301-Ruhullah !
Ev işlerine gelen yardımcı hanım
bir süredir Kur’an-ı Kerim meali okumaya merak sarmış! Ne güzel
merak! Komşularının fal bakmalarından, dedikodu etmelerinden,
kayınvalidesinin muskalarından dert yanıp duruyor! “Bunlar dinimizde
haram” diyor. “Neden bunların üstüne kimse gitmiyor?” diye din
adamlarına serzenişte bulunuyor! Aramızdaki en ilginç diyalog ise şu
oldu:
Ibrahim Suresine geldim...
Allah bize ruhundan üflemiş! Yaa...!
“Allah bize ruhundan üflemiş!”
Bunu öyle sevinçle ve şaşırarak
söylüyor ki... İlk defa öğrenmiş. Çok mutlu olmuş... “Bizde
Allah’ın ruhu varmış”. 34 yaşında , yıllardır oruç tutup namaz
kılan din kardeşim Allah’ın kendisine Ruh üflediğini ilk defa
duyuyor.
Hem üzüldüm, hem sevindim!
Sonra aklıma bu ve benzer
sütunlarda yapılan tartışmalar geldi... Bazen de televizyonlarda,
çeşitli yayınlarda din alimlerinin tartışmaları, ele aldıkları
öncelikli konuları düşündüm...
Bu öncelikli tartışmalar
bilmeyene ne bildiriyor? Bilenlerin “avam”a karşı sorumluluğu
yok mu? İslamın ruh boyutu sırf elit kesim için mi?
Asıl soru şu: İslamda elitizm var mı?
Bir aydın İslami yazarın
televizyondan bangır bangır şöyle buyurduğuna şahit oldu bu
kulaklar: “İslam çoban dini değildir”.
Gerçek İslam toplumunun asla geri
kalamayacağından dem vuruyordu! Bu doğru. Ama geri kalmışlığın
sebebi cahiller mi, ışığı ile aydınlatması gereken aydın inananlar
mı? Çobanları küçümseyen aydınlar! “Küçümsemek”, ışığı
söndürmektir.
Hz. Peygamber (sav) ve diğer pek
çok peygamber çobanlık yapmadı mı?
“Bir köle ile hür Allah katında
eşittir”, demedi mi? Bu yüzden Mekkeli müşrikler Resulullah (sav)
ile alay edip Hz. Zeyd’e eziyet etmediler miydi?
Çobanlarda da Allah’ın Ruh’u
yok mu? Değerimizin sebebi sırf Ruhullah değil mi?
Bakalım “Kitap” ne diyor?
1-2) Kendisine o âmâ geldi diye
Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü.
3) (Ey Muhammed!) Ne bilirsin,
belki de o arınacak,
4) Yahut öğüt alacak da bu öğüt
kendisine fayda verecek.
5) Kendini muhtaç hissetmeyene
gelince;
6) Sen, ona yöneliyorsun.
7) (İstemiyorsa) onun
arınmamasından sana ne!
8-9-10) Allah'a karşı derin bir
saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona
aldırmıyorsun.
11) Hayır, böyle yapma! Çünkü bu
(Kur'an) bir öğüttür.
12) Dileyen ondan öğüt alır.
(Abese Suresi)
Bizlere Kur’an okumayı devamlı
kıl, Kur’an’dan ayırma Yarabbi!. Amin
(17/09/2008)
(Meryem Irmak)
302-İttifak’a
davet.
‘Allah indinde din İslâm’dır’
denmesine karşın, İslam ehli ayrı
telden çalmaya, bireysel düşüncelerini hızla
yaymaya devam ediyor! Bu görüş size abartılı
gelebilir, ama biraz daha yakından
bakarsanız gerçeklikten çok uzak olmadığını
da görebilirsiniz.
Toplum, ne yazık ki uzunca bir süreden beri
farklı olanı, değişik olanı düşman gören,
adeta dışlayan düşüncelerin etkisiyle iyiden
iyiye şekilleniyor. Bu yönlü bakış açıları
esasen, ‘sistem kavramının’
oturmasıyla birlikte daha da yaygınlaşmaya
başladı.
Bugün İslam toplumu ne yazık ki farklı
etkilerle, birlik ve beraberliğini çoktan
yitirmiş, bir araya gelmesi/getirilmesi
mümkün olmayacak gibi görünen kırık bir
aynaya dönüştürülmüştür.
Oysa bu düzeydeki kişilerin ahlakı, ilim
seviyesi/yaşam pratiği kendini sarsan
güç ilişkileri karşısında eğilip bükülmeyi
reddeden canlı bir yapılanmaya sahiptir.
Dini kabul eden hemen herkes, bu anlayışa
ortak olmuştur denebilir.
Buna rağmen değişik tercihlerin varlığı ve
davranışlar hemen göze batmaktadır.
Çok iyi bilinmeli ki, bazı tercihleri
benimseyenler kimileri için düşman sınıfında
kabul ediliyor ve hoşgörü çerçevesinde
kabullenilemiyor.
Örneğin ‘kitaplara yasak’ vurmaya
kalkışan zihniyete tanık oldu bu toplum.
İman sahibi
yüksek düşünen bir bireyin kendi inançlarını
yaymak ve pekiştirmek amacıyla yayımladığı
eserlerinin yasaklanmasının nedeni başka ne
olabilir?
“İnancına güvenen, yaptığı işin farkında
olmuyor”
denebilir mi?
Bir Müslüman bir Müslüman’a bunu yapabilir
mi?
İnsanlar eşit haklara sahip değil mi?
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım; toplum
üzerinde egemen olan düşünce, insanlarımızı
hedef haline getirecek bir anlayış içinde
yürümeye devam ediyor. Ve bu tablo maalesef,
bir anti ittifak anlayışını gözler önüne
seriyor.
Akla gelen soru şu:
Biz buna karşı ne yapacağız?
Davranışlarımız nasıl olacak?
Gelin, üzerinde bir kez daha düşünelim,
kafa yoralım, ama mutlaka bir ittifak
dairesi içinde kendimizi sorgulamaya
çalışalım, hataları görelim.
