidir. Ne var ki, olmayan yerden ateş çıkartma heveslerine girme arzusu, bu ülkeyi gönülden sevmekle bağdaşamaz.

Geriye dönüp baktığımızda, bu hususta aldığımız mesafe oldukça şaşırtıcıdır diyebilirim.

Peki, her şey değişebilir, bir düzene girer mi?

Bu soruya verilecek cevap biraz da inanç sistemine bakmakta, hükümlere uymakta yatıyor. Ama sistemi dikkâte almayan yanlı taraf, bu konuya hiç yaklaşım yapmıyor.

Dini adeta dışlıyor.

Siz, “Allah’ın emridir” diyeni gördünüz mü hiç?

Mümkün değil.

Değerli dostlarım!

Bu insanlar gerçekten ne yaptıklarını bilmiyorlar. Hiçbir uyarıcı/caydırıcı müdahaleyi kabullenmeden bu noktaya kadar geliyor, inat ediyorlar....
Ve bu oyunu istedikleri biçimde sürdürüyor... Açıkçası, fink atıyorlar...

(08-02-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

346-Brodman 10

"Kesinkes ben, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a tevekkül (hakikatimdeki El Vekîl isminin gereğini yerine getireceğine iman) ettim... Hareket eden hiçbir canlı yoktur ki onun "Bi"nasiyesinde (alnında olarak) tutmuş olmasın (Fâtır'ın beyni programlaması) (lafında kalanlara göre: Hükmüne boyun eğdirmek)... Muhakkak ki benim Rabbim sırat-ı müstakim üzeredir." (Yansımalar, “B” kapsamında Kuran’a bakış, Hud 56.)

Üstad, son eserinden alınan bu ayeti, Yenilen! adlı kitabında şu şekilde açıklıyordu.

Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan; Alnında-alnının arkasındaki beyninde- açığa çıkan, esmâ terkibinin oluşturduğu program onun Rabbıdır. Çünkü onun varlığı, kendisinin rabbı olan esmâ terkibinin tabii sonucudur.

Günümüz bilimsel verileriyle alın bölgesi, beyin ön bölgesi, insanda akıl özelliklerinin oluşumunu sağlayan beyin bölümüdür.

Allah, akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır. Hz.Muhammed(sas)

Ayette kafa, kulak, beyin ya da şakak sözcükleri geçmiyor. Özellikle alın sözcüğünün seçilmesi, bölgenin değerini ifade ediyor. (Yorumu tut-çek biçiminde ifade eden kimi meallerde alın yerine perçem sözcüğü kullanılıyor)

Bir de alnın, 2 cm. çapındaki, tam orta bölgesi var. Secde anında alnın temas ettiği bölge…

Beyindeki izdüşümü Brodman 10.bölge olarak bilinir.

Beyin ön bölgesi genel anlamda insanlarda, hayvanlara göre çok daha belirgin gelişim göstermiştir. Ancak en çok farklılık gösteren bölüm Brodman 10’dur. Bu nedenle nöropsikiyatride insan beyin evriminin anahtar bölgesi olarak düşünülür.

İnsan beyninde en az bilgiye sahip olunan bölüm, Brodman 10’dur.

Eldeki bilimsel veriler sağlıklı insanlarda, satranç gibi oyunlar sırasında, rakibin sonraki hamlesini tahmin etmek için düşünenlerde bu bölgenin aktif olduğunu, bu şekilde düşünmeyenlerde etkinliğin gözlenmediğini(soğuk olduğunu) belirtiyor. Ayrıca kimi akıl hastalıklarında işlevsel bozukluğu olabileceği düşünülüyor. 

Beyin ön bölgesi, diğer beyin bölgeleri ve iç organlar üzerine olan kontrol etkisiyle beynin beynidir. Brodman 10, beyin ön bölgesinin çatısıdır. Bu durumda, Brodman 10’u nasıl adlandıracağız, siz düşünün!?
(11-02-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

347-Futbol Yok Fanatizm var!

Bir futbol sezonunu daha devam etmekte ve  birçok kez gündem futbola kitleniyor. 7’den 70’e herkes futbolla ilgileniyor. Toplum olarak futbola ciddi bir enerji harcadığımız ortada fakat maalesef futboldan anlamıyoruz. Futboldan çokta aslında futbolla gelen fanatizme müptela olanlar çoğunlukta ve fanatizme bulanmış futbol satılıyor. Futbolu idrak ise sonuç odaklı. Kaybedenlerin sığınacağı limanda hazır, hakemler. Ortaya çıkan tablo ise 2000 kişiyi koruyan 4000 polis. (FB ve GS derbi maçlarında olduğu gibi.)

Adı derbiol olan fakat güzel futboldan eser olmayan maçlar...

Sadece fanatizm ile dolu maçlar...

Sahada da ciddi bir futbol 90dakikanın  kaç dakikasında var ki?...

Fanatizmi körükleyen basından, klüp yetkililerine kadar herkes bu sonuçtan sorumlu. Yani futbolun fanatizme mahkum edilmesi yanlışına...

Tesadüf aynı hafta İngiltere'de, İspanyada de bir derbi olsa. İşte orada sadece futbol vardı. Oturarak statta maç seyreden seyirciden sahada futbol oynayan oyucuya kadar. Tel örgüsüz bir statta futbolun güzelliklerini seyretmek.

Şunu da söylemek gerek, hep  yerli futbolculardan kurulu büyük takımlar övülüyor. Gözden kaçan ise büyük takımlarda oynayan yerli futbolcuların çoğunun 3 büyüklere özellikle de FB’ye transferiyle kendi kafasındaki misyonunu ve vizyonunu tamamlamış olması. Özellikle 3 büyük takıma gelen yerli futbolcuların kısa sürede sönüp gitmeleri bunun göstergesidir. İngiltere’de,İspanya’da, İtalya’da futbol oynamak çoğunun vizyonunda bile yok. Hele dünya futboluna kalıcı bir katkıda bulunmak rüyalarından bile geçmiyor.

Burada eleştirilmesi gereken çok yabancı oynatan FB değil, FB takımında kalıcı olamayan bahsettiğim futbolcu zihniyetidir. FB son yıllarının yıldızı olarak görünen Tuncay bile İngiltere ligine gidince oynayabildiği takım az şekerli.

Son yılların Avrupa'da bende varım diyen ve Türk futboluna katkıda bulunan 2 futbolcuyu görmeden geçemeyiz. Tugay ve Nihat. Özellikle Nihat!ın her gittiği takımı İspanya liginde Real’in ardından 2. yapması gol krallığına oynaması ve maçta gösterdiği performansı takdire değer seviyede idi. Tarih yazdı. Profesyonel ve amatör her futbolcuya örnek gösterilebilecek bir oyuncu olarak görüyorum kendisini.

Fanatizmin olmadığı aklın ortaya çıktığı bir futbolu sahalarımızda görme dileğiyle.

(14-02-2009)

(Dr. Turhan Doğan)

348-Bu kimin savaşı?

Bizler ilmin ışığında aydınlanma gayesi içindeyiz….

Lakin yaşadığımız dünyada sapla saman, akla kara birbirine fena halde karışmış durumda.

Irk, din ya da milli menfaat adına kendini haklı gören  “Beyaz bir sayfa  için KARA eylem” peşinde…

Misaller; hemen yanıbaşımızdan ve global dünya şartlarından:

Bir yönetim sistemini muhafaza etmek adına din ve vicdan hürriyetine saldıranlar;

Din adına insanların hayatına kast etmeyi cihad’dan sayanlar;

Milli menfaatler adına, toplumları birbirine karşı kışkırtanlar;

Alternatif teknolojinin varlığına vakıf olduğu halde, mevcut ilkel teknolojisini koruyarak aşırı kar üzerine kurulu kapitalist düzeni için, bir milleti boğazlamak üzere potansiyel doğa rezervlerinin olduğu topraklara saldıranlar…

Say, say bitmez! Hem mikro, hem makro perspektifle yaşadığınız dünyaya bakın, artık inandığı doğrular için, evrensel olarak yanlış adledilen eylemleri de ortaya koymayı kendine hak sayanlar çoğunlukta…

Bazen sistemin işleyiş prensipleri sizi, haksızlık yapılan yerde Hakk’ı savunmak zorunda bırakır.  Haksızlık kime yapılıyor olursa olsun, eğer ardında “Evrensel Değerlere” saldırı varsa, o an Sistem'dir önemli olan, Din'dir.

Böyle zamanlarda akıl ve imanı kendimizde bulabilmeliyiz.

Hak adına hareket edeceksek, tüm "kişisel değerlerimizi;  kişisel yargılarımızı" bir kenara bırakıp ve hatta feda edip  Hakk'ın düzeninin savunucusu olmalıyız.

Bu savaş, dışımızdaki Yahudi ile Müslüman’ın, Ermeni veya Rum ile Türk’ün, Dinsiz ile Dinci’nin savaşı değil!

Bu içimizdeki  İyi (Hakk İsimler) ile Kötü’nün (Hak isimlerinden noksan olanın) savaşı…

Bu nedenle dışımızdakileri ırk, din, milliyet veya ortaya koyduğu yaşam şekline ya da bireysel manada yaptığı eylemlere göre fişlemek yerine,

içimizden seslenenin “iyi” ya da “kötü” mü olduğuna doğru karar verelim…

Her daim İyi’nin sesini duyabildiğimizde, “Yolun Yolcusu” olduk demektir…

Ve YOL o zaman ilmin ışığında aydınlanıp, kendiliğinden bize görünecektir…

Selam ve dua ile,

(17-02-2009)

(Nilay Çakı)

349-Nefis Azgın Aslan Gibidir

Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktadır. Ormandaki tüm hayvanlar, korku içindedirler. Böyle yaşamaktansa bir çâre ararlar. Düşünür, taşınır, aralarından bir heyet seçerek arslana gönderirler:

-Ey ormanlann şahı arsl., hergün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun. Buna bir diyecegimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen tahtında otur, biz, sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin. Böylece, biz de sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz, derler. Bu teklif arslanın hoşuna gider. Kabul eder. Artık her sabah bir hayvan arslana teslim olmaktadır.

Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir, fakat o ağırdan alır.  Hayvanlar:

-Eh ne yapalım, kısmet böyle. Çoğumuzun rahatı için birimizin ölmesi gerek. Haydi vakit geçirmeden yola düş. Arslanı kızdırmayalım, derlerse de tavşan işi yavaştan alır, pek aldırmaz görünür. Hayvanlar telaş içindedirler. Nihayet yalvara yakara tavşanı yola düşürürler.

Tavşan, kayıtsız, seke oynaya arslanın huzuruna gelir ama, vakit de bir hayli ilerlemiştir.

Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer;

-Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?

Tavşan, yalancı bir telaşla terlerini siler, boynunu büker:

-Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim. Sabah erken yola çıktım ama, diger bir arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya kadar neler çektiğimi bilemezsiniz!

Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur:

-Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o çabuk söyle?

Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı över, böylece arslanın haysiyetini gıcıklar. Arslan dayanamaz:

Düş önüme göster bu alçağı, der. Yola düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına getirir:

-İşte sultanım, bu kuyunun içinde. Bakınız nasıl da kurulmuş.

Arslan, hırsla kuyunun içine bakar. Suda kendi aksini görür. Hırlamaya başlar, kuyudaki görüntüsü de hırlar. Tavşan fırsatı kaçırmaz:

-Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da meydan okuyo!.

Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner. “Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu...”  diye mırıldanır, ardından da: Gümm! diye kuyuya atlar.

Herşey bitmiştir artık... Tavşan yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşu müjdeler.

Hz. Mevlânâ şöyle ekler:

Ey kişi, Sen bu dünya kuyusunun dibine, hırsla tamahla atlamış, mahpus bir arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş... Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin”

(20-02-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

350-Yazmak isteyenlere…

Bu yorumu yazmamın nedeni, yazma hevesi içinde olanlara yardım etmek.

Bir metnin oluşmasında, şekillenip gelişmesinde, daha yetkin bir düzeye erişmesinde, yazanın kendi fikirleri kadar, topladığı dokümanların da çok iyi olması gerekir ki, yazıya katkısı olsun. 

Yazının paragrafları birbiri ile bağlantılı olmalı ki, bütünlük kaybedilmesin

Dikkât ediyorum, bazen bilinçli şekilde, bazen de el yordamıyla ortaya çıkan yazılar var.

Akıcı, kendine has bir rengi olan, okuyanı çekip götüren, bilgilendiren makalelere rastlamıyor da değilim.

O zaman kendi kendime hayıflanıyorum. Neden ben böylesine güzel yazılar yazamıyorum!

Ama bazen de o kadar çapraşık, “içinden çıkılmaz” olanlara rastlıyorum ki, bu daha yazının başlarında belli oluyor. Okur, ister istemez onu hemen terk etmek zorunda kalıyor.

Kuşkusuz; kitap okuma alışkanlığı bulunmayanların yazacağı makalelerin bir anlam taşıması pek mümkün görünmüyor.

Çünkü kısa yoldan düşüncelerini kâğıda dökmek ve yazar olmak istiyorlar.

Dayanılmaz bir arzu ile yazıyorlar.

Sonuç, tam manası ile fos çıkıyor

Oysa bir makalede önce, “noktalama işaretlerine, satır araları boşluklarının düzenine” azami dikkat gösterilmeli.

Paragrafın devam edeceği yerde bir bakıyorsunuz, satırbaşı yapılmış. Anlam bütünlüğü tesis edilemeden konu kayıp gitmiş. Ara ki bulasın. Okur, bunun farkında olana dek yazı bitiyor.  

Bu durum haliyle, yazının rengini bozuyor, “okurun okuma hevesini kırıyor”.

Anlayacağınız, dipten dolma üç-beş lafla yazar olunamıyor.

(23-02-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

351-Razı Olmak

Ne yazıkki, “İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona sevinirler. Ve eğer, yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelse hemen ümitsizliğe düşerler..” (30/36) ayetinde de üzerinde durulduğu gibi, insan olumsuzluğa ve dolayısıyla şeytana meyilli bir tabiata sahiptir. Bununla birlikte, bilinmelidir ki “(Allah) dilediğine ve takdir ettiğine rızkını artırır. De ki: " Ey nefslerinin aleyhinde haddi aşan Allah kulları! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!. Muhakkak ki Allah, bütün günahları mağfiret eder(bağışlar). Şüphesiz O, Ğafur ve Rahîm'dir.” (39/52-53) ayeti ve benzer ayetler hükmünce insana düşen ümitsiz olmamaktır. Burada Allah’ın dilediğine ve takdir ettiğine rızkı artırması, kişide rızkının artırılmayacağının dilenmiş olması ihtimalini uyandırmamalıdır. Zira Allah’ın bunu takdir etmemiş olması bile, ayetin sonuda Allah’ın Gafur (bağışlayıcı) ve Rahim (esirgeyen) isimlerine atıfta bulunulmasından da anlaşılacağı gibi, kulun gelişimine, yani Rahmete yönelik bir takdirdir. Kula düşen, takdirindekini bilmediği için devamlı istemek ve verilmediğinde, ileride verileceğini ummak ya da bu verilmeyişin de Rahmetten olduğunu idrak etmektir. Bu durumda isteyişi, zoraki, ille de olacak tarzında bir isteme olmaz; ve böyle bir isteyiş, kula da yük olmaktan çıkar. Aksi hal kulu isyana ve Allah’tan, kendinden, yaşamından hoşnutsuzluğa sürükler.

(26-02-2009)

(V. Korhan Koral)

352-İyi konuşmak isteyenlere…

Hitabet sanatı, toplumda çok az kimseye nasip olmuştur diyebiliriz. Etrafımıza baktığımızda bunu görmemiz mümkün.

Çünkü irticalen konuşana pek rastlanmıyor. Bu kıymetin farkına varan, bilinçli şekilde “Allah vergisi yeteneğini” daha da arttırmaya özen gösteriyor.

Yeri geldiğinde ince detaya girmeyi biliyor. Fuzuli olanları ise pas geçebiliyor.

Dinleyici ile gizli ittifaklar kurmaktan çekinmiyor.

İyi bir konuşmacı; olup bitenin ertesi gününde ve devamı olan günlerde anlattıklarının yansımalarını yaptırabilen kişidir.

Söylemlerinde saplantılara takılıp kalmaktan ziyade, en uyumlu tavırları, cümleleri kurmayı, seçmeyi iyi bilir.

Kimliğinin niteliklerini taşıması, inceliklerini ortaya koyması, detaylara inebilmesi, bu alanda geçerli olan her türlü eleştirileri büyük bir hazımla karşılayabilmesi ve buna işaret eden bir ‘üst dil’ kullanması ile özelliklerini fark ettirir.

Şayet dinleme akabinde soru sorma imkânı tanınmışsa, ikna edici yanıtlar vermeyi de bilir. Alelacele, geçiştirme yönlü yanıtlar verilmesi hiç yakışık olmaz.

Bu tür yaklaşımlar daha çok, konuşmacının kendini beğenmişliğinden, umursamazlığından kaynaklanır.

Bu tavrı benimsemiş ise, çağdaş ‘konuşmacı’ niteliklerine sahip olmasının imkânı yoktur.

Soranın tatmin edilmesi, verilen yanıtlarda kapalı bir tarafın olmaması gerekirken, hiç ilgisi olmayan bilgilerin büyük bir keyifle, ‘nasılsa hiçbir şey bilmiyor’ edası ile aktarımı hiç de etik olmaz.

Tabi bu durum, yanlış değerlendirmelere yol açar.

Mademki sokakta ‘başıboş gezen biri’ olmadığını iddia ediyor, o takdirde samimiyetle yönlenen toplumun anlayışlarına göre yanıt vermesi de gerekir.

Yunus Emre, dizelerinde bu noktaya atıfta bulunarak şöyle diyor:

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı.

İyi konuşmalar dileğiyle…

(02-03-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

353-Sesler

Etraftaki sohbetlere, söylenenlere, yazılan çizilenlere iyi kulak kabartmak lazım.

Hele ki konu DİN ise gerçekten seçici olmak lazım.

Din ile ilgili her türlü sohbet ve yazışma ortamında, fikirlerin üstünde oturması gereken baz; Kur'an-ı Kerim ve Efendimiz'in (s.a.v) "hadis ilmi" dir.

Malum, bugün artık internet ortamı herkesin fikrini beyan etme, referansı olsun olmasın, ifadelerini özgürce ortaya koyabilme ortamıdır.

Hani bir açıdan bakıldığında müthiş bir özgürlük iken, öte açıdan oldukça tehlikeli sular haline gelmektedir internet denen sanal dünya.

Çok seslilik güzeldir ama TEK SES'in değişik tınılardaki yankısı halindeyken...

Koro en zevk veren sestir, kakofoni olmamayı becerebildiği andan itibaren.

İlham ile hareket eden bir sürü ses kendince ortaya bir tını çıkarmaktadır; yalnız, bu noktada dinleyenler için seçici olma ve TEK SES'i duyabilmek için kulakları iyi açma, tınılardan kopup gelen notaların TEK SES'e ait olup olmadığını iyi algılama zamanıdır.

Abdûlkerîm Ceylî Hazretleri, İnsan-ı Kamil adlı eserinde özellikle yolun başında olanlar için geçerli olan "İlham" bahsini şöyle ifade etmiştir:

" İlham, daha ziyade işin başında olanlar içindir.. Bir müptedinin, henüz işin başında olanın, ilhamla amel etmesi, ancak ayet veya hadise dayandıktan sonra olur..

Âyet ve hadiste şahitleri bulunursa.. İlâhi bir ilham vasfını alır.. Âyet ve hadiste onu teyid eden bir mana olmadığı takdirde; İnkâr etmeden durmak, beklemek lâzımdır.. Daha önce de izah edildiği gibi.. Burada, durmanın faydası; Şeytanî bir şey olup olmadığını tam olarak tesbit edebilmektir..

Öyle ya; Şeytan müptedi olanın, henüz işin başında duranın kalbine bir şey atar ve onun ilham olduğunu anlatmaya çalışır.. Durup düşünmek gerekir ki; böyle bir şey olup olmadığı sezile..

Bu arada, tam ve katıksız bir yönelişle, Allah-ü Teâlâya yönelmek icab eder.. Usulüne edebine, erkânına göre, ona tutunmak gerekir..

Taki; O âyet ve hadisle teyid edilemeyenin ne olduğunu Cenab-ı Hakk kendisine bildire.."

(http://www.okyanusum.com/insanikamil2.html)

Okurken tek referans noktası Efendimiz'in (s.a.v) İLMİ olmalıdır. Efendimiz'in hizmetkarı gelmiş geçmiş tüm İlim Sahipleri O'na yöneldikçe ve yönlendirdikçe referans noktası olabilmişler ve algılandıkları zamanın kitleleri tarafından takip edilmişlerdir. Onlar Efendimiz'in (s.a.v.) İLMİ'nin zamanlarına "YANSIMALARI"dır.

Ben ve benim gibiler için - henüz AKIL seviyesinde takılı kalmışken- yapılabilecek tek şey, o AKLI  güvenilir kaynaklar ile aktif halde kullanabilmek ve mümkün olduğunca henüz Mülhime girdabında olabilecek diğer akıl sahiplerinden gelecek mesajları "asıl kaynak" ile eşleştirmektir. Eşleşebiliyorsa ne ala? Yok, ortada tezat veya şaibeli bir durum varsa, o mahali terk etmek bizler için en iyi tercihtir.

Buraya kadar yazılanların hepsi kendi kendime uyarı ve hatırlatmadır...

Her zamanki gibi paylaşmak istedim, belki faydası dokunur diye...

Selam ve dua ile.

(04-03-2009)

(Nilay Çakı)

354-Şey Değil Şeye Verilen Mana

Kur’an’a göre şeytan da bir melektir ve melekler, bilinçli manasal terkipler olarak insan zihninde de oluştadırlar. Cennet ve cehennem ise, bu alemin özünde, hali hazırda varlığını sürdüren ve hatta bu alemin algıladığımız fiziksel varlığını oluşturan mana aleminin halleridir. Ölüm ötesinde bu mana alemine karıştığımız için cennet ve cehennem aşikar hale gelir. Her şey aslında insanın düşüncelerinde, nesnelere ve olaylara verdiği anlamların kendine dönen duygusal yansımalarında gizlidir. Zira aslında nesne ve olaylar da esma ve mana aleminden gelen bir yansımadır ve insan zihninde tekrar manasal bir terkip halini alır. Ancak zihnin şeye verdiği mana önemlidir burda, şeyin kendisi değil; çünkü, daha derin tabakada yer alan, manasal alemdir. Yani önemli olan dışsal etki değil, ona verilen içsel tepkidir. Taoizmin ifadesiyle, “Bütünlük ve erdemi içlerinde geliştirenlerin/ Yaşamda zorluklarla karşılaşmayacakları söylenemez/ Sadece onların, zorlukların ölümsüzlüğe giden bir yol olduğunu anladıkları,/ Güçlüklere karşı neşe içinde davrandıkları söylenebilir”

(07-03-2009)

(Korhan Koral)

355-Tesettürdeki Tavır

Örtülü bir kadın, şayet tesettürü farklı bir ‘boyut’ arama, şık ve kaliteli kıyafetler kullanarak kendini yükseltme, değerini arttırma şeklinde görüyorsa, bu husus hemen mercek altına alınarak ona gösterilen tutum ve tavırlar bir anda değişir, farklılaşır.

Saygınlığını kaybeder.

Çünkü teorisi pratiğe/yaşama uymamıştır.

Niyet bozuktur.

Tesettürü sadece kişisel yönlerle seçtiği belirlenerek kendisinden uzaklaşılmasına neden olur.

Ancak örtülü bir bayan, adetten düşerse bu kez başını açmakta serbesttir.

Ne var ki, gerek inançlı toplumda gerekse onlara dışarıdan bakan toplumlarda anlayış tamamıyla farklıdır.

İmanlı topluma göre genç ve yaşlı iken tesettür gereklidir.

Dışta kalanlara göre her iki halde de gereksizdir.

Çünkü farklı bir âlemin getirilerini hiç düşünmezler. Sadece her yere rahatça girip çıkabilmeyi arzularlar.

Temkinli davrananlar, kendileri gibi yaşam sürmeyenler ise şaşırmış durumdadır.

Bu durum da bir hayli enteresan ve ayrıca dikkât çekicidir.

Ne var ki yapılan her eylem, Allah Resulü (s.a.s) tarafından belirlenmiştir.

İnfial için bir neden olmadığı gibi, sisteme tabi olmadan yaşayan tek bir Allah’ın kulu dahi bulunmamaktadır.

(13-03-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

356-Adım Adım Evrimleşme

Evrimle ilgili konulara belirli süreçlerde değinmiştim. Şimdiki yönlenişlerim yeni sayılmaz. Çünkü değişime, mutasyona inanmış biriyim.

Her yeni tecelli/oluşumla beraber yaşadığımıza göre, evrim olayının yeterince algılanmadığını veya yanlış değerlendirildiğini düşünüyorum.

Bırakın insanın maymundan gelmesi prensibini, bugün Allah Rasulü (s.a.s) tarafından “en büyük ibadet” diye tanımlanan zikir türü çalışmanın dahi insan beyninde yaptığı gelişmeyi dikkâte aldığımızda, tarih sürecinde evrensel tesirlerin hem maddi hem de manevi alanda büyük farklılıklar meydana getirebileceği neden düşünülmesin ki?

Evrime duyulan kuşkuda, elbette bu hatalı yorumların, sistemi okuyamamanın rolü büyüktür.

Ayrıca, evrim teorisinin kurucusu Charles Darwin dâhil, hiçbir bilim adamı insanın maymundan geldiğini iddia etmedi.

Sadece “canlılarda mutasyon” vardır dedi. İnsan ve maymun ortak bir atadan evrimleşti felsefesini öne sürdü ki, bu husus bana göre doğrudur.

Çünkü, kendi ruhunu üreten ve evrenselliğin aynası, halifesi olan insanın gelişim koşulları söylenileni teyit ediyor.

Enteresandır, bütün mesele de insanın bir hayvandan geldiği şeklinde dolaşan anlamsız bir ifadede yatıyor ve bu çok rahatsız edici geliyor.

Ancak ne hikmetse, aynı insanoğlu ileriye dönük hiçbir faaliyette bulunmuyor.

Aslını, hakikâtinin ne olduğunu araştırmak zahmetine veya ölüm ötesinin zorluklarına karşı çıkabilmeye matuf bir çalışma içine girmiyor.

Oturduğu yerden, “elin gâvuru”nun evrim teorisine takılıp kalıyor.

“Hadi canım sende!...” demekten başka ne yapılabilir ki?

(16-03-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

357-Dağ

Adam, cennetin cehennemin ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Ona dediler ki, uzak bir ülkede yüksek bir dağ vardır. Bu dağda derin bir mağara… Öyle derindir ki bu mağara, yerin, bir insan için inilebilecek en derin yerine iner. Orada bir bilge yaşar. Cehennemi en iyi o bilir. Ve o dağ, öyle uludur öyle uludur ki, zirvesi, yerin bir insan için çıkılabilecek en yüksek yeridir. Orada da bir bilge yaşar. Cenneti en iyi bilen de odur.

Ve adam gitti uzak ülkeye. Buldu ulu dağı. Mağarasına girdi. Günlerce indi yerin içine. Ve en karanlık, en alçak yerde, bilgeyi buldu. Sordu ona, cehennem nedir? Bilge şöyle bir baktı karanlık gözlerle adama. Baktı. Cehennem nefsindir, dedi. Ve karanlığa sindi der demez, kayboldu gözden…

Adam cevabı düşünerek mağaradan çıkmaya koyuldu. Günlerce ilerledi yine. Ve çıktığında, birkaç gün dinlendikten sonra dağın eteklerinde, zirveye tırmanmaya başladı. Cehennemi anlayamamıştı. İnşallah cenneti anlarım, diyordu içinden. Günlerce tırmandı. Ve güneşe en yakın, en yüksek yerde, bilgeyi buldu. Sordu ona, cennet nedir? Bilge şöyle bir baktı adama ve dedi ona parlayan gözleriyle, cennet nefsindir. Ve ışıkta kayboldu.

Adam şaşkın, kalakaldı. Büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Bunca yolu bunun için mi aşmıştı. Anlayamadığı şeyleri duymak için. Neden sonra inmeye koyuldu zirveden. Dağın eteklerine yaklaştığında bir çobana rastladı. Selamlaştılar. Çoban, nereden geldiğini sordu yabancıya. O da anlattı hayal kırıklığını. Çoban elbette öyledir, dedi bilen gözlerle adama, neden anlamadın ki. Bilmez misin, küçükken bana babam söylemişti, ona da babası söylemiş, bu dağ nefsindir…

(19-03-2009)

(V. Korhan Koral)

358-Bir Görmek

Çirkine güzel, güzele çirkin demek “bir görmek” midir? Çirkine güzel demek, güzele zulmetmektir. Apaçık haksızlıktır. Haksızlık ile haklılık bir midir, pekiyi?! Hak’mıdır haksızlık?!

Hepsi birmiş!

Hani, adalet?

Hâşâ, Adl ismi şerifi yok mudur? Haksıza haklı demek adaletsizlik değil midir? Haksız olanı hoş görmek adaletsizliğe yardım etmek değil midir? Ya da, “hepsi birdir” deyip adaletsizliğe adalet mi diyelim?

Tenekeye altın denir mi?

Verelim bakalım tenekeyi sarrafa altın diye!

Alır mı?

                              ***

Anladığım kadarıyla çirkine güzel demek “birlik” değildir. Çirkini “güzel” görmek birliktir. Birlik, çirkin görmemektir. Çirkin gördüğü halde güzel(miş) demek ahmaklık değilse, riyakârlıktır.

Bu durumda kendisine yakîn gelmeyen kişi, ikinin ikincisini inkâr etmeyip, ikinin “iyi” olanını tercih etmelidir. Ki burası şeriat kapısıdır.

Veliler işin arka planını gördükleri için çok affedici ve hoşgörülü olabilmişler. Uzağı görebildikleri ölçüde affedici olmuşlar. Meselâ, Resulullah’ın (s.a.v) Taif’te İslam’a hizmet edecek bir toplum çıkacağını müjdelemesi ne büyük bir “uzak” görüştür. Bizler ise değil uzağı görmek, değil duvarın arkasını, arka planı görmek; gözümüzün önündekini bile çoğunlukla göremediğimiz, gördüğümüze bile doğru hükmedemediğimiz için kimseyi hiçbir konuda taklit etmeyip, şeriatın hükümlerine uymalıyız! Şerri hükümler bizim için!

Aka kara, karaya ak demek “birlik” ve “hoşgörü” demek değildir. Vahdet “Renk” kavramını keşfetmektir. “Renk” keşfedildiğinde siyah yine siyahtır, beyaz yine beyazdır. Uzak ve yakın gözlüklerini kullanmayı öğrenmek gerekir. Renk dediğimizde vahdettir, siyah dediğimizde kesrettir. Hakla batılı karıştırmak, iyiye kötü, kötüye iyi demek birlik değildir. Zulmetmektir.  “Şeytan sizi Allah’ın affına güvendirir” mealindeki ayeti kerimenin uyarısını akıldan çıkarmamak gerekir.

Hikmet verilmeden hikmet bilinmezmiş.

Akıl yordamıyla “birlik” bu kadar anlaşılır!

En doğrusunu Allah bilir!
 