(19/09/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
303-Okul
Sevgisi
Okula başlayış ve okulda
geçirilen ilk ayların, bazen çok girgin kalabalığa alışık çocuklarda
bile bir çekingenlik yarattığı bilinen olaylardandır. Bu çekingenlik
çocuğun kendini yalnız hissetmesine ve bunun neticesi olarak da
okuldan sıkılmasına sebep olur. Eğer bu durum uzun müddet devam eder
çocuk okula alışamazsa o zaman üzerinde durup sebeplerini aramak
lazımdır. Anne, kendi işini yapabilmek veya dinlenmek için çocuğun
okula gidişini bir fırsat olarak kabul eder, bunu da çocuğa
hissettirirse, hele çocuğun kendisinden daha küçük, evde kalan bir
kardeşi de varsa bu davranış çocuğun içinde bir kıskançlık
yaratacağından okula gitmeyi istemez ve okulu kendisini evden
ayırdığı için sevmez. Çocuk okulda olduğu zaman evdeki oyuncaklarına
ve şahsi eşyalarına evde kalan kardeşinin dokunmayacağından, onlara
zarar vermeyeceğinden de emin olmalıdır. Ancak o zaman okulda evi
düşünmeden kendini derslerine verip derslerini takip edebilir.
Çocuğa ayrılık güç geliyorsa, bu
ara sıra, onu kendisinin sevdiği, tanıdığı bir akraba veya
arkadaşına bırakıp, anneden uzakta 3–4 saat geçirtilerek kısa
ayrılıklara alıştırılıp okulda geçecek zamanın çok güç gelmemesi
sağlanmalıdır.
Çocuk sıkça ağlayarak okula
gitmek istemediği zamanlar anne anlayışlı davranıp çocuğa ne şiddet
ne de müsamaha göstermelidir. Bu halin çocukta yerleşmemesi için en
iyi çare onunla hasbıhal ederek oyalayıp okula götürmektir. Okulda
öğretmeni ile de konuşup çocukta bu sıkıntılar geçinceye değin
kendisine yardımcı olması rica edilirse çocuk bu isteksizlikten kısa
zamanda kurtulup, okulunu, arkadaşlarını ve öğretmenlerini sever.
Evlatlarımızın istiqballeri
ilkokul sıralarında şekillenmeye başlayacaktır. Veli öğretmen
ilişkisini sağlıklı bir şekilde tesis edip yavrumuzun bu zor
günlerinde ondan ilgi ve sevgimizi esirgememeliyiz. Kantarın
topuzunu da sağlıklı ayarlamalı ve ne şımarmasını ne de bunalmasına
fırsat vermemek durumundayız.
(22/09/2008)
(Bilal Atış)
303-Kendi
oyununa gelmek"
Yaşam zor iştir.
Hele imtihanlı -sorunlu ortamlarında…
Basiret ise uzağı görüştür.
Özellikle, çıkmazlarla baş başa
kalındığında…
İnsanlara ders verecek bir yığın olayla siz
de karşı karşıya kalmışsınızdır.
Ben daha çok gençken, kendi oyununa
gelmeyen, en ağır baskılarla, dayanılması
olanaksız görünen eleştirilerle
karşılaşmalarına rağmen “kontrollü
olabilen, dengeyi bozmayan” en çapraşık
sorunları yaşayan insanlar gördüm.
Asla yıkıma uğramadılar. Öğrendiklerini
başarıyla uygulamaya çalıştılar.
Ama burnu büyük kişiler, üç adım ötesini
görme yetisinden yoksun gibiydiler.
Tecrübeli bilge insanlar arasında manevra
yapmaya kalktılar, sonunda bir bebek
gibi kucağa oturdular.
İnsanları eğitmek için yeterli bilgileri
yoktu. Yani içmeye ayranları yoktu, ama
fetih ehli olma hayalleri görüyorlardı.
Aslında bu ruh halinin kendilerini yok
edeceğine, haritadan silinmelerine yol
açacağını düşünmüyorlardı hiç.
Kendi oyunlarına gelme olasılığını
akıllarına bile getirmiyorlardı.
Bunu düşünen ve yardımcı olmaya çalışan bazı
büyüklerimiz onları sürekli uyarıyordu:
“Lütfen egonuzu terk edin!” diyerek.
Ama anlayan, gören kim?...
“Biraz bekleyelim, sonra karar
veririz” diye mızmızlanıp ince
mesajları değerlendiremediler.
Yaşanan bu süreçlerde sonra ben beklerdim
ki, bu tür hallere girenler en azından
toplumsal gerçeklerle yüzleşsin ve kendisi
ile ilgili bir güncelleme yapsın.
Sonunda isimleri hatırlanmayacak duruma
gelip yaşamı-mistik alanı terk edip
gittiler.
Allah cümlemize akıl fikir ihsan eylesin…
Böylelerinden bizi korusun!
Amin…
(25/09/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
304-Anlaşılmak
var ya..."
Hayatta en çetin meselelerden biri de
muhakkak biri tarafından anlaşılmak veya
insanın karşısındaki kimseyi iyice
anlayabilmesidir. Başarı kazanmakta, mesut
veya betbaht olmakta bunun payı gerçekten
çok büyüktür. Mesela kızlarımızın çoğunun ve
hatta evli hanımların bir çoğunun devamlı
şikayetleri bu yöndedir; anlaşılmamış olmak.
“Bir türlü anlaşılamadım, kimse beni
anlamıyor” diye hallerinden hep şikayet
eder, sızlanıp dururlar. Bu serzenişlere
sadece hanımlarımızda değil beylerde de
tesadüf edilir. Halbuki tutumları ve
davranışları iyice tetkik edildiğinde
hayatta her insanı müsbet veya menfi
yönlerde anlamak pekala mümkündür. Ayrıca
anlaşmanın iki kimse arasında karşılıklı
olması lazım geldiğini asla unutulmamalıdır.
Hiç bir zaman tek taraflı anlaşma olamaz.
Aksi taktirde kalpleri birbirlerine
yaklaştıracak yerde, birlikte yaşamak,
birlikte vakit geçirmek yerine, birbirinden
daima uzaklaşmak, hatta gözden kaybolmak
tehlikesi daima vardır.