(22-03-2009)

(Meryem Irmak)

359-Atatürk: “Filistin’e el sürülemez”

“Filistin’e el sürülemez: Kemal Paşa Avrupa’ya ihtar ediyor! Türkler mukaddes topraklarda yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir” başlıkları altında 27 Temmuz 1937 tarihli Bombay Chronick Gazetesi’nde de,  Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ne dayanarak, Atatürk’ün TBMM deki bir nutkundan bahsedilir. Bu nutuk şöyledir:

 “Arapların Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Filistin’in, Arabistan’a vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil etmesi halinde, bura Araplarına yapılacak herhangi bir fenalığa Türkler de tahammül edemeyecektir. Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için, İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla itham edildik. Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber’in son arzusuna uymak, yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin etmek için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin Selahattin’in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele ettikleri toprakların yabancı hakimiyet ve nüfusunun tahtında bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa’nın bu mukaddes yerlere temellük etmek için yapacağı ilk adımda, bütün İslam aleminin ayaklanıp icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.”

(25-03-2009)

(V. Korhan Koral)

 

360-Tahammülsüzlük Geni

Bu yazıda genlerin ne olduğunu anlatacak değilim.

Esasen, bu konuda değişik yazılarım oldu. İsteyenler, www.sufizmveinsan.com’ dan takip edebilir.

Bu yorum da genlerle ilgili, ama daha farklı bir yönde yoğunlaşıyor.

‘İman geni’, ‘kıskançlık geni’ ‘cimrilik geni’ var, biliyorsunuz. Bunlar, bilimin tespit ettikleri. İlaveten, trafikte insanların saçını başını yoldurtan kazalara sebebiyet verici bir genden ‘umursamazlık geninin’ olabileceğinden ben bahsettim.

Bugün ise insanlarda bir başka geni bulmanın heyecanı içindeyim. Her bireyde var olan ve muhtemelen açığa çıkan kalıtsallığın adı: ‘Tahammülsüzlük geni’ dir.

Tahammül edememenin altında yatan gerçek, bu gen’in hemen hemen bütün bireylerde uygun astrolojik etkilerle ortaya çıkması.

Ve sonuçta, hiç kestirilemeyen neticelere şahit olunuyor.

Spordan örnek vermek gerekirse; sadece sosyal yaşamda değil, futbolda popüler olan diğer spor kollarında özellikle basketbolda da görünüyor bu dediklerim.

Hatırlarsınız, basketbolda Rusya’yı devler arasına sokarak beklenmedik bir şekilde 2007 Avrupa şampiyonu yapan David Blaat, birkaç ay içinde başarısız olduğu düşüncesiyle Efes Pilsen kulübünden kapı dışarı edildi.

Şimdi de aynı tema, Fenerbahçe kulübü antrenörü için işleniyor. Nedense, bütün suç onlardaymış gibi gösterilirken, sporcuların kapasitesi hiç göz önüne alınmıyor.

Bu isimler, işlerinin uzmanı. Biraz beklense, sabır gösterilse daha mantıklı olmaz mı?

Ama olmuyor işte!...

Tahammülsüzlük denen gen, onun başını da yiyecek gibi görünüyor.

Kapı dışarı ediciler ise gerçekler bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığında bu kez, ‘umursamazlık genine’ sarılıveriyorlar.
(27-03-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

361-Peygamberimizin Mezarını Yıkacaklardı

Peygamberimiz Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi’nin içindedir. Arabistan’da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştır. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştır.

Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk’ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed’le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür. Peki bu tarihi olayın belgesi neden “Ortadan yok edildi”?

1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış, Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu’nun başına getirilmişti. Araştırmalar sırasında Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bu telgraf bulunmuştur. Telgrafta ‘Hazreti Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim’ denmektedir.

Belge müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen’e iletildi. Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik Konseyi’nin de haberi oludu. Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemedi. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuldu. Telgraf halen Dışişleri bakanlığı arşivindedir.

(31-03-2009)

(V. Korhan Koral)

362-Atatürk’ün Uyarısı

Atatürk’ün saymakla bitmeyen çok değişik yönleri var. Ancak belki de en çok durulmaya değer yanı, veciz sözleridir.

Bunlardan sporcularla ilgili olanı şöyle:

“Ben sporcunun, zeki, çevik ve ahlaklı olanını severim.”

Acaba bu anlamlı uyarıya uyuluyor mu?

Sporcularımız, her şeyden önce ‘hataları ve günahlarıyla’ yüzleşme imkânına sahip mi?

Hiç düşünemiyorum.

Bir spor müsabakası seyredin; ne dediğimi anlayacak, bana hak vereceksiniz.

Hakemle sürekli didişen, rakip oyuncuları adeta düşman belleyenlerin hali ortada. Oyundan erken alınan sporcuların, teknik direktörün yüzüne dahi bakmadan soyunma odasına gitmesi veya yere tükürerek uzatılan elini sıkmaması, küsmesi, yedek kulübesine oturup hemen yanındakine dert yanması sizce makul mü?

Böyle mi olmalı?

Sporcu olduğunu anlama ve idrak etme sorumluluğu

bu tür hareketleri getirmemeli.

Her sporcu/taraftar kaybettiklerinden ötürü üzüntü duyabilir, fakat bu üzüntüler, ters hareketlerle geçiştirilemez; medeni yaklaşımlarla, rakibi övücü sözlerle, başarı dilekleri ile paylaşılır ve böylece sıkıntılar da azalma gösterir.

Her ne kadar profesyonel aşamada bencil davranışlar, tutumlar ön planda olsa da ondan önce, ahlak modelinin devreye girmesi insani açıdan çok önemlidir.

Esasen, ATATÜRK’ ÜN dileği de budur.

(03-04-2009)

(V. Korhan Koral)

363-Atatürk Masonik Tarikatıları da Kapatmıştır

Masonluğun yasaklanması olayı Cumhuriyet’in ilk milletvekillerinden olan İbrahim Arvas’ın “Tarihi Hakikatler” adlı kitabında şöyle anlatılmaktadır:

Mustafa Kemal, Mahmut Esat Bozkurt’u yanına çağırır. Kendisine masonların örgütlenme şemalarını ve amaçlarını anlatan bir kitap verir. “Bunu gizlice mutalâa et, bir takrir ile Halk Partisi Grup Başkanlığı’na ver ve grupta bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delâlet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır.” Mahmut Esat Bozkurt bunun üzerine gereğini yapar ve takriri gurup toplantısında okutur: Bizim atalarımızın mensubu bulunduğu tarikatları kapattık. Masonluk da kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır?” Bunun üzerine mason olan Şükrü Kaya ve Doktor Mim Kemal önderliğinde bir grup Atatürk’ün yanına gelerek;
- Biz zaten maiyet-i devletindeyiz, fakat siz meşrik-i azamız olursanız pervane gibi etrafınızda dolaşırız.
- Peki bir şey soracağım. Bana cevap veriniz. Siz Avrupa’da hangi locaya bağlısınız ve metbuunuzun ismi nedir?
- Biz Cenova’ya tabiiyiz ve reisimiz de Borca Mişon Cenapları’dır.
- Haydi defolun buradan, cehennem olun gidin. Yahudi uşakları. Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi, ben sizin gibi çıfıt Yahudiye uşak mı olacağım. Bu gece sabaha kadar Türkiye’deki tüm localarınızı kapatmadığınız taktirde yarın teşkil edeceğim divan-ı harp örfiye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun karşımdan.

İşte Mustafa Kemal’in tavrıyla masonların “Uykuya yatma devri” dedikleri dönem böyle başlar. Zorunlu olarak tüm mason locaları kendilerini kapattıklarını ilan ederler. Tüm mason localarının mallarına el konulur ve mallar açılacak olan Halkevlerine devredilir. Atatürk’ün ardından 1948’lerde faaliyete geçerek 1950’lerde önündeki tüm engelleri aşan masonik tarikatlar, günümüze dek çoğalmalarını sürdürmektedir.

(03-04-2009)

(V. Korhan Koral)

364-Ulûhiyet Kemalatı

Özetleyerek söylemek gerekirse, “Her işin, onu yapması gerekenlerce yapılması” anlamına gelir ulûhiyet kemalatı.

Buradan yola çıktığımızda, bisiklet tamircisi turşucunun, mobilyacı dondurmacının, psikiyatr bakkalın, ilköğretim öğretmeni bir profesörün yaptığı işi yapamaz, yerini tutamaz.

Örneğin, eczaneye manavdan alınacak şeyler için gidilmez.

İşte beşeri yaşamda “kim, ne için yaratılmışsa onun gereğini yerine getirmesi” bu kemalatla bağlantılıdır.

Varlık bütünlüğü içinde halk ve hak kavramlarının kullanılıyor olması, keza ulvi ve süfli ayrımı da bu düzeyde mütalaa edilmesinden ötürüdür.

Ulûhiyet, Kur’an-ı Kerim’ de ‘ilâh’ kelimesi ile zikredilir.

Şayet birimde Allah kavramının içselliği yoksa söz konusu kavramın “tanrı” şeklinde düşünülmesi ve kabul edilmesi muhtemeldir.

Bu açıdan bakıldığında, ‘İlah kavramı, Kur’an’ı anlamada’ çok önemli bir yer tutar.

Ulûhiyet kemalatının yaşamı, rabbini bilmeyi müteakip, melikiyet vasfının ne olduğunu bilme-yaşama, ölmeden evvel ölme ile birlikte tahakkuk eder.

İlk etabı budur.

İkincisi ve daha kemal bulmuş hali, hiçlik noktasını yani Ahadiyet’i de kapsamı altına alması ile yaşanır.

Hiçliği kapsayan bir müşahedenin varlığını idrak edemediğim halde; bu felsefeyi ortaya dökenin (Abdülkerim Ceyli Hz./İnsanı Kâmil), benim acziyetimle mukayese edilmeyecek düzeyde olduğunu düşündüğümde, bunu kabul etmek zorunda kaldığımı beyan ederim.

(09-04-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

365-Olumlu Olmak

Allah’ın sevgili kulları olmalarına rağmen Peygamberlerin hayatlarının çok büyük zorluklarla geçtiği aşikardır. Bir olay, bir algılayanı çok üzer ve o an belki o idrake cehennem hayatı yaşatabilir. Ancak aynı olay, başka bir algılayanı o kadar çok etkilemezse belki o idrak için yeni başlangıçların başlangıcı dahi olabilir. John Milton’un deyimiyle, “Kör olmak bir şey değildir. Izdıraplara sebep olan şey, körlüğe dayanamamaktır.” Ama hemen belirtelim ki, bu görüşleri savunurken, vurdum duymaz olmayı değil, olumlu olmayı vurgulamaya çalışıyoruz. Ve olumlu olmak, bir zihin eğitimi olup, dünyayı ve hatta ötesini insan için güzelleştirir. Çünkü zaten zihin terbiyesi, dünyayı güzelleştirme işlemini, dünyanın ötesini düzenleyerek yapmakta yani efal alemini, mana aleminden düzenlemektedir. İşte bu kadar güçlü sonuçlar yaratabilen bir reformun, yani düşünce terbiyesinin temelde dayandığı gerçek, aslında maddi değil, bir bilinç evreninde yaşadığımız gerçeğidir. Bu konuda James Lane Allen şunları söylemiştir: “Bir insan eşyaya ve başka insanlara karşı duygularını değiştirecek olursa, onlar da ona karşı duydukları ilgiyi değiştirmiş olurlar. Bir kişinin eski düşüncelerini bırakıp yepyeni düşünceler edindiğini kabul edersek, hayatının maddi şartlarının kökünden değişmiş olduğunu görürüz. Kaderimize şekil veren kudret dışta değil, bizim içimizdedir. Bizim benliğimizden ibarettir. İnsanın başarabildiği her şey, onun düşüncelerinin sonucudur. İnsan düşüncelerini yükseltmek suretiyle kendini yükseltir. Bunu yapamayan, düşüncelerini yükseltmekten kaçınan kimse de, sefil, perişan ve zayıf kalır.”

(12-04-2009)

(V. Korhan Koral)

366-Motosiklet Korkusu

Beyinde şakakların hemen üstünde sağ ve sol  taraflarda "Medial temporal lobları" vardır. O lobların orta bölümlerinde ise "Amigdala" ve "Thalamus" denilen nöron kümeleri bulunur.
İnsanın kalıtsal olduğu kesin olan "Korku" duygusu, işte beynin bu bölgelerinde üretilir, yaşamında yerini alır.
Sayılamayacak kadar çok türü var korkunun;

Belirsizlik korkusu,

Ölüm korkusu,

Yakınlarını ve sevdiklerini yitirme korkusu,

Ezeli rakiplerin spor müsabakalarından doğan kaybetme korkusu,

Sevgilisini, ekonomik açıdan daha zengin birine kaptırma korkusu,

Gelecek korkusu, geçmiş korkusu, işsizlik korkusu, kapalı mekân korkusu, açık alan korkusu, karanlık korkusu, ışık korkusu gibi...

Görüldüğü gibi, bizler birey olarak bu korkuları yaşarız, istesek de istemesek de.

Şayet üzerine gidilmezse daha farklı alanlarda kendini göstermesi işten bile değildir.

Bunun yanı sıra sadece insanların değil, -bireyler toplumları oluşturduğuna göre- toplumların da korkuları mevcut.

Motosiklet korkusu gibi!...

Kazaların genellikle ölümle bitmesi yüzünden eşler izin vermediği gerekçesi ile çoğu kişi çok istediği halde, motosiklet almaktan vazgeçiyor.

Türkiye’de yapılan araştırmaya göre erkekler üç nedenle motosiklet almaktan kaçınıyorlarmış:

1-Çevre baskısı; eş ve anne-babanın etkisi,

2-Ekonomik sıkıntı,

3-Kendi korkusu.

İçlerindeki dayanılmaz arzu böylelikle frenlenmiş oluyor.

Tabi bu kadarı ile kalmıyor, korku kendine başka bir yol bulup, orda hükmünü devam ettiriyor.

Hayatı zindan etmeye neden olabiliyor.

(16-04-2009)

(Barış Yelkenci)

367-Dr. Güçlü Ildız

Dr. Güçlü Ildız çok ilginç bir isim.

Onu dinlerken, yalanın, riyakârlığın, yalakalığın ‘Y’ sinin bile olmadığını, böylesine bir ağza kolay kolay sahip olunamayacağını düşünebilirsiniz.

Ben kendisini bir doktordan ziyade, felsefeciye benzetmişimdir. Onun kızgınlığı ve sevmesi arasında pek bir fark yok gibidir.

Sonuçta, her iki kavramı da karşısındakinin iyiliği için kullanmasını bilen nadir insanlardan biridir.

Çok fazla iletişim içinde olmayışımıza rağmen, kendisini pek ‘hevesi kursağında kalmış’ biri olarak görmedim diyebilirim.

Velhasıl, hayatı belli bir akış içinde kabullenmiş gibi görünüyor.

O, kimsenin ardından laf etmeyen radikal bir ‘Yenilikçidir.’

Mistik alana bakış açısı, bağnazlık tanımaz normlardadır. Bu yöndeki prensipleri asla değişmez.

Dr. Ildız’a göre tasavvufla uğraşan biri; gerçeği bulmuş adam urbasını giyse bile, bu hali dahi kendisini kolay kolay ‘tatmin etmeyecektir.’

Tıp alanında çok farklı çizgilere sahip olduğu ortada. Bunu görmemek imkânsız. O nedenledir ki, Doğan Yayıncılık Grubunun dikkatini çekmiş ve bu kuruluşun nezdinde hazırladığı çalışmaları, BEYNİMİZ isimli bir kitap haline getirilerek piyasaya sunulmuştur.

Bu arada; kitabın ön bölümünde şahsıma ait bazı övücü satırların düzenlenmiş olduğu dikkatimi çekti.

Adıma yapılan ikinci ithaf bu.

Kadirşinaslığından ötürü, hakkındaki okuduğunuz yorumu âcizane olarak kalem aldım.

Çünkü o bunu hak ediyor.

Teşekkür ediyorum.

Ve nice faydalı eserlere uzanması diliyorum.