Birisini anlamak, kelimenin tam manasıyla
onu sevmek, o kimsenin hiç bir karşılık
beklemeksizin iyi olmasını istemek demektir.
Bu durumda olan kimseler karşısındakilerin
yararına olmak üzere kendilerinden,
gururlarında, mevkilerinden kısacası maddi
ve manevi her şeylerinden kendi istek ve
iradeleriyle fedakarlık etmekten
kaçınmazlar. Bu fedakarlıkları yaptıkça da
kendilerini mesut ve huzur içerisinde
hissederler. Karşılıklı tam bir anlaşmanın
gerçekleşebilmesi için iki tarafın çok
samimi olarak birbirlerinin ihtiraslarının
nelerden ibaret olduğunu anlamaları,
isteklerini bütün tefarruatları ile
sezinlemeleri, ihtiyaçlarının nelerden
ibaret olduğunu iyice değerlendirmeleri,
bahtsız kara günlerde de aynı anlayış
mülahazasıyle yalnız bırakmamaları şarttır.
Anlaşmayı mümkün kılan kolaylaştıran şartlar
bunlardır. İnsanların birbirleriyle
anlaşmalarını kaynaşmalarını engelleyen
sebepler, haller olduğu taktirde yapılacak
hemen hemen hiç birşey yoktur. Fakat böyle
olduğu taktirde de asla “anlaşılamadım”
dememeli, “doğru insanı seçmesini bilemedim”
diye tefekkür etmelidir.
Netice olarak hiç bir insanın anlaşılmamış
olmaktan şikayet etmeye hakkı yoktur. Kendi
karakteri, alışkanlıkları, zevkleri, yaşama
tarzı vesaire bakımından taban tabana zıt
yaratılışta bir kimseyle anlaşmaya imkan
olmadığına göre anlaşılmamış olmanın suçunu
gene kendi yanlış hareketlerinde,
tutumlarında aramalıdır. İnsan bütün
gayretiyle yanındaki yanlış olarak
arkadaşını, dostunu kendi gurur ve
bencilliğinden sıyrılarak iyice anlamaya
çalışmalıdır. Şayet karşısındakinde kendi
vasıflarına uymayan vasıflar bulunduğu
taktirde sonradan “anlaşılmadım” deyip
kötümserliğe sürüklenmektense en kısa yoldan
hemen geri dönmeli ve kendini de yanındakini
de daha sıkıntılı ruhsal durumlara düçar
etmemelidir.
(28/09/2008)
(Tabip Dr. Mevlüt Katırcı)
305-Eğitimci olabilmek"
Hasbelkader diyemeyeceğim, Allah’ın dilemesi
ile batağın göbeğinden kurtulup sıkı bir
yere kapağı atmış, orada terfi ederek bir
şekilde isim yapmış ve zaman içinde Allah
ilmini dostlarla paylaşan kişileri
tanıyorum.
Önce, bu
insanların belli bir üretimde bulunmaları,
inanan fertlere/inanç dünyasına bir şeyler
katmaları gerekir. İyi bir
eğitmenden/aktarıcıdan, doğacak sıkıntılara
sebebiyet vermemeleri beklenir.
Sıradan
ve çok saçma yaklaşımlarla muhatabı üzmek,
sıkıntılar yaratmak, en önemlisi o cesareti
kendinde bulabilmek göze hoş gelen bir durum
oluşturmaz.
Bir kimse
ile alay etmek, fanteziye kaçıp keyfi
hareketlerle onu ortam/toplum dışı bırakmak,
insan yerine koymamak belki popülerliğin
işareti sayılabilir, ama aynı zamanda
kişinin bugüne kadar öğrendiği şeyleri
yaşamına geçiremediğini, sağlık koşullarını
yitirdiğini de kanıtlar.
Bunlar,
çok tehlikeli ve aynı zamanda bireyin
altından kalkamayacağı nedenler olup
hazımsızlığın da belirtisidir. Hakiki bir
eğitimcinin yapacakları arasında yer almaz.
Eğitimci,
öğretme sürecinde kimseyi kırmayacak, kendi
problemlerini paylaştığı kişiye
yüklememesini bilecektir. Şayet kendi
sorunlarıyla duygularını karıştırıp
kişiselliğe dönük bir tarz yaratıyorsa onu
uyarmak, söz konusu eğiticiyi yetiştirenin
ve lanse edenin işi olmalıdır.
Bu
tehlikelerin bertaraf edilmesi ancak daha
hakça, daha paylaşımcı bir sistemi zorunlu
kılacaktır.
Dostlarım!
İlim,
laubalilik yapmak, başkalarının dünyasına
girip ayrımlaşma modeli çizmek değildir.
İlmin
değerlerine uyan, özen gösteren yükselir.
Aydınlanmamışlar ise sadece laf ebeliği
yapan bir konuma düşer ki onlardan hiçbir
hayır gelmez. Bu tür hareketlere teşebbüs
eden kişilerden ne pahasına olursa olsun
uzak durmalı, faydasız ilminden Allah’ a
sığınmalıyız diyorum.
(30/09/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
306-İdrak ve İman
Kur’an
çeşitli anlayış düzeylerine, o anlayışların sahiplerinin diliyle
hitap eder. Farklı bakış açılarına ve özellikle Kur’an’ın indiği
toplumun değer yargılarına göre açıklama yapan birçok vahy vardır ve
Kur’an’a yönelik şüphelerde bu ayetlerin yüzeysel anlaşılmasından
kaynaklanır. Kur’an tamamıyla çeşitli idrak düzeylerine hitap eden
bir kitaptır. Tüm zamanlara ve tüm idraklere açık evrensel bir
vahyin başka türlü olması da düşünülemez. İslamiyet’in tasavvufi
yorumu bunu esas alır. Örneğin “Hidayetiniz kadar O’nu
zikrediniz..” (2 /198) ayetiyle, idrakin doğurduğu hidayete
göre anılan Allah mefhumundan bahsedilir. Dinin idrake göre
şekillenişi, Mevlana’nın şu satırlarına da yansımıştır: “Şeriat
dirilerle zenginler içindir. Mezarda ölülere şeriat hükümleri tatbik
edilir mi? Benlikten geçmiş, yoklukta başlarını vermiş kişilere
gelince, onlar, mezarlıktaki ölülerden yüz kat daha ölüdürler.”