(18-04-2009)

(Ahmed F. Yüksel)

368-Beyin herşeyin merkezidir
Son bilimsel gelişmeler beyin ve işlevlerini anlamak için yeni fırsatlar sunuyor. Genelde, beyninde hasarlı kısım olan hastaların o hasarla meydana gelen işlevsel bozukluklar bağdaştırılarak beyin tanınmaya çalışılıyordu. TMS gibi yeni metotlar ile beynin fonksiyonlarının ve yapısının incelenmesini acısız ve ağrısız bir biçimde sağlaması en önemli avantajıdır.

Vücuda hâkim olan organ beyindir. Oluşan ağrılar, vücutta bir şeylerin yolunda gitmediğinin habercisi olmaktadır. Beynin bu hâkimiyetinden dolayı beyni uyutup bir kişinin bir uzvunu kesmek mümkündür. Bacağı kolu kesilmiş kimselerin beyninin hala o uzvu varmış gibi algılaması ve gerekli biyoelektrik sinirleri üretmektedir. Gelişen bilgisayar teknolojileri sayesinde bu sinyaller çözülüp yapay uzuvlar, yani biyonik el ve ayaklar yapılabilmektedir.

Aslında bu mümkün olabildiği gibi yani beyni uyutup belli organlar kesilebildiği gibi bunun tam tersi de mümkün gözükmektedir. Bunlara en somut örnek sapasağlam bir insanın stres birikimi sonucunda mide rahatsızlığı, cilt rahatsızlığı hatta beyin biyokimyasının bozulması ile birçok hastalık meydana gelmesidir. Aşırı baskı ve çıkmazlara maruz kalan beynin bedeni ve kendini tahrip etmesi mümkündür. Beyin sağlığı beslenme ile desteklenmelidir fakat hayatın içinde meydana gelen psikolojik baskılar beynin bir noktadan sonra zarar görmesine sebep olabilecektir. Bu yüzden baskısız, gerçekler ile yüzleşerek yaşanacak yaşamlar stresi önlemede etken olabilecektir. Çünkü beyin ile psikoloji (ruh) arasında bıçakla kesilebilecek bir ayrım yoktur. İç içedir. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki "Beyin her şeyin merkezidir".

(21-04-2009)

(Dr. Turhan Doğan)

369-Kitaplar, kitaplar...

Sevgili Barış Yelkenci’ye ithaftır...

Bu tasavvuf okumakla olmuyorsa, okumayalım da cehaleti mi körükleyelim? Zaten Şark’ın en büyük sorunu cahillik değil mi? Sen yanmazsan, ben yanmazsam; sen okumazsan, ben okumazsam kim sahip çıkacak bu irfan külliyatına? Bir kitaba sahip çıkmak onu kütüphanede muhafaza etmek, tozlarını almak, yangında ilk önce kurtarmak olduğu gibi; onu okumak, anlamak ve anlatarak yeni kuşaklara taşımak değil midir?

Evet, aynen öyledir.

“Aynen öyle!”

***

İlk okul ikiye giderken okul dergisinde bir hikâye okumuştum. O kadar hoşuma gitmişti ki, bilmem, kaç defa okudum ve her defasında kahkahalarla güldüm... Hiç aklımdan çıkmadı o hikâye... Bir iki sene önce o eserin Hz. Mevlâna’ya ait olduğunu öğrenince çok şaşırdım: “Vay be” dedim, “Demek, Mevlâna’nınmış!” Hikâye: “Sağırın Hasta Ziyareti” idi.

O zaman dedim ki kendi kendime: “Niçin okullarda bunlar ders olarak okutulmuyor?” Neden ilk okuldan itibaren biz bu zâtlarla ve eserleriyle tanışmıyoruz? Seviyemize göre... Anlayabileceğimiz kadar...

Tasavvufun yazılı mirasına elbette sahip çıkmalıyız. Hatta üstüne titremeliyiz. Ancak iki kitap okumakla “ben de OLdum bir tasavvufçu” deyip vehimlerimizle bir de etrafa ders vermeye kalkarsak veyahut da tasavvufu bir “akademik” çalışma olarak addedersek yanılırız ve yanıltırız.

Tasavvufun yazılı eserleri insanı tefekküre ve güzel ahlaka yönelttiği için, hatta kimi zaman bir çocuğu bile kahkahalara boğup gönlünü şenlendirebildiği için muhakkak ki okunmalıdır. Ama hakikât ilmine vâsıl olmanın ancak ve ancak “derviş” olmakla mümkün olduğunu bilmek ve kabul etmek gerekir.

Kim bilir, bu eserleri okumak belki de bazen nasiplilerin nasiplerine kavuşmasına vesile oluyordur. Günümüzde çoğu “derviş” tasavvufla ilk defa internette veya bir kitap vasıtasıyla tanışmıyor mu?!

Tasavvuf “kitap” değildir; ama tasavvuf kitapları çok kıymetli ve kesinlikle okunasıdır. 

Okuma: http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=67

(24-04-2009)

(Meryem Irmak)

370-Allah’ın Ahad Oluşu

Prof. Stephen Hawking “Zamanın Kısa Tarihi” isimli eserinde şöyle diyor: “Denilebilir ki, evrenin sınır koşulu, sınırı olmamasıdır. Evren, tamamıyla kendine yetecek ve kendi dışındaki hiç bir şeyden etkilenmeyecektir. Ne yaratılacak ve ne de yok edilecektir. Yalnızca olacaktır. Evren gerçekte tümüyle kendine yeterli, sınırsız ve kenarsız ise, ne başı ve ne de bir sonu olacaktır; yalnızca olacaktır! O halde bir “tanrıya” ne gerek var?..” Belirtilmelidir ki, Ahad’lığa vurgu yapan bu görüş, Allah’ın özelliklerini tümüyle evrene yüklemektedir. Gerçekte, Kur’ani düşünceye göre evren sınırsızdır ancak sonsuz değildir. Sonsuz değildir derken sonsuzluğu zamana bağlı bir kavram olarak düşünmeliyiz. Yani evren nasıl ki bir noktada yaratılmışsa ve evrenin yaratılmasıyla zaman da yaratılmış oluyorsa, benzer şekilde evren bir an gelecek bilinen formunu kaybedecektir ve o an evren-zamanın da son bulduğu an olacaktır. Bu bakımdan evren sonludur yani bir sonu vardır. Ancak sürekli genişlemektedir ve bir sınırı yoktur. Yani evren ezeli ve ebedi değildir. Dolayısıyla yaratılmıştır. Ancak burada önemli olan, Hawking’in Allah’a ait vasıfları, her ne kadar evrene atfetse de, ortaya koymuş olmasıdır. Yani bu vasıflara sahip bir varlığın olması zaruridir. İster bu varlık evrenin kendisidir, ister Allah’tır deyin. Aksi halde tüm bu oluş alemi açıklanamıyor. Ancak, Tasavvuf lisanıyla ifade edersek, evren diye algıladığımız, Allah ismiyle işaret edilenin kendi varlığından ortaya çıkardığı, izhar ettiği, yani Allah’ın vasıflarının, Allah isimlerinin manalarının ortaya konduğu mahaldir. Zatı itibariyle bilinmesi mümkün olmayan Allah, vasıflarıyla bilinebilir.

(27-04-2009)

(V. Korhan Koral)

371-Kur’an’a Muhtacız

Ne yazık ki her geçen gün eğitim sistemimiz her zamankinden daha fazla Kur'an ahlakına muhtaç. Görünen o ki Türkiye’de eğitim sistemi acı sinyaller vermekte. Ecnebilerin dedikleri harfiyen yerine getirildi. Türkiye de Kur'an kapatıldı kadınlar açıldı.

Hayatın her noktasında Kur'an’ın rehberliğine muhtacız. Ne var ki geleceğimizin garantisi olan nesillerin yetiştirilmesinde Kur'an'ın rehberliğine daha ziyade ihtiyacımız var. Az sayıda manevi değerleri gözeten eğitim kurumları mevcut olsa da bu kurumlar Milli eğitimin ahvalini değiştirecek boyutta değiller.

Bu çöküş bugünkü bir mesele değil. Tanzimat’ın ilanını müteakip yüz elli yıllık bir süreç. Bunu açmaya ciltler kifayet etmez. Amma olayı ellişer yıllık üç döneme ayırabiliriz. Avrupa’yla bütünleşme sürecinde ilk elli yılda eğitim sistemimizden ruhun hâkimiyetini bitirdiler ve akla bağlı ve aklını rehber edinen bir nesil ortaya çıktı. İkinci elli yılda akılla olan bağlar da koparıldı ve beş duyusuyla hareket eden bir nesil ortaya çıktı. Ruhtan bağları kopartılan bir neslin eğittiği nesiller akıldan noksan olarak ortaya çıktılar. Son dönem gençliğimiz tamamen duyularından da kopuk. Sadece içgüdülerine tabi bir görüşün pençesindeler. Düşünmüyorlar, akıl etmiyorlar. Acıkınca yiyorlar, şehvetleri kabarınca onu tatmin yoluna gidiyorlar. Hangi yoldan olduğu mühim değil. Sadece içgüdülerinin esiri bir nesil yetişiyor.

Otuzlu kırklı yıllarda orta mektepten mezunlar bugünün fakülte mezunlarından daha üstündüler. Bugün liselerimizden mezun olanlar içleri boşaltılmış ve ruhlarıyla tamamen irtibatları kesilmiş bir nesil. Kur’an-i Kerimin hayattan uzaklaştırıldığı bir toplunda çürüme ve yozlaşma önü alınmaz bir hızla sürüyor. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri ve Avrupa Birliğinin her dediğine evet diyen bir zihniyet neticesinde İslam’dan adım adım uzaklaştı. Ne acı ki Tanzimat ile vatanı elde eden zihniyet sonunda Nasıralı Isa (as) nın da öğretilerine uymayan bir toplum ortaya koydu.

Türk toplum düzeni milli ve manevi değerlerine rücu edemezse ne Cumanın hayrını görecektir ne de Pazarın. Cumartesi sahiplerinin eline bu ülke bırakılmamalıdır.

(30-04-2009)

(Bilal Atış)

 

372-Farkında Olmak
 

Yaşadığımız gündelik olaylar, gerçeği mi yoksa bir yanlışı mı yansıtmaktadır? Bu sorunun cevabını bulabilmek için insanda farkında olabilme yeteneğinin gelişmesi şarttır.

Aşağıdaki hikâye işte buna işaret etmektedir.

Dikkatle okumanızı öneriyorum.

Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir.
Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi
şüphelenip içinde ne olduğunu sorar.

Juan: “Yalnızca kum” diye yanıt verince,

Polis: “ Aç bakalım çantaları” der.

Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine
rağmen, kumdan başka bir şey bulamaz!
Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür
tahlilden geçirtir, ancak saf kumdan başka bir şey yoktur!

Polis, Juan'a çantalarını iade edip
sınırdan geçmesine  izin verir.

Ertesi gün Juan, motosikletinin arkasında iki büyük
çantayla tekrar sınırda belirir. Polis onu
gene durdurur, didik didik arar, bir şey bulamaz ve
serbest bırakmak zorunda kalır.

Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder!
Bir gün, emekli polis Meksika'da bir barda otururken
Juan'ın içeri girdiğini görür, derhal yakasına yapışır:

-Senin yıllardır bir şeyler kaçırdığından eminim. Çıldıracağım.
Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen,
anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağına emin olabilirsin.

Juan gülümseyerek yanıtlar:
'Motosiklet'

DETAYLARLA BOĞUŞURKEN ÖZÜ KAÇIRMAYALIM!

(06-05-2009)

(Barış Yelkenci)

373-Allah’ın Samed Oluşu

Abdülkadir Geylani’nin“Gavsiye” isimli eserinden: “Sonra sordum Rabbıma; dedim ki: -Hiç mekânın olur mu?.. Dedi ki; -Ya Gavs-ı Azam, ben mekânın mekânıyım!… Benim mekânım olmaz!.. Ben insanın sırrıyım!..”  Allah, “Bi külli şey’in muhit”, yani şeyin kendisi olarak şeyi ihâta eden, sonsuz, sınırsız tümel tekilliktir. Bir hadiste “Salacağınız bir ip, mutlaka sizi Allah’a ulaştırır.” denilir. Bunun nedenini, Kunevi’nin bu hadisi açıklarken dediklerine bakarak açıklayalım:  “Maddi ve manevi mertebelerde müşahade edilen varlık, manevi mertebelerde müşahade edilen varlığın aynıdır. Bütün bu manevi ve maddi mertebeler, ancak akli ve vehmi kıyaslara göredir. Çünkü varlığın tümü, mutlak vücuttur. O mutlak vücudu manevi ve nurani ya da maddi ve zulmani bakış açılarımızla müşahade ederiz.” İhlas suresinde Allah’a Samed derken, artık ikilik alemiden zuhur eden bilinç düzeyine seslenilmektedir. Örneğin Allah, kulları için Rezzak’tır; ama Allah kendisi için rızık sahibi değildir. Rezzak’lık, ikilik alemi için geçerli olan bir hali, yani Allah’ın, mana ve ef’al alemindeki oluşları besleme durumunu anlatır. Samed isminin manasını da bu şekilde düşünürsek, Samed, Allah’ın mevcudat alemindeki, yani gözlemleyemediğimiz tüm alemleri de kapsayacak bir ifadeyle ef’al alemindeki varlıkların ve oluşların ihtiyaç duydukları her şeyden beri olmasıdır. Zira ef’al alemindeki her oluşum ya da varlık mutlak suretle başka bir oluşum ya da varlığın hatta oluşumlar ve varlıkların eseridir ve dahi oluş ve varlığın devamı başka oluş ve varlıklara muhtaçtır. Ancak Allah, ef’al aleminden olmaması nedeniyle bunların hiç birine muhtaç değil, aksine ef’al alemi zincirin son halkasında Allah’ın varlığına muhtaçtır.

(11-05-2009)

(V. Korhan Koral)

374-Masallar, Masallar...

Gele Deccâl gele gele gör kim bugün neler ola,
Cümleten il sana güle gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.

Niyazi-î Mısrî

Kendilerine “din” tebliğ edildiğinde “eskilerin masalları” deyip inanmak istemezler. Oysaki “din” ne eskidir, ne de yeni... “Din”, sadece dindir...

Eskilerin masalları demek “yeni” değil. Bu, hep söylenegelmiş. Kim ki “dini” reddeder; hemen, eskinin masallarını inkâr eder...

Yenilenir!

Kendini yenilemek ile din uydurmak arasında ince bir çizgi vardır. Din ile tanışıp, onu doğru düzgün öğrenenler kendilerini yenilediler. Dini bilmeyenler, dini yenilediler. Bu fark 359 derecedir. Yenilenmek ile “din uydurmak” kol koladır, yani... Yan yanadır.

O yüzden ayırt etmek zordur. Karşı karşıya değiller çünkü. Yan yanalar.

Dört elementten biri “toprak” olduğuna göre insana “kök” lazımdır. İnsan, kafasına esen her fikrin peşinden giderse, kafasının içini vehim tarlasına çevirir. Çevirir de Ruh’u duymaz! O kafada poyraz da eser, lodos da, karayel de, keşişleme de... Onun için kök lazımdır insana, kök! Köksüz olan rüzgara tutulmuş yaprak gibi ordan oraya savrulur. Fır döner! Her rüzgarı “yeni” zanneder, nerede olduğunu bilemeden, geçer gider yenilenmeden...

Leylekler eski yuvalarını ararlarmış döndüklerinde... Dikkatini çekmiş Lütfi Filiz’in... E laf olsun diye konuşmuyor Hazret!

Bektaşiler, ölenin ardından “Allah devrini âsân etsin” derlermiş. “Âsân” kısa demek. Peki, ne demek?

Ne diyor bu eskiler?!

Yol, sanılanın aksine dairesel değilmiş! Öyle söylüyor Lütfi Filiz... Yol, dosdoğru yolmuş...  

Kozasını delip çıkana daire mi olur hiç?!

Ölen hayvân imiş! Allah, ölenin devrini âsân etsin. Ve ölmeyenlere selâm olsun!

Devrân odur kim devrini Devr-i felek bilmez ola,
İnsân odur kim sırrını ins-ü melek bilmez ola.

Merkep izinde su görüp deryâyı gördüm sanma sen,
Deryâ odur kim ka’rını aslâ semek bilmez ola.

Niyazi-î Mısrî
 

(15-05-2009)

(Meryem Irmak)

375-Spor, Dua ve Zikir
 

İnsan bedeninin sağlıklı kalabilmesi, parçası olduğu doğaya uygun yaşam biçimi sürdürmesiyle olasıdır. Doğal yaşam gözlendiğinde hayvanların ortak beden dilinin “hareket” olduğu görülecektir. Hayvanların 3 türlü hareket amacı vardır. Yiyeceği bulmak, karşı cinse ulaşmak, korunmak ya da saldırmak. İnsan bedel ödemek şartıyla bu 3 hareket nedenini ortadan kaldırabilir. Ödediği bedel kadar aslında sağlığından vermektedir.

Doğa dışı yaşam biçimiyle sağlığı tehdit altında olan insanoğlu, günlük fiziksel aktivite ile doğaya uyum sağlayarak hastalıklara karşı kendini koruyabilir.

Ancak tasavvuf ile uğraşanlar için fiziksel eğzersiz çok daha önemlidir.

Düzenli, günlük 1 saat yürüyüş ve/ya da koşu yapanların bilişsel işlevlerinde önemli artışlar olduğu, uzun süreli eğzersizlerde kolesterolü beyinde şekere dönüştürdüğü, oksidan (toksik) maddelerin beyinden daha kolay uzaklaştırıldığı, şeker metabolizma ürünü olan laktat’ı enerji kaynağı olarak kullandığı bildirilmiştir (Terry McMorris et al) .

Kişisel deneyimim, dua ve zikrin günlük eğzersiz süresi ve sonrası 1 saat içinde uygulanmasının normalden çok daha etkili olduğu yönündedir.

(18-05-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

376-AKIL

Hastalıklar, akıldan ileri gelir.

Japon Atasözü

 

Beyni olan her canlı, türüne ait üstün özelliklerini beyinlerinden alır. Başka bir değişle, beyin; türün üstün özelliklerine göre yapılanmıştır. Meşhur kuş beyninin en çok gelişim gösteren bölümü, denge merkezidir. Bu sayede uçma eylemini gerçekleştirebilir. İnsanın en çok gelişim gösteren bölümü ise, beyin ön bölgesidir(prefrontal cortex).
İnsanı diğer canlılardan üstün kılan akıl özelliği, beyin ön bölgesinin çalışmasıyla ortaya çıkar. Milyarlarca beyin hücresi, sayıları trilyonlara varan yollarla birbirlerine bağlanarak oluşturduğu ağ sistemiyle, insan aklına yön verir. Bu sayede insan düşünebilir. Bu nedenle insan özelliğini kazanabilmek için aklı kullanmak gerekir.
10 kolu bulunan ırmağın 100 kolu olsaydı, su baskınına daha dirençli olurdu.
Aynı bahçede bulunan meyve ağaçları arasındaki verimlilik oranı, dal sayısıyla ölçülür.
Bu örneklere benzer biçimde; beyin ön bölgesindeki ağ sisteminin yoğunluğu, aklın kullanım ölçüsünün göstergesidir. Bu bölgede bulunan hücre sayısını arttıramazsınız ancak yaşınız kaç olursa olsun, hücrelerarası bağlantı sayısına etki ederek akıl özelliklerinizi geliştirebilirsiniz.

Bu yorum, Dr Güçlü Ildız'ın Doğan Kitap tarafından yayımı 2009 yılında yapılacak olan kitabından derlenmiştir.

(22-05-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

377-Beklentiler…

İnsanoğlunun takip ettiği, saygı duyduğu kişilerden beklentileri bir hayli fazla. Ve her şeyden önce sohbetlerinin verimli olmasını bekliyor.

İyi, düzgün ve akıcı konuşmasını, kendini kasmamasını, hoşgörülü olmasını, anlatmak istediklerini salt kavramlar yerine, somut örneklerle basite indirgeyerek dile getirmesini talep ediyor.

Dahası var…

Bunlar yetmiyormuş gibi, yaşamındaki pürüzleri onun çözmesini, iniş çıkışlarını takip etmesini, bilinçsizliğini gidermesini istiyor.

Meramını daha iyi anlatabilmek için bile olsa ondan bir yardımın gelmesi gerektiğini düşünüyor.

Beklentileri içinde idol olarak gördüğü kişiden şöyle ya da böyle, duygusallığını tenkit edici tarzda yaklaşımların olmamasını temenni ediyor.

Ama koşullar ağırlaştıkça, işler çetinleşince, değişim bir yana, sorunlar yoğunlaşıyor.

Beklentiler karşılanmayınca bu kez, yöneldiği mahallin sözleri kendisini pek memnun etmiyor.

Çünkü konuşmanın başlangıcı gibi sonunun da ılımlı ve toparlayıcı olmasını, ama asla benliğine dokunulmamasını istiyor.

Hatta bu konuda yakın çevre ile tartışmaya girmesi dahi söz konusu olabiliyor.

Onu durgun, suskun, elleri başında görürseniz, bilin ki bu dertten muzdarip haldedir.

Akabinde hafiften hafife kıpırdamalar, hesap sorma modlarına geçme başlıyor….

(25-05-2009)

(Barış Yelkenci)

378-Öyle Ya da “B”öyle

Allah alemlerin Rabbidir. Ve Allah alemlerden Ganî’ dir.

Zerre kadar yapılan her bir şeyin karşılığı oluşacaktır. Bu, “her bir zerrenin mütemadiyen meydana getirdiği kelebek etkisidir” de diyebiliriz.

Varlık adı altındaki mekanizma böyle çalışıyor ve buna “sünnetullah” deniliyor. Birimsel-vehmî varlıkların boy gösterdiği sistemde işler böyle yürüyor.

Peki, birimsellikleri ortadan kalkmış, varlıklarında Allah’ tan gayrına yer-mahal olmayan yapılar söz konusu olunca sistem (namı diğer sünnetullah) nasıl işliyordur sizce? Allah ile bizatihi ilişkilerde yine aynı sistem-sünnetullah mı geçerlidir dersiniz?

Artık, Tek bir boyutun varlığı ilan edilmiş durumda. Aslında iki yüzü olan madalyonun bir yüzü HİÇLİK diğeri ise ESMA oluyor. Hiçlik hakkında konuşulup düşünülemeyeceğine göre, tek boyut olarak ESMA kalıyor. Bu esmaların ise batınlarındaki YOKLUĞA-HİÇLİĞE yol bulabilmek gibi bir özellikleri var.

Yani, enseyi karartmamak lazım, yollar açık.

“Göremezsin” hükmü ile insanlar, belli sistem-kişi etrafında toplanabiliyorlarken; göstermeyi meslek edinenlerin varlığı da bilinen bir gerçek.

Allah’ a akıl ile yaklaşabilmek, ama Allah’ a akıl satmamak lazım. İdrak-tefekkürle ona yönlenirken, idrakımıza da sıkı sıkı sarılmamak lazım. Her limanda bir sevgili gibi. Güvendiğimiz, “idrakımız” dahi olmamalı. Perdenin bu tarafında devamlı performans artışı için gayret gösteren bir sporcu görüntüsü verirken; bilinç yönü ile de “gayrı” ve de “gayret” kavramlarından beri olunmalı.

Elde olanı elde etmeye çalışmanın muhal olduğunu artık anlıyoruzdur umarım.

Sağlıcakla kalınız.

(28-05-2009)

(Savaş Eren)

379-Kek Tarifi !

Güzel bir kek yapmak için yumurta ile şekeri çok iyi çırpmak lazım imiş... Diğer malzemeleri de katıp, karıştırıp, hepsini iyice çırptıktan sonra kek hamuru hazırdır... Geriye, kızgın fırında pişirmek kalır.

Çırpılmamış herhangi bir yumurta, diğer tüm malzemeyi katarak elde edilmiş kek hamurundan ne kadar da farklı görünür...  Hamurun ise her yerinde yumurta vardır; ama görünmez.

Tersi de doğrudur: Kek hamuru ne yumurtaya benzer, ne una... Ne yumurtadır, ne de un... Lâ!

Ve ama hem yumurtadır, hem de un; ve hatta şeker ve yoğurttur aslında... İllâ!

Hamur meydana geldi mi, geriye önceden ısıtılmış fırında pişirmek kalır. Hamura kek diyebilmek için muhakkak pişirmek gerek. Pişmemiş hamura kek denmez. “Beşer” denir. Ya da “kek hamuru”.

Ve piştiği zaman iyiden iyiye değişmiştir. Artık, değil çırpılmamış yumurtaya, hamur haline bile benzememektedir. Bambaşkadır.

Diğer tarafta yumurta yumurta olarak, un un olarak, şeker de şeker olarak varlıklarını sürdürürler... Kek ise hepsinin “cem” makamıdır. İyi piştiği zaman tadından yenmez!

Şimdi, kek dile gelse “ben vaktiyle yumurta idim” dese, doğrudur. Öyleyse; kek, yumurta ile karşılaştığında onda kimi görecek? Tabii ki kendini...

Kek, yumurta ile konuşabilir mi?

“Sordum sarı çiçeğe!”

Kendini tanırsa neden konuşamasın?!

İş ki kek, kek olduğunu bilsin!

***

“Ben de cansız varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum; bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim. Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm, alçaldığım görüldü mü? (Mevlâna Celâleddin Rûmi)

O binekten, bu bineğe... Yürüyüp duran BENim!

Ben kimim?

İşte, sorun bu!

Suretten geçmeden bunu, yani BENi bilmenin imkânı yok!

Surette kalan için bu sözler reenkarnasyonu çağrıştırabilir. Hiç ilgisi yok.

İslâm'da bu tür inançlar olmadığının bir kez daha altını çizerim!

İllâhû!
 

(31-05-2009)

(Meryem Irmak)

380-Ne zaman akıllanacağız

Akşam, TV haberlerini bir izleyin. Gazete başlıklarını bir okuyun. Her defasında, mutlaka birbirinden farklı ölüm haberleri ile dolu olduğunu göreceksiniz. Öz çocuğunu öldüren katil anneler, bitmek bilmeyen şehit haberleri, kız arkadaşını öldürüp başını kesen bir sevgilinin firar macerası…
Artık insan, bütün bunları birbirine karıştırıyor. Çünkü devamlılık arz ediyor. Daha birinin acısı bitmeden bir diğeri başlıyor. Geçen haftanın önemli iz bırakması gereken bir haberi bugün hatırlanmıyor.
Peki, bu insanlık-şuursuzluk nereye kadar gidecek?
Acaba durduğu-bittiği yeri görecek miyiz?
Bu gidişle hayır! Çünkü manevi değerleri dikkate almıyoruz. Çocuklarımıza her türlü eğitimi verirken bu türünü akıllara getirmiyoruz.
Özetle söylemek gerekirse, duyarsız ve umarsız olma yolunda hızla ilerliyoruz.
Bu durumda ne yapmalı?
Yaşama nasıl devam etmeli?
İnsan kendisini nasıl korumalı?
Toplumsal yaşamı kapsayan karamsarlık ve vurdumduymazlık kişiyi yok edeceği gibi, kendisiyle birlikte sevdiklerini de çok kötü bir duruma sokuyor. İnsanoğlu, maalesef kendini koruyamıyor. Genç kızlarımız söylenen her güzel sözün etkisi altında kalarak yaşama yolu seçiyorlar. Cehalet almış yürümüş.
Buna bir ad veremiyoruz
Hangi çağda yaşıyoruz demeyelim. Medeniyetin ilerlemesi, beyinlerin gelişmesi anlamına gelmiyor ki. İşte örnekleri ortada… Ve ateş düştüğü yeri yakıyor. Bu olayları duyduğumuzda ‘aman Allahım’ demekten kendimizi alamıyoruz, ancak sonrasında unutup gidiyoruz.

Sahi ‘Biz ne zaman akıllanacağız’ demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Not: Bu yorum hazırlanıp yayımlanma sırasını beklerken, Adana'da  emekli bir astsubay ailesinden 8 kişiyi katletmiştir.

(03-06-2009)

(Barış Yelkenci)

381-Porselen Balık

Kırmızı balık, nehirde yüzüyordu. Ve arkası mıknatıslı porselen bir balık, beyaz bir zemine yapışık, duruyordu. Ve akvaryumlarda binlerce balık vardı.

Kırmızı balığı, daha iri ve çok eski ataları mavi olan, mor bir balık yuttu. Akvaryumlardaki binlerce balıktan yüzlercesi, kırmızı balıktan biraz daha uzun yaşadı. Ama hepsinden önce, mıknatıslı porselen balık, beyaz denizinden hoyratça çıkarılıp, sert mozaik zemine küçük bir el tarafından atıldığında, parçalanmıştı.

Fakat kendisinden sonra ölen tüm balıklara rağmen, o hâlâ vardır; çünkü o aslında bir balık değil, balık şekli verilmiş, boyanmış, arkasına mıknatıs yapıştırılmış bir porselendir. Ve şimdi, dağınık parçaları birleştirip, eksik parçaları zihinde tamamlandığında, dikkatli gözler tarafından, “porselen bir balıkmış zamanında” denilen, varlığına verilen balık imajı dağılan, ama ölmeyen, hâlâ porselen olan ve göreceli olarak porselen olmaya devam edecek bir maddedir.

Bununla birlikte, daha dikkatli gözler, onun porselenden oluşmuş bir madde değil, bir atomlar bütünü olduğunu, daha da dikkatlileri atom altı parçacıklardan oluşmuş bir frekans okyanusu olduğunu, çok daha dikkatlileri, var olan enerji paketleri ya da dalgalar evreni olduğunu, en dikkatlileri ise, bir hiç olduğunu görürler. Tıpkı kırmızı balık, mor balık ve akvaryumlardaki binlerce balık gibi…

Ve canlı balıkların, önce kavuşmuş olduğu sanılan hiçliğe, porselen balığın ve hatta tüm balıkların, öteden beri hep sahip olduğunu düşünürler.