Kur’an, insanlara bazı yaptırımları sunar ama her idrak seviyesi, bu
hitaptan kendi düzeyine uygun bir sonuç çıkarır. Yani İslamiyet,
muhatabının bakış açısına göre şekillenir. Vahyin bir idrak düzeyine
ettiği hitabı, özünü anlamadan kalıplaşmış olarak değişmez bir
gerçek şeklinde kabul edersek, yanılırız. Değişmez gerçek, Kur’an’ın
ruhudur. Bu ruh, “Biz, Kur’andan mü’minlere şifa ve rAhmed olan
şeyi indiririz.
O, zalimlerin ise sadece
ziyanını artırır.” (17/82)
diye anlatılır. O’nun
ruhunu değilde, bir idrak seviyesine yansıttığı hükmü değişmez kabul
etmek, çelişkilerin ve inkarın temel nedenini oluşturur.
“Hakikati bu Kur’anda çeşitli şekillerde açıkladık
ki, düşünüp anlayabilsinler.” (17/41)
(03/10/2008)
(V. Korhan Koral)
307-Korunuyor musun?
Korunma
deyince ilk aklıma gelen; çocuk yaştan beri annemin her sabah evden
çıkarken: “Yedi Ayetel Kürsi oku, yedişer de Felak- Nas, sağına
soluna üfleyerek, sağ ayakla ayakkabını giy oğlum” sözleridir.
Ehlinin
ikram ettiği KORUNMA DUALARI ise paha biçilmez bir zırh gibi, sağlam
bir hisar inşa eder etrafımıza…
Korunma;
sadece dua ve zikir midir, başka korunmalara da ihtiyacımız var
mıdır, sorusu etrafında biraz düşünelim istiyorum.
Modern
bilimin verileri sünnetullah gerçekliği ile paralel okunduğunda
ortaya çıkan acı bir gerçek var ki; dünya hayatında bağımsız ve
özgür olduğumuz yaklaşımı, tamamen yanılsamadan ibarettir… Kelebek
etkisini biliyoruz, toplumsal değişimin bireyleri etkilediğini
biliyoruz, düşünce akımlarının hava ve iklim gibi insana tesirini
biliyoruz…
Ve artık
biliyoruz ki; beyinler beyinleri, kalpler kalpleri, gönüller
gönülleri etkilemektedir. Ve bu etki; izne tabi olmayıp orman kanunu
gibi güçlü beynin zayıf beyne tesiri, güçlü duygunun zayıf duyguyu
egemenliği altına alması, güçlü kişiliğin zayıf kişiliğe baskın
çıkması şeklinde sürmektedir…
Yani
bilincimiz, daimi surette kasırga yada meltem şeklinde esen bilinç
akımı ve yayınlarının etkisine maruzdur. İçten vehmin, dıştan
negatif tesirin etkisi altına girmemek üzere dua ve zikrin rolü ve
gücü elbette tartışılmaz. Ama sadece bunlar yeterli olmasa gerek…
Yaşamsal bazı düzenlemeler de yapmanız gerekir kendi adınıza….
Bilinçlerin
bilinçleri etkilediği ortamda nasıl davranırsak kendi idrak ve
ilmimizi korumuş oluruz?!..
Cevap
arayacağımız soru bu…
Öncelikle
dost ve arkadaş seçiminize dikkat ediniz!... Hadislerde geçen
KAFİRLERİ DOST EDİNMEYİN uyarısını bu çağda PERDELİLERLE ARKADAŞLIK
ETMEYİN şeklinde anlamamız ve bunun gereğini yapmamız gerekiyor.
Bir yanda
ilminiz, diğer yanda o ilimden habersiz, ona karşı yada ondan çok
uzak boyutlarda yaşayan dostluklarınız, arkadaşlıklarınız varsa,
emin olun ki, ilminiz de idrakiniz de bulanmaya, kafanız karışmaya
mahkumdur!... İlme verdiğiniz emeklerin heba olmaması, bir dizi
gayretle eriştiğiniz idraklerin yıkılmamasını istiyorsanız, böylesi
bir korunmaya mecbursunuz…
Bilgi
kaynaklarınız da bu noktada bir o kadar önemli… Bir kaynağa
yönelmişseniz, bir idrak disiplini içinde menzile varmayı
hedeflemişseniz, her önünüze gelen bilgi kaynağına eğilemezsiniz.
Kafanızın kuru bir ansiklopediye dönüşmesini, ruhsuz bir bilgi
hamalı olmayı istemiyorsanız buna da mecbursunuz…
Sahabenin biricik bilgi kaynağı HZ. MUHAMMED (SAV) idi…
Risalet kaynağından dökülen ilme yönelen bizler, bu sahabe tavrının
bugün için ne mesaj taşıdığını bir kez daha düşünelim…
Sahabenin yegâne dostları, yine sahabeler idi…
Bugün, bu ne demektir bunu da düşünelim.
Biz sadece
DOSTLUK ve BİLGİ KAYNAKLARI noktasında KORUNMA konusuna dikkat
çektik.
Sizler
diğer alanlarda, günlük hayatta ilmi ve idraki korumak üzere nasıl
tedbirler alınır, daha geniş düşünecek ve daha anlamlı cevaplar
bulacaksınız elbette….
Hayırlı,
bereketli günler diliyorum…
(06/10/2008)
(Mehmet Doğramacı)
308-Dinliyor musunuz?
Susunuz, dinleyiniz; seslenişi "okumaya"
çalışınız!.
(AH)
- Lafını balla böldüm (…)
-
Bu noktada bir saplama yapayım (…)
- Çok özür dileyerek araya gireceğim (…)
Yabancısı olmadığınız sözler bunlar. Günlük
hayatta iki kişi konuşurken yada çoklu
ortamlarda sıkça duyar, kullanırız…
Lafını balla böldüm...
Söz kesmek; karşıdaki bitirmeden önüne
atlamak; bütün görgü disiplinlerinde edepsizlik kabul edilirken bal
neyi örter ki?.. Kendisi çirkin olan şeye, bal ambalajı geçirseniz
ne değişir?!..