(07-06-2009)

(V. Korhan Koral)

382-İbadet Neşvesiyle Çalışabilmek

Neşve, anlam olarak keyif almak, mest olmak, sevinç hissetmek demektir. İbadet neşvesiyle çalışmak sözüyle de günlük iş hayatımızda mesleğimizi icra ederken adeta ibadet şuuruyla hareket etmeyi ve bu farkındalığı yaşamayı kastediyoruz. Bir insanın bu şuurla yaptığı tüm işler ve faaliyetler de zaten bir nevi ibadet hükmündedir. Çalışmakta olduğum özel bir hastaneden örnek verecek olursam bana bu konuda hak vereceğinizi düşünüyorum

Öncelikle,  mesai saatinden başlayabiliriz. Her sabah hastanenin giriş kapısından içeriye girdiğim anda bambaşka bir yaşam boyutuna geçtiğimi söyleyebilirim. Adeta büyük bir mâbedin içine girmiş gibi oluyorum. Müthiş derecede feyizli bir ortamla iç içe olduğunuzu hissediyorsunuz. Kalben bir inşirah, sürur ve sekine hâli hâsıl oluyor. Meleki kuvvelerin öz bünyenizde yoğunlaşmaya başladığını ve beyninizde şuursal olarak açığa çıktığını müşahede ediyorsunuz. Yaşadığım bu tecrübeler ancak yaşanarak hissedilebilecek haller. Kelimelere ancak bu kadar yansıyabiliyor. Yoğun olarak pozitif nur enerjisiyle doluyorsunuz. Zira ruhsal semamızda, pozitif düşünce melekemize ait manevi enerji cereyanları mevcuttur. Hakikat bilgisini de devreye sokarak bu cereyanları kontrol altına alıp yönlendirmek suretiyle faydalı sonuçlar elde etme gücüne sahip oluyoruz. Yaptığınız görev ne derece zor ve zahmetli de olsa büyük ölçüde kolaylaştığını hayretle gözlemliyorsunuz. Yaşadığım bu zevkli haller, görev yaptığım hastanenin yedinci katında zirve düzeye çıkıyor. Sanki nefis mertebelerinin yedincisi olan safiye bilincindeki saflaşmış bilinç halleri yaşanıyor. Tevhidi Ef’al Boyutunun bir yansıması söz konusu. Cerrahından ameliyat teknisyenine kadar bütün görevli birimlerin varlığının ortadan kalktığını müşahede ediyor ve yapan ve açığa çıkaranın fiil düzeyinde O olduğunu seyrediyorsunuz yorumsuz olarak. Sükut ediyor ve bu müşahedenin iliklerinize kadar işleyerek size kazandırdığı manevi hazlara, feyizlere ve nurlara kanaat ediyorsunuz. Ayrıca bu müthiş hallerin, gönül insanlarınca da manevi açılımı ve mertebesi nispetinde yaşandığını düşünüyorum. Tüm bu yaşamakta olduğum tecrübeler bana salih amel faktörünü hatırlatıyor. Bildiğimiz gibi insanı huzura, salâha ve mutluluğa götüren ve insanlara faydalı olabilecek tüm kazanımlar ve ameller salih amel kapsamına giriyor. Özellikle hasta ve yakınlarıyla birliktelik yaşamam ve onların dualarını almam bana ayrı bir haz veriyor diyebilirim. Onlara ve onların yaşama tekrar tutunabilmesine vesile olan hikmet sahibi hekimlere huzurlarınızda şükranlarımı sunuyorum. Sonuç olarak insanların yaptıkları görevi, hangisi olursa olsun,  bir ibadet neşvesi ve neşesiyle yerine getirmesi, yaptıkları bu şuursal çalışmaların ibadet hükmüne geçmesi demektir. Herkesin bu güzellikleri özünde yaşayabilmesini diliyor, insana karşılıksız hizmetin Hakka hizmet şuuruyla bütünleşmesini ümit ve niyaz ediyorum. .

(10-06-2009)

(Nazım Akpınar)

383-Bağımlılık

Bağımlılık derecesi, sahip olduklarından vazgeçebilme ölçüsüyle ilgilidir. Bağımlılık derecesiyle beyin ön bölgesinin sinirsel ağ yoğunluğu arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ağ yoğunluğu derecesi, duyarlılık düzeyiyle açıklanabilir. Duyarlı çalışma özellikleri gösteren beyin ön bölgesine sahip kişilerin akıl özelliklerini yeteri kadar kullanamadıkları görülür. Ağ yoğunluk derecesi ya da duyarlılık düzeyi, bağımlılık derecesini belirler.

Duyarlı çalışma özelliği gösteren beyin, açtır. Dopamin, adrenalin, kortizol ve benzeri hormonlar; duyarlılığı geçici olarak azaltırlar. Kişi, bu hormonları salgılatıcı davranış özellikleri göstererek açlıklarını gidermek ister. Örneğin, dikkat eksikliği olan çocuk heyecanlı bir uğraşta (bilgisayar oyunu) dikkatini uzun süre verebilir. Heyecan ile elde ettiği adrenalin ve dopamin, beyin ön bölgesinin duyarlı çalışma özelliklerini geçici sürede düzelterek dikkatini sürdürmesini sağlar. Heyecan bitince dikkat tükenir. Dikkat ile birlikte diğer beyin ön bölge özellikleride yeterince işletilemez.

Çalışma özelliklerinin düzeltilmesini isteyen beyin, kendini besleyen madde ve olaylara kişiyi yönlendirir. Gelişen bağımlılık sistemleri beyinde belirli sinir yollarının kullanımını arttıracak ancak yeni edinilmesi gereken deneyimlerin oluşturacağı ağ sistemlerinin gelişimine engel olacaktır. Irmağın kol sayısı artmayarak sabit kalacak, bir su baskınında ciddi zararlar ortaya çıkacaktır.
(12-06-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

384-Cennet içinde Cehennemi yaşayanlar

Eğri oturalım, doğru konuşalım.

Kimilerinin her zaman toplumu bir kışkırtma çabası içinde olduğunu biliyoruz.

Bunlar çok açık olmasa da belli bir hesaba dayanıyor.

Söylediklerine, bazen kendi çevremizde, dost ilişkilerinde dahi rastlıyor ve şahit oluyoruz.

Toplumsal yaşamda öfkelerini kusabilmek için oradan buradan bir şeyler cımbızlayıp bir yerlerden medet umuyorlar.

Yaşamak varken neden dedikoduya sarılır ki insan?

İstenmeyen şekilde arkadan konuşmaya gayret edenler, birilerine ne kadar bağlı olduklarını anlatmak için bin bir dereden su getiriyorlar.  

Bizler örtülü/perdeli bir şekilde hareket edenleri biliyor ve yine de Cenabı Hakk’ın, hatalarını yüzlerine vurmaması için dua ediyoruz.

Gerçekleri unutur, bazı şeyleri anlamazlıktan gelir, bir kalemde her şeyin üstünü çizer, o ölçüde pervasızlaşırlarken de bu kanaatimiz hiç değişmiyor.

Dedikoduya dalan bir kimsenin alameti, bedenine sahip çıkması, şayet ters bir durumla karşılaşırsa mutlaka kendini ispata yönelik hareketlerde bulunmasıdır.

O anlarda kişiyi öyle bir ‘kompleks’, bir ‘hırs’ basıyor ki tarifi mümkün değil.

Olumlu şeylerden bahsedilirken dahi hayıflanıyor, rahatsız oluyorlar.

Hangi konulardan dem vuruluyor, doğrusu anlayamıyorum.

Bu karmaşıklık içinde kıvranıp duran kimseler iyi bilmeli ki;

Cennetin içinde cehennem yaşanmaz, Allah Rasûlü’nün istemediği şeyler yapılmaz.

Sonra bunun acısını çekilir.

Aklımızı başımıza toplayalım, altın tepsi içinde sunulan bu ilmi heba etmeyelim, derim.

(15-06-2009)

(Barış Yelkenci)

385-Sahte Kurtarıcılardan Kurtulmalıyız

2012 yılıyla birlikte gireceğimiz foton çağına sayılı bir zaman dilimi kaldı. Teknolojik ve bilimsel gelişmeler hızlı bir seyir halinde. Kitle iletişim araçları, hayatımızın vazgeçilmezleri arasında. Tüm bu değişimler içinde değişmeyen bir tek şey ise değişimin kendisi. Yenileyici düşünce dalgaları tüm dünyayı etkisi altına almış olarak taze beyinler tarafından her an farklı boyutlarda değerlendirilmeye devam ediyor. Yeniye ve yeniliğe açık olanlara ne mutlu. Onlar her zaman yeni bilgilere ve tecrübelere namzet insanlar. Bir kesim de var ki maalesef geçici değer yargılarıyla ve şartlanmalarla avunmayı kendileri için yeterli görüyor. Sahte kurtarıcıların ekmeğine bilerek ya da farkında olmadan yağ sürüyoruz. Kayıtsız ve şartsız olarak ve dahi sorgulamadan onlara kul köle olmuşuz adeta. Teslimiyetçi din anlayışından sıyrılmadığımız müddetçe bu tarz oyunlara geleceğimiz muhakkak.

Teslimiyetçi anlayıştan kastımız ise gerçek bilgileri değerlendirmek yerine şahıslara bağlanmak ve onlardan medet beklemek. Ne zaman kadar sürecek bu kısır döngü pek kestiremiyorum. Ama şu bir gerçek ki kurtarıcı beklemek ya da sahte yol göstericilerden medet ummanın faturası ağır olmaktadır. Şu günlerde yaşanan bir taciz olayı gündemde yerini aldı. Sahte mehdilerden birinin ağına düşen bir anne ve kızı pişmanları oynuyor. Hüngür hüngür ağlıyor ve dert yanıyor. Her şeyimizle teslim olduğumuz insan bizi taciz etti diye yakınıyor. Peki sormak lazım. Şimdiye kadar neden fark edemediniz. ?Biraz dikkatli ve izanlı olsaydınız bu fenalıklar başınıza gelmeyecekti. Tüm bunları kınamak ya da ayıplamak için söylemiyorum. Sadece aklımızı ve muhakememizi her zaman devreye sokmamız gerektiğini vurgulamaya çabalıyorum. Şartlar ne olursa olsun tövbe kapısı açıktır. Yeter ki kurtarıcı beklemenin anlamsızlığını anlayabilelim. Ve sahte kurtarıcılardan şuur boyutunda kurtulabilmeyi başarabilelim. .
(19-06-2009)

(Nazım Akpınar)

386-İbadet ve Gözyaşı

Mesnevi’de okuduğum “Bize, seni zikretmemize izin verdiğin için…” ifadesi beni kalbimden vurdu… Zaman durdu. Her şey durdu… Nerde Allah’a kerhen ibadet etmek, nerde “zikre izin verdiği için” Allah’a hamd etmek… Allah’ın O’nu zikretmemize izin verdiğini hiç düşünmemiştim, doğrusu… Biz öğrendik ki ibadet etmez isek Allah bizi cehenneme atacak! Anlıyorum ki, Allah boyasıyla boyanmak için önce bir Evliyaullah boyasıyla boyanmak şart… Ben Allah’ı çok sevdiğimi sanırdım.. Ama Mevlâna’nın Hakk sevgisini ve Hakk’a edebini görünce, önce şaşırdım, sonra kendi sevgimi unuttum... Suyumdan, testimdeki suyumdan utandım.

Kendini unutup da, bir velinin aşkına tutulmak ne güzel!…  O aşktan bize haber veren, haberdar olmamıza izin veren Allah’a hamd olsun 

***

Bütün ibadetlerin amacı Hakk’a kavuşmaktır. Bu açıdan bakıldığında, ibadetler amaç değil, araçtır. Kimi anlayarak, kimi anlamayarak; kimi taklitle, kimi alışkanlıkla yapar ibadetlerini.. Ancak, ibadetler içinde birisi vardır ki, Hz. Mevlâna’nın ifadesiyle, “onun olduğu yer yeşerir!” Oraya rahmet iner.

O, taklidi mümkün olmayan bir ibadettir.

Allah sevgisi…

Allah korkusu…

Allah hasreti…

Hasreti…

Hasret…

Çokça hasret…

Yine hasret…

Gene hasret!

Hasret ibadetidir o… Alâmeti gözyaşıdır.

Namazın, orucun taklidi olur da, hasretin, sevginin, gözyaşının taklidi olabilir mi?!

Olmaz elbet!

Bu ibadetin, gözyaşının müjdesi, ecri, mükâfatı nedir?

O, bunu hakaret kabul eder. Ağlayan göz hiç karşılık bekler mi?!

İşte, bu yüzden, o, belki de en makbul ibadettir ve inşallah müjdesi, mükâfatı Hak’la vuslattır. Cennet, huri, ilim, bilgi değil!

Ağlayan göz kalbi yumuşatır. Ve ancak yumuşak bir kalbin gözü ağlar. Göz ve kalp beraberdir. Allah kalp katılığından muhafaza buyursun!

Eğer ki insanın kalbi katı ise, onun muhteşem beyni ne gibi fikirler üretir?! Beyin de kalbe bağlanmamış mıdır?

Nerde su varsa, orda yeşillik vardır, HAYat vardır. Bütün cennet tasvirleri akarsularla çevrili yeşillikler değil midir?

İnsanda bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut bozulur.. Dikkat edin, o kalptir.” Hz. Muhammed (s.a.v).

(23-06-2009)

(Meryem Irmak)

387-İş işten geçmeden yanlışları

düzeltmek

Aslolan insandır, gerisi teferruat…

Her şey insan içindir, gözünüzün gördüğü, hissettikleriniz…

Bilim ne içindir?

Seçkin insanların oyun parkı mı?

Varlıklarını insan beynini daha iyi anlamak yerine uzay macerasına yatıranların amacı nedir?

Nasıl bu maceradan “insan için”önermesi çıkartılabilir?

Bilim adına güçlenen sanayileşmenin her geçen gün doğayı katletmesi, nasıl insanlığa hizmet olabilir?

Paylaşım, hoşgörü ve sevgiyle beslenmemiş materyalist anlayışlı bilim; insanlığın değil, bencilliğin, çıkarın hizmetinde olduğu anlaşılıyor.

Ne mutlu insanın kardeşini tasavvuf ışığında okuyabilene…

(27-06-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

388-Depresyon ve TMS

Beynimizin işlevlerinin karmaşıklığı herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Beynimizde yaklaşık 10milyar hücre aktif haldedir. Beynin çalışmasında ise bu 10 milyar hücrenin bir biri ile olan ilişkisi 10 milyar x 10 milyar işlem demektir. Oldukça karmaşık gözüken bu yapıda hücreler arası yorumlar mikro moleküler biyolojik ajanlarla gerçekleşmektedir. Bu mikro moleküler ajanlarda oluşan dengesizlikler depresyon, baş ağrısı gibi bir çok nörolojik ve psikiyatrik sorunlara sebep olmaktadır.

Depresyon çağımızın hastalığıdır. Depresyon bir moral bozukluğundan farklı bir durumdur. Depresyonda uzun süreli, 2 hafta veya daha fazla depresif duygular adeta kişiyi esir alır. Depresyon tedavisinde, psikoterapi, antidepresan ilaçlar, elektrokonvulsif terapi(EKT) bu üç yöntem etkin olarak kullanılmaktadır. Son yıllarda adını duymaya başladığımız diğer bir yöntem Transkranial Manyetik Stimülasyon (TMS)’dir. TMS basitçe ‘beyni bir bilgisayar gibi resetleyebilen sistem’ olarak tarif edilmektedir.

Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz TMS ile ilgili şunları söylemektedir; ‘TMS ile beyne şok manyetik uyarılar gönderilir ve beyinin hastalanmadan önceki sağlam durumuna dönmesi amaçlanır. TMS vurumları, delektomıknatısların ürettiği manyetik darbeler neticesinde aynen bir ses ekosu misali hücreleri baştan başa resetleyerek, moleküler dengesizliği ortadan kaldırıp, hastalıkları düzeltmektedir. Korteksin yargılama, karar verme ve planlama işlemlerinde etkili bölgeleri ile limbik sistemin duygular ağırlıklı bölgelerini birbirine bağlayan zincirlerin düzenli çalışması hayatın ahengi için şarttır. Depresyon, panik atak, OKB ve bipolar bozukluk durumlarında bu zincirlerdeki ahenksizlik söz konusudur. Tıpkı bir bilgisayar ağının resetlenmesi ya da formatlanması (Yeniden yapılanması) gibi etki gösteren manyetik darbe uyarımları, bu bölgelerdeki akımları yeniden yapılandırabilmektedir. Amerikan ilaç ve gıda dairesi (FDA) depresyon ve benzeri durumlarda TMS`nin güvenle kullanılmasına onay vermiştir.’

(01-07-2009)

(Turhan Doğan)

389-Yüreği Sönen Toplum

Bir toplumda yüzler birbirine yabancı, bakışlar sahte, tebessümler sinsi, kalpler birbirinin sevinç çarpıntılarını duymuyorsa o toplum sevgiyi yitirmiştir.

Yunus’un deyimiyle taş misalidir.

“İşidin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer

Aşkı olmayan gönül, misali taşa benzer.”

Bir toplumda kimileri zenginlik içerisinde yüzerken, kimileri evde aç bekleyen çocuklarına akşam götüreceği bir ekmeğin parasını dahi bulamamanın acısı içerisinde kahroluyorsa, o toplum sevgiden yoksundur.

Bir toplumda insanlar, birbirlerini sömürmek için diş biliyor ve bunu hissettirmemek için de karşısındakine yapmacık sevgilerle gülümsüyorsa, birbirine güvenmiyor ve gece yatarken kapısını çifter çifter kilitleme gereği hissediyorsa o toplumun yüreği sönmüş demektir.