Bu noktada bir saplama yapayım…
Şimdilerde kullananınız var mı bilmem ama 80 li 90 lı yıllarda
kültürlü geçinenlerden sıkça duyardık… Kim icat ettiyse söylenişi
bile itici bir tabir.
Çok özür dileyecek araya gireceğim…Yanlış yapıyorsun ki özür
diliyorsun?.. Özür dileyerek yanlışa başlamak mı? Bizim bildiğimiz;
bir anlık gaflet sonucu elden- dilden çıkan yanlışa özür dilenir.
Özür örtüsüyle yanlışa yürümek! Tuhaf!
Ne anlatmaya çalışıyorum? Dinlemiyoruz. Birbirimizi dinlemiyoruz.
Sabrımız, tahammülümüz hiç yok. “Konuşsun, sonuna kadar
dinleyelim, bakalım maksadı ne?” fırsatını tanımak yerine,
ağızdan çıkan ilk cümlelerde hükmü yapıştırıyor, önyargılarla, suçlu
yaftaları ile duvarlar örüyoruz etrafımıza…
“Söze kulaktan girilir” demiş büyükler. “Bir ağzın iki kulağın var
ki, iki dinle bir düşün” demiş erenler…Sohbet Kültüründen geliyoruz.
Sakın ola kahve kültürüyle, dedikodu bayalığıyla karıştırılmasın!
Sohbet; muhabbet- dostluk demek. Dostun etrafında dostluğa talip
olanların BİRini dinleyerek BİRliğe yönelenlerin meclisi sohbet…Her
kafadan sesler yükselen yer değil sohbet meclisi.
İstediğiniz kadar bilgili, istediğiniz kadar derin olun,
dinlemiyorsanız ciddi bir mahrumiyet içindesiniz. “Konuşan Toplum”
adına gürültücü yığınlara dönüştük. Vaktiyle Tokyo’da bir kitabevine
giren Türk Profesör satıcıya sormuş:
- Konuşma Sanatına dair kaç eser var elinizde?
- 3 çeşit.
- Dinleme Sanatına dair?..
- 25 çeşit…
(Konuşmadan çok dinlemeyi öne alan Japonya!.. Düşünün..)
Dinlemek bir sanat ve de nezaket! Sadece bu mu? Hayır, dinlemek;
hakikate talip olanların ibadet saydığı bir eylem. Sahabe-i Kirama
kulak vererelim: “Biz Rasülullah’ı, sanki başımızda kuş varmış da
uçuverecekmiş gibi dinlerdik”
Hakikate yöneliş disiplinine bakar mısınız? “Karşıdaki” dediğimiz
kişi neyin hakikati? Önünü kesmekle aslında neye set çektik,
farkında mıyız?.. Mirac hediyesi Amenerrasulu’ de SEMİ’NA VE ATA’NA
( İşittik, itaat ettik) buyrulur. İşiten, dinleyen, kulak veren;
itaat ve kulluk edebiyle gerçeğe açılabilir!
Haydi, hemen, şimdi yeni bir başlangıçla, o ayeti OKUyarak söze, söz
meclisine girelim: SEMİ’NA VE ATA’NA!.
(08/10/2008)
(Mehmet Doğramacı)
309- Gafletin
Resmi
“Sen
mutluluğun resmini çizebilir misin?”
diye sormuş Nazım Hikmet, arkadaşı Abidin’e.
Ne yanıt
aldığını bilemiyorum. Bildiğim tek şey; mutluluğun resminin
yapılamayacağıdır.
Peki,
gafletin resmi yapılabilir mi, ne dersiniz?
Onu da
düşünemiyorum.
Gaflet, birey
ile Allah arasındaki perdenin varlığından kaynaklanır.
Bu kötü halde
yaşamını idame ettiren, şirk- farkındalık gibi
gündelik hayatta sürekli karşımıza çıkan kavramlarla pek baş edemez.
Daha
açıkçası,
gaflet içinde yaşayanlar pek çok kavrama, hayata bakış açısıyla bir
tamlama getiremiyorlar.
Haliyle, en
büyük özellikleri/incelikleri dedikodu üretmek, nifak
yaratmak oluyor. Bunca ikaza eleştiri ve çözüm önerilerine rağmen,
bu olguyla adeta coşarcasına yakınlık kurmakta da bir mahzur
göremiyorlar. Çünkü dil durmuyor.
İnsani
etkileşim konusunda çeşitli durumları bir araya getirerek çözümler
üretemiyorlar.
Yoğun
bir eğitim, İslami terbiye, esneklik, zihinsel durum ve en önemlisi,
kişinin kendini karşısındakinin yerine koyma gibi teşebbüsleriyle
pek ilgileri yok.
Kısacası,
kilitlenip gidiyor, yalpalayıp duruyorlar.
Hatta bu
gibiler için “yalpalama” sözü bile yetersiz kalır.
Dolayısıyla fazla vakit
geçirmeden, ıvır zıvır işlerle uğraşmaktan bıkmayan, nerede durması
gerektiğini bilmeyen densiz, kalitesiz, mana ve algılama
yeteneğinden yoksun bu tür insanlardan uzak durmak,
söylediklerini mütebessim bir çehre ile dinlemek ve
Efendimizin (s.a.s) uyarıları doğrultusunda yaşamak,
yapılabilecek işlerin en iyisi olmaktadır.
(10/10/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
310- Okul
Zili ve Mühürlenmişlik
İstanbul’da
yeni taşındığım
evin yakınında bir okul var. Bazen okul ziline denk geliyorum. Artık
okul zilleri değişmiş.
Bize “off yine çaldı” dedirten Zrrrrrrrr sesli zil artık
kullanılmıyor. Düşünsenize
11 yıl okula gitmiş,
liseyi bitirmiş
bir kişi
bu sesi hayatında kaç kez duymuştur.
Kaba bir hesapla 10.000 kez bu sese tabi kalmıştır.
Bazı ülkelerde okullarda zil
kullanılmamaktadır. Yapılan bilimsel araştırmalar
göstermiştir
ki bu zil sesi öğrenmeyi
engelleyebilmektedir. Beyin korteksi, gelen duyusal verileri
sürekli işler
ve son derece karmaşık
süreçler sonunda bir algısal ürüne ulaşır.