Bir toplumda kimse kimseyi anlamıyor, birbirinin acısıyla acılanmıyor, derdiyle dertlenmiyor, sevinciyle sevinmiyorsa o toplumda sevgi yok olmuş demektir. Dünyada her şeyi eşrefi mahlûkat olarak kendisinin emrine sunanı, yaratılış gayesini unutan toplum...

Önce dost olmak, bir sevgi ağı kurmak toplumda, kalpten kalbe. Hiç çözülmeyen, eskimeyen, oradan buradan esen rüzgârla sallanmayan bir toplum tesis etmek. Bir şehrin elektrik telleri gibi sevgi telleri kurmak ve sevgi akıtmak ki, elektrik gibi, su gibi, bir dilim ekmek gibi, bir baş kuru soğan gibi. Kalpleri aydınlatmak ve sevgi telleriyle bağlamak birbirine...

Yunusçasına sevmek insanları. “Yaratılanı hoş görmek, yaratılandan ötürü”

“Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan

Halka müderris olsa hakikatte asidir.” Diyen aşığın gözüyle bakmak tüm insanlara.

Böyle böyle kurulmuş dostluklarla düşmek yollara. Hz. İbrahim’e su yetiştirme sevdasındaki karınca gibi. Susuz çöllerde Leylâsını arayan mecnun gibi. Şirin’e kavuşmak için dağları delen Ferhat gibi... Düşmek yollara...

Savaş alanında son demlerinde “su! su!...” diye inleyen yaralı asker misali, sevgisiz kalmanın acısıyla kıvranan topluma çoktandır aşerdiği âbı hayatı, önce kendimiz yudumlayarak, sevgi çeşmesinden kana kana  içerek, kalpleri bir sevgi yatağı haline getirerek taşımak...

“Aşk gelip bütün eksikler bitince” Mecnun Leyla’ya, Ferhat Şirin’e karınca Hz. İbrahim’e kavuşacak. Su bekleyen muzaffer savaşçı suya... Ve yüreklere serpilen sevgi tohumları bahar tazeliğiyle fışkıracak, gönüllerde sevginin kardeşliğin sütunları dikilecek. Kalpler özgürlüğe koşan atların ayak sesleri gibi vuracak. Sevgililer birbirlerini ölümsüz bir sevgiyle sevecek...

Sevgiler yudumlamakla tükenmeyecek. Sevgiler daim olunca da ruhlar dirilecek, kalpler dirilecek, topyekûn bir cemiyet dirilecek, dirilecek...

Ümmeti Muhammet yeniden dirilecek.

(04-07-2009)

(Bilal Atış)

390-Korku

Çocukluk dönemi boyunca toplum şartlanması altında dolan bellek bölgesi, korku duygusunu amigdala’ya, duygular dışında kalan standart bilgileri hipokampus’a kayıtlar. Haliyle korku, “öğrenilmiş”bir duygudur. Öğrenmeyen bebek köpekten korkmaz.

Öldükten sonra 3 gün boyunca canlılığını sürdüren amigdala, kabir aleminin ilk günlerinde yaşanması muhtemel kabir azabına destek verir mi, sormak gerek bir Bilene?

Ancak bilinen şu ki, uçuş-yükseklik korkusunu çocukluk döneminde amigdala’ya kalın harflerle yazan ya da aklın gelişimini sağlayan beyin ön bölgesi duyarlı olan kişi, korkusuyla baş edebilmek için amigdalayı baskılayan anksiyolitik ilaçla ya da beyin ön bölgesini güçlendirip dolaylı olarak amigdalayı baskılayacak bir başka ilaçla uçabilir. Ya da uçakta, amigdala etkinliği artışı sonucunda boşalımı “tavana vuran” hipotalamusun sempatik deşarjı sonucu kalp damarları kasılarak kalp krizi geçirecektir.

Korku; gene de “şahsına münhasır” beynin bir özelliğidir. Genelleme hatadır. Tek gerçek, şartlanmanın amigdala’yı “doldurduğudur”. Dolan amigdalayı sadece akıl özelliğimizi kazandıran beyin ön bölgesi durdurabilir.

“Empty amygdala, full prefrontal cortex” temennisiyle…  

(09-07-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

391-Ezbercilik

Sadece ezbercilik gibi bir niteliğe sahip olmak, yakın dönemin değil, bütün dönemlerin kötü alışkanlıklarından biridir.

Hepimiz ezbercinin kimliğini biliyoruz.

Önemli bir bilgiyi deşifre etmek maalesef bu niteliği ön plânda tutanın yapacağı bir şey değil.

Ezberin çoğunlukla zararlı olduğu, kişiyi bir teyp konumuna getirdiği muhakkak.

Ama insanoğluna dünyada olduğu gibi, ölüm ötesinde de birçok yararı olduğu bir gerçek.

Bu hususu dikkate almak zorundayız.

Tavırlar, pozisyonlar hemen herkes tarafından izleniyor. Bütün bunları belleğe kaydetmek de bir marifet aslında.

Ayrıca, ölüm ötesi yaşamda, mevta için okunacak bir “Fatiha veya diğer bir surenin” ona ruhaniyetini güçlendirme yönünden önemli katkısı var.
Bu noktada akla şöyle bir soru takılıyor:

İnsanlar, eskiden neden kutsal kitapları ezberlerlerdi?

Üzerine yazı yazılacak kâğıtların kıt olması” nedeniyle değil herhalde.
Nitekim Kur-an'ın yazılması sırasında ezberi kuvvetli olanların büyük yardımı olmuştu.
Öyle ki, Efendimiz (s.a.v), gelen vahyi ‘sahabelere aktardığında’ onların da uzun sureleri bir anda hıfz ettiği görüldü.

Dikkatinizi çekmek isterim; Efendimizin (s.a.v) vahiy kâtiplerinden biri de  Hz. Ali idi.
Cemiyet hayatımızda dini bütün bireyler çocuklarını yaz tatilinde Kur’an kurslarına gönderiyor. Kurslarda Arapça dil bilgisi öğretilmesinin yanı sıra, küçük çapta bazı metinlerin de ezberletilmesi söz konusu.

Ancak bunun yanında anlamı hakkında bilgilerin verilmesi de gerekiyor.

Bütün bu hususlar dikkate alındığında, ‘Ezberciliğe’ eleştiri mahiyetinde, “boşa harcanan bir enerji” şeklinde yaklaşım yapmak haksızlık olur.

Ancak Kur’an’ı yorumlamak olağanüstü yetenek ister. Bunun için bir değil, birkaç sezon, hatta bir ömrün harcanması gerekir.

Ama okumak/ezberlemek de çok önemli.

Bu husus ise bahsettiğimiz şekilde hafızanın gelişmesi ile yakından ilgili.

(14-07-2009)

(Barış Yelkenci)

392-Dem bu dem!

Ne var gülbank-i tevhide cevabım bir hu’dan gayri
Hayatına sebep yok (küllü şey’in) bir sudan gayri

Âşık Seyranî

İnsanın “Allah’ım, niye beni de peygamber olarak yaratmadın? O da insan, ben de insanım. O da kulun, ben de kulunum” türü sualleri ve hayıflanmaları boşunadır. Böyle hiçbir maksada erişilemeyeceğinden, bununla kafayı yormak boş bir uğraş, boş bir gayrettir.

Şimdi desek ki: “Yarabbi! Resulullah’ı (sav) çok seviyorum. Neden, ama neden ben Fatıma (r.a) olmadım?” Neye yarar? Olur muyuz ki Fatıma?! Veya yine: “Ah! Ah! Niye asrı saadette doğmadım? Niye O’nu (sav) görmedim?” diye dizini dövmenin, gam çekmenin insana bir yararı yoktur. İnsan bu nefeste bulmak zorundadır aradığını... Dün geçmiştir ve yarın da meçhuldür!

AN bu an! Gün bugün! Dem bu dem!

Aynı biçimde “niye kiminin elinden mürşid tutuyor da kiminden tutmuyor? Biz kul değil miyiz?” demek “niye ben peygamber değilim?” demekle aynıdır.

Niye Çin’de doğup budist olduysa “Chong” adlı bir çocuk, niye Afrika’da doğduysa ve animizmi görüp animist olduysa “Gobir”, aynı sebeple Suriye’de doğup müslüman oldu “Hüsamettin”... Ve yine aynı sebepten mürşidi de var onun... Ve aynı sebep hiçbir yerde bir mürşid buldurmadı “Nizamettin”e...

Sebep, aynı sebep!

Puta tapıcı niye taptıysa puta ve güneşe tapan niye taptıysa hidrojen topuna, ben de aynı sebepten tapıyorum taptığıma! Aynı sebepten buldum bulduğumu ve bulamadım aynı sebepten aradığımı, ama aradım durdum aynı sebeple...

Niye küfür var ve hem de iman var?! Niye ben O değilim? Niye bana şu verilmedi? Niye ben seçilmedim? Bu soruların bir tek anlamı vardır: “Ben zıtları cem edemedim!” Zıtları cem eden için öteki - beriki kalmadığından “Niye?” diye bir soru da kalmaz, sanırım.....

“Niye?” demeyip mutluluğun formülünü bulmak lazım. Amâk-ı Hayâl’de mutluluğun formülü şöyle ifade edilir:

Mutluluk, hayatı olduğu gibi kabul etmektir.

(Yaz yazdır, kış kıştır; elma elmadır, armut armuttur - Hakikât)

Eskaline rıza göstermektir.

(Kendini olduğun gibi kabul etmek ve imkân ölçüsünde gayret etmek - Tarikat)

Islahına say etmektir

(Hatalarını, yanlışlarını, yamuklarını düzeltmektir - Şeriat)

Bu formülü veren kimdir?

Sizce kim olabilir?!

“Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: Kalem, Allah Teâla’nın ilmi hususunda kurumuştur.” Hadis-i Şerif

Okuma:

http://www.sufizmveinsan.com/aksam/risaleimeryem.html

(19-07-2009)

(Meryem Irmak)

 

393-Bu ülkede sigara yasağı gerçekten var mı?

Gözüme ilişti. Sigara yasağı ile basından alıntı yaptığım şu satırları sizlere yansıtmadan geçemeyeceğim.

Deniyor ki;

”…… kapalı alan sigara yasağı ile ilgili olarak binlerce işletme, bir yığın masrafa girerek, tiryakiler için açık alanlarda, bahçelerde, teraslarda sigara içme bölümleri yaptırdı. Ancak yeni bir genelge ile ortaya çıktı ki yapılan tüm bu sigara içme bölümleri yasağa aykırı.

Çünkü genelge, yağmurdan korunmak üzere tenteye ve hatta şemsiyeye bile izin vermiyor.”

Sanki daha öncesinde (19 Temmuz öncesi) kapalı alanlarda sigara yasağına uyan varmış gibi kabullenip, bu kararları eleştirmek, cidden şaşırtıcı geliyor.
Tenakuzlarla dolu bir durum var ortada.

Çünkü gördüğüm kadarı ile yaşadığım kentte Galeria'nın dışında kalan bütün AVM merkezlerinde fosur fosur sigara içilmesine göz yumuluyor, şikâyetler dikkate bile alınmıyordu.

Kanun hatırlatıldığında verilen cevap ise şuydu; “Ne yapalım kiramız çok yüksek, içilmesine karşı çıkmıyoruz.”

Haklıydılar, ne kanunu uygulayacak bir merci, nede itiraz eden vardı.

Benim gibilerin itirazının sonucu dayak yemekti.

İnsanların kurallara uyma zorunluluğu o denli işe yaramaz bir durumdayken, bu ülkede böylesine çelişkili durumlar yaşamak her zaman ön planda yer alır.

Ben bütün bu faktörleri dikkate alarak ciddi ciddi soruyorum;

Hakikaten ülkemizde sigara yasağı var mı?

Şimdi bunu görmek yaşamak istiyorum.

İşte o zaman artık bu ülke değişebiliyor diyebileceğim.

(21-07-2009)

(Barış Yelkenci)

394-Kuşku

İnsanoğlunun bilim tecrübesinde akıl kadar önemli bir yere sahip iki özelliği daha vardır: Merak ve kuşku.

Eğer bazı insanlarda etrafa karşı, olup bitene karşı yüksek düzeyde bir  merak olmasa idi araştırma gayreti ve zahmeti içine girmezlerdi. Merak edip bir takım bulgular elde etseler fakat o bulgulardan kuşkulanmayıp öylece kabul edip yetinselerdi, bu defa da merakın devamı gelmezdi. O zaman da bilimde ilerleme olmazdı. Dolayısıyla merak ve kuşkunun birlikteliği çok önemlidir. Bilgi aklın olduğu kadar merak ve kuşkunun çocuğudur. Hem de öz çocuğudur.

Öyleyse, iyi bir bilim adamı olmak için meraklı ve kuşkucu olmak şarttır. Elbetteki burada sözü edilen “hastalıklı” bir merak ve kuşku değildir. Ancak yine de kuşku kuşkudur.

Şeriat dairesinde akla, düşünmeye, araştırmaya davet edilen insan, böylece, bir anlamda meraka ve kuşkuya davet edilmiştir. Ancak itikadın belirli bir merhalesinden sonra insandan beklenen kuşkuyu atmasıdır. İşte, burası bilim ile itikadın ayrıldığı noktadır.

Kâmil iman kuşku kabul etmez.

Bilim ise kuşku’suz ilerleyemez.

Matematik diliyle bu iki kümenin kesişimi boş kümedir. Kuşkuyu aşmakla kuşkuda kalmak nerede buluşabilir ki?!

Bir bilim adamının kuşku duyması kaçınılmazdır. O eldeki her veriden “acaba öyle mi, ya değilse?” kabilinden şüphe etmek zorundadır. Bu şüphe bittiğinde bilim de biter. Fakat bilginin sonu olmadığına göre bilimsel şüphenin de sonu gelmeyecektir ve de gelmemelidir.

Bir aşıktan ise beklenen sadakatle teslimiyettir. Aşık adayı, kuşku duyuyor mu diye test edilir, ancak testi geçerse ona “sıddîk” unvanı verilir. Nitekim, Hz. Ebubekir müşriklerin alaycı bir şekilde “Senin adamın dün gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?” sorusuna hiç düşünmeden, bilimsel bir araştırmaya girişmeden “O dediyse doğrudur” cevabını veriyor, kuşku duymadığını ispatlıyor.

Aşk ve sadakat söz konusu ise, bütün mesele kuşku duymak veya duymamaktır! Hâl böyle diye, “bir bilim adamı asla derviş olamaz” gibi bir genelleme yapmak doğru değildir. Fakat dervişlik ile bilim adamlığı o kadar farklı iki psikoloji istiyor ki, az da olsa varsa, bu ikisini cem edip derviş olan bilim adamlarının ya da bilim adamı olan dervişlerin elini öpmek lazım!

Okuma: Genetik konusunda tüm bilinenler çökebilir!”

http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx
aType=SonDakika&KategoriID=17&ArticleID=
1118529&Date=17.07.2009&b=Bilim%20dunyasini%20sarsan%20gelisme

(Şahsen genetikle ilgili bilinenlerin kolaylıkla çökebileceğine inanmıyorum. Ancak bilimde KUŞKUnun esas olması gerektiğine ve günün bilimsel TEORİlerine göre Kur’an ayetlerini açıklamanın büyük riskler taşıdığına güzel bir örnek! Çünkü bir teori değiştiğinde veya tümden çöktüğünde otomatikman sizin din yorumunuz da değişmiş ya da çökmüş olacaktır.)

(24-07-2009)

(Meryem Irmak)

395-Sitem

İnsanoğlu kendi kurduğu dünyasında, evrensel gerçeklikten çok uzaklarda yaşamını sürdürüyor. Yaşadığı yörenin şartlanmalarıyla oluşturduğu değer yargıları doğrultusunda yaşamına yön veriyor. McFadden, Bohm, Pribram, Wolf gibi bilim insanlarının “evrensel değer” eserleri sadece elit düzeyde anlam kazanıyor. Değer yargıları bireysel çıkarlar doğrultusunda geliştirilen insanlara, gerçeklerle uğraşmak zor geliyor. Çünkü gerçek, tüm sorumluluğu insanın kucağına bırakıveriyor.