Dersten, öğrenmeye
karşı
oluşacak
direnç ve nefret her zille beyni kapatacak, adeta mühürleyecektir.
Bilinç ve beyin ilişkisi
sonucu derste bilinci kapanacak dereceye gelen öğrenciler
bile görmek mümkün olacaktır. Adı sorulduğunda
cevap veremeyen ve arkadaşlarının
gülüşüyle
kendine gelenlere az da olsa rastlamışsınızdır.
Bu
şartlar
altında öğrenme
beklemekte zaten mümkün olmayacaktır. Bu tepkisel
şartlanmanın
doğal
sonucudur. Sevmediğimiz
bir yemeğin
midemizi bulandırdığı
gibi, taze ekmek kokusunun açlışı
hatırlatması gibidir. Kısaca tepkisel
şartlanma
ile davranışlarımız
oluşmaktadır.
Konunun mistik yönünde ise Din,
Allah, Rasül, Kitap gibi kelimeleri duyanların ortaya koyduğu
davranışlar
da birer tepkisel şartlanmanın
sonucu değil
midir? Bu kelimeleri duyduklarında beyin kendini kapatıp bilinç
adeta mühürlenmiştir.
İnandığımız
kitap da bunu ifade etmektedir;
“Allah, kalblerini, kulaklarını/işitmelerini
mühürlemiş ve gözlerinin üzerinde de bir perde vardır...”(Bakara 7)
(13/10/2008)
(Turhan Doğan)
311- Zenginlik
Servetinin 43 milyar dolar civarında tahmin edilen
Hintli işadamının 27 katlı malikânesi bulunmaktadır.
Avrupalılar dondurma yemek için yılda 20 milyar
dolardan fazla harcıyor.
ABD’de kozmetiğe harcanan para, yılda 8 milyar dolar.
ABD ile Avrupa, parfümlere 12 milyar dolar kadar para
veriyor.
Evcil hayvanlarını beslemek için 17 milyar dolar
harcıyorlar.
Avrupalılar, içki ve sigaraya 150 milyar dolardan
fazlasını yatırıyor.
Dünyadaki askeri harcamalar 1 trilyon 200 milyar
dolardan fazla.
Üçüncü dünyada herkese temel eğitim şansı yaratmak
için gereken para 6 milyar dolar.
Herkese temiz su ve sıhhi tesisat temini için
gereken, 9 milyar dolar.
Temel sağlık hizmetleri ve yeterli beslenme için
gereken, 13 milyar dolar.
Nebraskalı Edward Buffet’in serveti 62 milyar dolar.
Meksikalı Carlos Slim Helu’nunki 60 milyar dolar.
Chelsa’nın sahibi Abramoviç’inki 23,5 milyar dolar
dır.
Zenginlikle ilgili insanı şaşırtan rakamları
yansıttık değerli okurlar. Oysa avami tabirle söylüyorum, bunların
hiçbiri değildir. Zenginlik, parayla pulla, villayla çiftlikle, özel
uçakla lüks ciple ölçülebilecek bir mutlak değer değil, bir
ilişkidir. Denklemin bir tarafıdır. Gerçek anlamda olanı; insanın
öz değerlerini bilmesi ve bunlarla tahakkuk etmesidir.
(16/10/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
312- Ateşten
Güller
Şimdilerde hala sürer mi bilmiyorum,
mezuniyet albümlerinde bir soru vardı: “Hangi çağda
yaşamak isterdiniz?” Osmanlı’dan tutun da Asr-ı
Saadete kadar bir dizi cevap sıralanırdı. “Bu çağ en
güzeli” diyen yok denecek kadar azdı.
Geçen gün yolum Heybeliada’ya düştü.
Atların ayak ritimleri eşliğinde mini bir fayton
seyahati yaptık. Arkadaşım; “Ne güzel, gürültü,
duman yok, keşke adada yaşasak” dedi. “Evet ama,
bütün hareket alanı burası, ötelere seyahat mümkün
mü?” dediğimde sustu.
“Leyla- Mecnun’u enfes anlatmış” dedi
romandan başını kaldırırken. “Başka ne anlatıyor?”
diye sordular. “Eski İstanbul’a dair tahlilleri
var!” diye cevapladı. “Bugüne mesaj ne?” sorusuna
ise, “Mesaj değil mesele, güzel işte.” dedi sadece.
Röportaja gelenlere titrek sesle
konuştu: “ Plaklarım rekor kırardı. Sahne aldım mı,
yıkılırdı salonlar! Şimdi yüzüme bakan yok!”
Yılların sanatçısı geçmişe, dostlarına, çevreye
sitemler savuruyordu.
Market furyası başladığında,
bakkallığa devamda ısrar etti. Dostlarının çok
ortaklı girişim önerisine hararetle karşı çıktı.
Nasılsa dev marketler mahalleye kadar inmez, geçinir
giderdi. Gün oldu, marketler mini şubelerle girdi
mahallelere. Kasap, manav, büfe bir bir kapattı. Son
direnci böylece kırılınca dükkâna kilit vurdu.
Allah’tan Bağ- Kur emeklisi vardı da aç değildi.
Zararı açık bilinç perdelerini
biliyoruz. Bir de sevimli perdeler, ateşten
güller var ki; genelde kişiye özel bağımlılıklarla
kendini gösterirler. Gıdaları; nostaljidir. Bunları
fark edip koparmak yoğun gayret ister.
Örneklere bakalım.
Geçmişe özlem; şu ana razı olmama
azabını davet değil mi?..
Fayton, nereden nereye taşır bu
çağda?..
Tarihi aşkları tarihteki şekliyle
gündemde tutmak, bugüne ne katar?..
Sanatçı, kaset- video- cd süreçlerine
uyum sağlayamadıysa suç kimin?..
Şirketleşmeye direnen esnafa kim, ne
yaptı?...
Fayton misalini yaşamın diğer
alanlarında da düşünün. Hakikat; en güzel biçimiyle
yepyeni kaynaktan akarken; eskide aramak; otomobile
sırt dönüp faytona koşmak gibi.
http://download.ahmedhulusi.org/download/video/
expo/28_muhammedi.avi
Bugün ruhsuz, beton gibi mi yazdım?