1400 yıl önce ulaştığı olağanüstü beyin algılama özellikleriyle evrensel gerçeği insanlığa sunan Hz. Muhammed’in öğretisi, günümüze kadar toplumsal şartlanmaların gölgesinde, özünden saptırılmış bir biçimde, karmaşık değer yargılarıyla sözde uygulanıyor. Temel söylemi olan “la ilahe, illa Allah” sözcükleri bile tanrısallığa atfediliyor. Oysa ki “yok tanrı, sadece Allah”,  günümüzde kuantum fiziğinin holografik evrensel bakışıyla tamamen örtüşüyor. Son 100 yıl içinde, gökte oturan ve memnun edilmesi gereken bir tanrı olmadığını ispatlayan bilimsel yaklaşım, tanrı olgusuyla şartlanmış muhafazakar toplumlarda hakaret olarak karşılanıyor. Şartlanmalardan oluşan değer yargılarıyla dünyaya bakan ve değişime karşı direnç gösteren toplumların içine düştüğü geri kalmış ya da “gelişmekte olan” durum, tanrı anlayışını bir kenara iten ve kendi öz bilincine inanan gelişmiş toplumların gölgesinde kalıyor.  

Tanrı anlayışından sıyrılıp gerçek Hz Muhammed öğretisi ve kuantum kuramı doğrultusunda “bilmeden”özündeki Evrensel Tek’den güç alarak yaşamına yön veren toplumlar, bilim ve teknoloji açısından “yarattıkları dinlerine inanan” toplumlara fark atmış durumdadırlar. 

Özde değil sözde inançların oluşturduğu mantıksız uygulamalardan etkilenen aydınsılar; gerçeği sorgulamak yerine gördükleri sözde uygulamalardan etkilenerek şartlanmışlar, gerçeğin dünya üzerindeki en büyük açıklayıcısına sırt dönmüşlerdir. Oluşan bu iki başlı karşıt şartlanmalar sonucu gelişen kamplaşmalar, toplumların gerçeklerden perdelenmesini daha da arttırarak “gelişmekte olan ülke” sınıflandırmasına maruz bırakmıştır.

Ne eylerse güzel eyleyene bağlılık bilincini bırakmadan sarf edilen bu sözler Sevgiliye bir sitemdir. Gelişmekte oluşumun kabulünü kolaylaştır ya Rabbim.

(21-07-2009)

(Barış Yelkenci)

396-Gazze Sularına Düşen Hüzün

Çocukluğumun fırtına misali geçtiği o deniz şehrinde yakamozlar düşerdi karanlık gecenin sularına. Kıyıya vuran dalgaların  sesi, hafif ve dinlendirici bir müziğin ezgilerini katardı geceye. Ben bir bankta oturur, hep uzaktaki sevgiliyi bekler, onu engin maviliklerde  tahayyül ederdim. Geceler ve yalnızlıktı, düşlerimin vazgeçilmez arkadaşları. Hep sınırları zorlayarak yaşadım hayatımdaki ilk adımları. Ve yine hayatın sınırlarını zorladığım o gece buldum aşkı. Özlemimi sonlandırarak gittim peşinden. Yüzyıllardır yok edilişinin acısını çeken ve ona direnen ülkemdi  aşk. Yarınların sınırsız ve sınıfsız olma idealiydi aynı zamanda. Onun kollarında yaktım zamanı. Bu aşkta tutuşsun istedim zorbalık..

Ülkem sendin sevgili.. Sen diye sevdim her şeyi.. Yaşadığımız her anın sahibiydin. Gözlerimi kapatıp seni düşlerimde tahayyül ettiğimde yeni günlerdi,  doğumunu önceden müjdeleyen.. Sendin baharı getiren ülkemin güzel dağlarına.. Seninle çiçeklenirken doğa ben de o sevince eşlik ederdim. Geceler ürkütücü gelse de kimi zaman, duvarların ardındaki bahara koşardım üşenmeden. Seni fısıldarken yarınlarıma, bahara ve umuda ve de sevgiye köprü olurdun. Ümitlerim ve senden bir bütün oluşturur, yerleştirirdim tarihin sayfalarına.

Sen şimdi içimde, sen şimdi her yanımda olan sevgili. Yokluk diye bir şey yok aslında, sen an’da varsın, tam ortasında. Zamanın kadranı seninledir.  Düşlerimin güzeli sevgilim, seni beklerim. Ülkem, senin kokunla dolar. Çileli zamanların, kahredici sıkkınlığından sıyırırım düşlerimi. Hükmü kalmaz, gelemeyecek olmanın..

Sen,
sadece
sen değilsin,
ben de yaşayan.
Bir soluksun…
Labirentin ortasında
yönümün ışığısın
Karanlık dehlizlerin
duvarlarından sızan..
Ve bir pistonsun
Sevgili,
her geri adımda
beni ileri taşıyan..

Sınırları zorlamaksa yaşam, ülkemi sevmek sınırların ötesiydi. Sana ülkem diyebilmek ve seni sevmek gibi. Herkes kendi umutlarının, sevdalarının yaratıcısı olur. Ben de kendi düşlerimin yılmaz yolcusu olurum.. Gerisinin bir düş olmasının ne önemi var.. Yeryüzünde sevgiyle yeşerecek topraklar en çok bizim özgürlüğe susamış ülkemizde var.

(05-08-2009)

(Tabip Dr. Mevlüt Katırcı)

 

397-Seçim

Gündelik yaşamda seçimle ilgili, algılama düzeyine katkıda bulunacağını düşündüğüm bir örnek vermek istiyorum sizlere. Yeter ki iyi anlaşılsın, sonuçta verebileceğimiz manayı destekler mahiyette olsun.

Diyelim ki transfer ayı. Takıma bir transfer yapılmak isteniyor.

Çok meşhur biri de olsa, hangi ülkede yaşarsa yaşasın, önce kısa sürede transfer olduğu ülkeye intibak sağlayıp sağlayamayacağı dikkate alınmalı ve akla hemen, bu ülkenin başka takımlarında, özellikle de transfer olduğu kulüpte bir başka oyuncunun yada vatandaşının bulunabileceği akla getirilmelidir.

Zira aynı gelenek, görenek ve adetlerini paylaşabileceği kimselerin olması, performansını, haliyle takımını olumlu yönde etkileyebilecektir.

Diğer taraftan, seçilecek sporcunun oynadığı son maçların çıplak gözle seyredilmesi, sakatlık durumları, takımı ile uyumu, kişiliği, yani asabi olup olmadığının kontrolü, bunun yanı sıra oynadığı mevkide veya başka bir yerde, istenen yetenekleri karşılayıp karşılayamayacağı, rakibin gücü, oyun kurgusu, üzerine gidildiğinde bilinçli hareket edip etmediği, takımının ve rakip takımın kalitesi gibi bütün faktörleri dikkate almak ve bunun akabinde transfer olacağı takıma katkısının olabileceğine karar vermek, en önemlisi; çok güçlü, şöhretli isimler karşısında neler yapabileceğini de kestirmek, bir anlamda dikkate almak gerekir.

Anlaşılacağı üzere bu iş biraz da basirete dayanır.

Bu ayrıntılara özen gösterilmiş ve buna göre kabullenilmiş, transferi yapılmış-seçilmiş bir futbolcu başarılı olur.

Bu gözlemde en yetkili kişi, hiç kuşkusuz, dünya standartlarında oyuncuları yakından bilen ve takip eden biri olarak teknik direktörlerdir.

Şurası kesin ki, oyunu okuyanın seçtiği, yapmış olduğu bir transfer, bir rastlantı değil, son derece bilinçli ve faydalıdır. Esasen hayat da böyledir.

Bir paradigma ile detaylarını yansıttığım bu seçim işlevine başka yerlerde, özellikle “eş ve işe alınacak eleman seçimi, arkadaş, komşu seçimi gibi olanlarını da” katmak mümkün.

Ancak önemli bulunmakla birlikte söz konusu ayrıntıları burada tekrar etmek istemiyorum. Konuyu boğacağı için okur’un keyfince bir öz eleştiri yapmasını ve buna göre düşünmesini istiyorum.

(08-08-2009)

(Barış Yelkenci)

398-Başarı Mücadeleden Gelir

Hayat devamlı olarak sürüp giden çok çetin bir mücadeleden ibarettir. İnsan doğduğu andan son nefesini verinceye kadar bütün zorluklarına, yoksulluklarına, acılarına rağmen yaşam arzusuyla doludur. Sefalet ve hastalık ve daha akla gelmeyen bir sürü derde rağmen insan daha iyi yarınlardan ümidini kesmez. En ağır şekilde hasta olanlar şifaya, en sefil bir hale düşenler bir gün rahata kavuşacaklarına olan ümitlerini yitirmezler. Hayatı çetin bir mücadele olarak kabul edince insanların bu ümitlerini tabii karşılamak gerekir. Aksi takdirde en küçük bir felakete uğrayıp da ümidini kaybeden bir kimsenin hayattan bir beklediği kalmaz. Dolayısıyla yaşam bu kişinin gözünde değerini yitirir.

Yaratılış itibariyle zayıf, kabiliyetsiz, korkak ve karasız kişiler her zaman hiçbir şey yapmamak tehlikesiyle karşı karşıya bulunurlar. İşin kötü tarafı cesur, çalışkan, kararlı, bilgili kimseler çalışmaları atılganlıkları sayesinde muvaffak olurlar: Bunlar hayatta en iyi yerleri ele geçirebilirken onlar bir köşeye itilirler ve hayatın çok gerisinde kalırlar bu duruma düşünce de büsbütün maneviyatları bozulur ve hayata karşı küskün bir tavır takınırlar.

Hayat; görevini gayet iyi yapan bir elek gibidir. Bu elek kalburu içine düşen insanlar bir bir elden geçer, küçükler zayıflar dökülürken iri ve kuvvetli olanlar kalburun üstünde kalırlar. Dünyaya gelip de bu hayat kalburundan geçmemeye, onun dışında kalmaya imkân ve ihtimal yoktur. Bu bakımdan hayatta hiçbir başarı sağlayamayan kimselerin kabahati sadece kaderin kötü cilvelerinde bulmaları gerçekten yanlış ve yersizdir. Hele içinde yaşadığımız çağda mücadele göstermeden başarıya ulaşabilmeyi ümit etmek kelimenin tam manasıyla saflık olacaktır. Muhakkak ki, insanların başarıya ulaşmalarında müspet ve müsait şartlar, yerinde tesadüfler vardır. Fakat bunlar birer istisna teşkil ederler.

Tevafuk başarı yolunda asla kaide teşkil etmez. Hem sonra şunu da unutmamak lazımdır ki, beceriksiz, tembel çekingen insanların önlerine böyle fırsatlar çıksa da bunlardan istifade etmeleri neredeyse imkânsızdır. Tedbirlerde kusur edenler sonra dönüp suçu kadere yüklerler. Genel kaide herkesin kendi durumunu kendi muvaffakiyetini kendi gayretiyle tesis etmesidir. Başarıya ulaşıldığı takdirde sevabı o kişinin, muvaffak olunmazsa zararı yine o kişinin üzerine olacaktır. Bunun için dişini sıkmak, zorluklara cesaretle karşı koymak kendi kabiliyetini değerlendirmek ve onları harekete geçirmek gerekmektedir. Hiçbir zaman engellerden korkmamalı, bu engellere doğrudan doğruya cepheden taarruz etmek mümkün olmadığı takdirde onları yandan kuşatıp yenmeye çalışmalıdır. Allah kulunun gayretlerini zayi etmeyecektir.

Selametle efendim…

(13-08-2009)

(Bilal Atış)

399-Akıl Gelişiminin Sağlanması

Öncelikli hedef “idrak” olmalıdır. Kişi, akıl zafiyeti olduğu idrakını kabul etmeli ve sorumluluğu kendi üzerine almalıdır. Bu, motivasyon(güdülenme) için gereklidir. Çünkü akıl, uzun süreli motivasyonu sağlamaya yeterli olamaz. Olsaydı, zafiyeti olmazdı.
Uzun süreli motivasyonu sağlamak için ön koşul “inanç”tır. Aklın gelişimine inancı olan, aklın zafiyet ölçüsüyle başa çıkabilir ve uzun soluklu motivasyonu sağlayabilir.
Hedef belirlenmeli, karar verilmeli ve sonuna kadar verilen karar sorgulanmadan uyulmalıdır.
Kısaca önce idrak etmek ya da farkındalığı arttırmak, sonra inanmak ve ardından motive olmak.
Bilimsel veriler, beyin ön bölge hücre sayısını artırabilmenin olanaksız olduğunu bildirmekle birlikte bu hücreleri birbirine bağlayan ağ sistemi artışının akıl özellikleri üzerindeki olumlu etkilerini kabul ediyor. Ağ sistemi gelişimini sağlamak için “değişmek” ya da “yenilenmek” gereklidir. Değişebilen her özellik yeni bağlantı sistemleri kurarak akıl gelişimini sağlayacaktır. Değişim için öncelikle sorgulamak gerekir. Çünkü aklın zayıf olmasını sağlayan neden, o ana kadar sürdürülen “yaşam biçimi” dir. Değişmesi gereken de o”dur.
Gidilen yol yanlış; değişmeli, değişim göstermeli!
Değişebilmek için öncelikle bağımlılıklardan kurtulmak gerekir. Nelere bağımlısınız? Vazgeçemeyeceğiniz şeylerin listesini çıkartarak başlayan. Kolaydan zora doğru.
Önce beslenme; beynin düşmanlarında kurtulun. 1.Meyve hariç şekerli her şey; 2.beyaz unlu tüm ürünler, ekmek ve makarna dahil. Doğal olmayan tüm besin ürünlerinden kurtulmaya çalışın. Sofranızdan, üzerine limon sıkılmış yeşilliği eksik etmeyin. Yağlar iyidir. Çünkü doğaldır. Zeytinyağını her yemekte kullanabilirsiniz. Süt yerine ürünlerini tercih edin. Yoğurdu fazla değil kararınca yiyin. Uyku veren, uyuşturan besinlerden(sarımsak, soğan vb.) uzak durun. Beyin gelişimine katkısı olan doğal beslenme desteklerini kullanın.
Sonra; düzenli spor, her gün 1 saatlik yürüyüşle başlayıp tempo ve süreyi zaman içinde arttırın. Masa tenisi beyin gelişimine en çok katkıda bulunan spordur. “Spor beyni parlatır.”
Evinizde bulunan tüm plastik ürünlerden bir an önce kurtulun. Tahta ya da porselen gibi doğal ürünlerle değiştirin. Alışverişte ipten örülmüş file kullanın.
Çevrenizi genişletin. Farklı düşüncedeki insanlarla birlikte olun. Hiç okumadığınız bir gazeteyi okumaya başlayın. Her gün farklı yollardan işinize gidin. Farklı koltuklara oturun. Farklı giyinmeyi deneyin. Tuttuğunuz takımı değiştirin. Bir süre sonra farklı spor dalıyla ilgilenin.
Size çok ters gelse bile hemen tepki vermeyin. Kendinizi onun yerine koyun.
Hiç bilmediğiniz bir konu üzeriMetin Renginde araştırma yapın. Dünyanın en büyük kitaplığı olan interneti kullanın. Konu üzerinde yazı yazın, tartışın.
Değişim hakkında kitaplar okuyun.
Yaşam tarzınızı belirleyen toplumsal yargıları sorgulamadan, aklınıza yatmadan kabul etmeyin. Kabul ettikten sonra bile sorgu Metin Rengikapısını aralık bırakın.
Anne ve babamdan aldığım bilgileri aklım yatıncaya kadar sorgulayacağım. Gazali

(16-08-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)



Üst Ana sayfa e-mail