Ehli, “Sistemde duygulara yer yok, duygusallık
yapmayın, aklınızı kullanın, yoksa yanarsınız”
türünden mesajlar verirken bana da soğuk gelirdi.
Çok şeyi yanarak öğrenince, siz yanmayın diye,
yanmadan öğrenmek de mümkün demek üzere yazıyorum.
Gelişimi, akışı okumaya ve ona göre
davranmaya bakın. Duygusal, nostaljik, geleneksel
bağlara; ateşten güllere yapışmakta ısrar
edecekseniz, yanınca kimseyi suçlamamaya da hazır
olun!..
ANda yaşayanlara selam olsun!...
(16/10/2008)
(Mehmet Doğramacı)
313-BABA!
Sayılamaz kadar çok işle,
kaldırılamayacak kadar ağır yükle uğraşırken gözden kaçırdıklarınızı
fark edince ağzınızdan ‘olmadı’ diye bir kelimenin çıkması
muhtemeldir.
Ama insan yapısındaki frenler
bazen tutmuyor ki!...
Öfkeyi dindirmek, zamanı ve
zemini beklemek gerekir.
Aksi takdirde, her şeyi berbat
etmiş, ortalığı velveleye vermiş olursunuz. Düzeltilmesi gereken bir
yanlışı ortaya koymak, giderilmesi istenen bir kusuru hatırlatmak
‘baba’nın’ görevidir.
Ancak ‘baba’ nın görevi
dedikodu yapmak, intikam almak değildir.
Yoksa diğerlerinden ne farkı
kalır ki?
O, bir ‘baba’dır. ‘Kara gün’ dostudur.
‘Sureti Hak’tan’
görünüp ‘sureti halktan’ olamaz. Halk gibi davranamaz,
halk gibi eleştiride bulunamaz.
Evladına ilk taşı atanlardan
da olması da mümkün değildir.
‘Sen ne yapmak istiyorsun
arkadaş?’
‘Bunu neden böyle
yapıyorsun oğlum?’ demez.
Üslubunu hırçınlaştırmaz.
Yapılması gereken neyse onu yapar.
Eleştirilerini dozunu,
beklemesini iyi bilir.
Çünkü Baba şefkâtli, Baba
merhametlidir.
Gereken yerine getirilecek,
yıllar geçecek
ve baba’nın üslubu
takdirle anılacaktır.
(20/10/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
314-Ed-Din: Ruhun Aksi
Ben kulumun zannına
göreyim. O halde benim için hayır zannında bulunsun.”
Kutsi hadisinde ve bu hadisin Konevi tarafından yapılan
şerhinde şöyle denir: “Yüce Hakk’ın her şeyde bir zuhuru
vardır. Bu has bir zuhurdur ki o zuhura mahal olan şeyin
istidadına göre şekil alır. Durum böyle olunca,
kendisinde bir şey zuhura gelecek olan, korkulu bir
kimse ise, onda meydana gelecek şey de korku suretinde
gelir. Ümitli bir kimse ise ona muhabbet zuhur eder. İş
bu mana, Cüneyd-i Bağdadi’nin şu cümlesinde saklıdır:
“Suyun rengi, kabın rengidir.” O, her bilginin aynıdır.
Her sanılanın aynıdır. Her anlaşılanın aynıdır. Her
ilmin, her zannın, her fehmin aynıdır (Ama yine,
muhakkaki O, O’nu nasıl düşünürseniz ondan farklıdır.
Burada O’nun salt Zatının bilinmesinin imkansızlığı dile
getirilir. İşte bu imkansızlıktan dolayıdır ki O, kul
O’nu nasıl bilirse öyledir). Ve O, ancak itikad edenin
itikadına göre zuhur eder. Her şey onun tecelli
suretleridir. Zuhuratının çeşitleridir. Zatının
tecelligahıdır. Esmasının ve sıfatının aynalarıdır. “Ve
ben, beni andığı zaman, kulumun yanındayım” buyruldu.
Bunun manası şu şekilde açıklanabilir: Ben, kulumla,
beni zikri şekli ile olurum. Şayet o, celal isimleri
yönünden zikrini yaparsa, ona celal isimleri yolu ile
tecelli ederim. Şayet o, cemal isimleri yolundan zikrini
yaparsa, ona cemal isimleri yolundan tecelli ederim.
Ben, tayin edilen her şeyde belli bir varlığım. Fark ve
kesret şehadetgahında beni müşahade eden zancıları
kemale erdiririm. Sonra benimle oluşu yönünden onunla
olurum. “Söyle, herkes kabiliyetine göre amel eder”
(17/84)” Aynı dine derler sevgi dini, aynı dine derler
korku dini. Aynı Allah’tır bağışlayan aynı Allah’tır
intikam alan. Sen neysen dinin de odur. Yok mu anlayan?
“(Musa) dedi ki: "Bizim rabbimiz, her şeye hilkatini
veren, sonra da hidayet edendir.” (20/50)
(23/10/2008)
(V. Korhan Koral)
315- Âdeta
Bugünü Bilmiş… Hâlimizi Târif Etmiş!
İnternetten posta kutuma hârikulâde
bir yazı düştü, aynen koyuyorum.
Topkapı’da bu
varaka olsun olmasın, hârikulâde…
***
Kanunî Sultan Süleyman,
en yüksek duruma getirmiş olduğu
devletin âkıbetini hayâl eder, günün
birinde Osmanoğulları da inişe
geçer, çökmeye yüz tutar mı diye
derin derin düşünmeye başlar…
Bu gibi soruları çoğu zaman
sütkardeşi meşhur âlim
Yahya Efendi’ye
sorduğundan, bunu da sormaya niyet
eder. Güzel bir hatla yazdığı
mektubu keşfine inandığı
Yahya Efendi’ye
gönderir…
“Sen ilâhî sırlara vâkıfsın. Kerem
eyle de bizi aydınlat. Bir devlet
hangi hâlde çöker? Osmanoğulları’nın
âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da
izmihlâle uğrar mı?” şeklinde
mektubunu gönderir.
Güzel bir hatla yazılmış mektubu
okuyan Yahya Efendi’nin
cevabı bir bakıma çok kısa bir
bakıma içinden çıkılmaz bir hâl
alır:
“Nemelâzım be Sultanım!”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı
hayretle okuyan Sultan, bir mânâ
veremez… Yahya Efendi
gibi bir zatın böylesine basit bir
cevapla işi geçiştireceğini pek
düşünmez. Söylenmeye başlar:
“Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı
vardır bu cevapta?”
Nihâyet kalkar, Yahya
Efendi’nin
Beşiktaş’taki dergâhına gelir.
Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver.
Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”
Yahya Efendi
duraklar: “Sultanım, sizin sorunuzu
ciddiye almamak kaabil mi? Ben
sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve
kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
“İyi ama bu cevaptan bir şey
anlamadım. Sâdece nemelâzım be
Sultanım demişsiniz. Sanki beni
böyle islere karıştırma der gibi bir
anlam çıkarıyorum.”
Yahya Efendi
bu cevaptan sonra şu akıl almaz
açıklamasını yapar: “Sultanım! Bir
devlette zulüm yayılsa, haksızlık
şayi olsa, işitenler de nemelâzım
deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları
kurtlar değil de çobanlar yese,
bilenler bunu söylemeyip sussa,
gizleseler, fakirlerin, muhtaçların,
yoksulların, kimsesizlerin, feryadı
göklere çıksa da bunu da taşlardan
başkası işitmese, işte o zaman
devletin sonu görünür. Böyle
durumlardan sonra devletin hazinesi
boşalır, halkın itimat ve hürmeti
sarsılır. Asayişe itaat hissi gider,
halkta hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve izmihlâl de böylece
mukadder hâle gelir…”
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan
koca Sultan,
söyleneni başını sallayarak tasdik
eder, sonra da kendisini böyle ikaz
eden bir âlime memleketinin sâhip
olduğu için Allah’a şükreder, bu
türlü ikazlardan geri kalmaması için
tembihte bulunarak oradan ayrılır…
Mektup bugün Topkapı’da sergi
hâlindedir.
(26/10/2008)
(M. Kerem Doksat)
316- Yaklaşımcı
olabilmek
İnsanların
zamanla belli bir üretimde bulunmaları, inanan fertlere/inanç
dünyasına bir şeyler katmaları söz konusudur. İyi bir
eğitmenden/aktarıcıdan, doğabilecek sıkıntılara sebebiyet
vermemesi beklenir.
Sıradan ve
çok saçma yaklaşımlarla muhatabı üzmek, vehmi unsurlar yaratmak,
oldu bitti havası estirmek yerine, sorunların kolaylıkla ve
dostane yaklaşımlarla atlatılabileceğini göstermek daha mantıklı
olur.
Kuşkusuz,
kimse önümüzdeki günlerin bize ne getireceğini bilmez. Her gün,
hepimiz, zorlu mücadelelerle, yeni yaşam sınavlarından geçiyoruz.
Gittikçe zorlaşan yaşam ve ekonomik koşullar var şimdi. Bunlar
hayatta kalma becerilerini de beraberinde getiriyor.
Tüm bu
olaylar ve yaşananlar bize şunu gösteriyor: Yaklaşımcı ve
kolaylaştırıcı olabilmenin bir fazilet olduğunu…
Aksine,
işleri zora sokarak ya da hiç ilgilenmeyerek, alaycı şekilde,
fantezi tutumlarla keyfi hareketlerle muhatabını insan yerine
koymamak, bakış açılarındaki yeterliliğin iflası anlamına
gelebilir.
Böylesi
davranışlara yaklaşımcı-yapıcı etiketini yapıştırmak doğru
olmaz.
Bahsini
ettiğimiz önem arz eden hususlar, çok tehlikeli ve bireyin
altından kalkamayacağı şeyler olup aynı zamanda yapanın
hazımsızlığının da belirtisidir.
Bütün bunlar
insani ilişkiler arasında yer almaz.
İnsanoğlu,
yaşam sürecinde kimseyi kırmayacak, kendi problemlerini
paylaştığı kişiye yüklememesini bilecektir.
Bu
tehlikelerin bertaraf edilmesi, ancak daha hakça, daha paylaşımcı
bir sistemi zorunlu kılar.
Zira diyalog
denen unsur, laubalilik etmek, başkalarının dünyasına girip
ayrımlaşma modeli çizmek değil, yaklaşım yapmaktır.
İlmin
değerlerine uyan, özen gösteren yükselir.
Niyetlerini gizleyenler ise “sadece
laf ebeliği yapan bir konuma düşer ki, onlardan hiçbir hayır”
gelmez.
(29/10/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
317-Rasulullah’(s.a.v) ı tanımak bu mu?..
Gerek ülkemizde ve gerekse
gurbetçilerin yaşadığı yurtdışı
coğrafyalarda Rasulullah sevgisine
dair yayınlarda ciddi bir yükseliş
gözleniyor. Son örnekleri Ramazanda
izledik. Her televizyon; duygusal,
hararetli ve kalbe tesir edici
hatipler bularak reytingini artırma
çabası verdi. (Kıymetli hocalar kaç
para alıyor, o bahse girmiyorum,
kendilerini bağlar.)
Devam eden o anlatımların, piyasada
çoğalan basılı- sesli- görüntülü
eserlerin mesajlarını düşünün hele:
-
Bedir savaşındaki kahramanlıklar.
Uhud şehitleri ve Hamza’ya ağıtlar.
- Rasülullah’ın
aile hayatı, toplumsal ilişkileri.
- Müşriklerin
işkenceleri, sahabenin cömertliği.
Konular bu çerçevede. Medine’ye
hasretler bildiriliyor. Sahneli
anlatımlarla sahabe tanıtılıyor.
Bunda ne var, diyebilirsiniz.
Elbette Hz. Muhammed Mustafa (as) ı
sevdirmeye yönelik her çalışma,
niyeti ölçüsünde karşılık
bulacaktır.
Bizim sorgulamamız genele değil
düşünen beyinlere yönelik. İçimi
kemiren şeyi sormak istiyorum:
Rasulullah’ı tanımak bu mu? Onu
sevmek Medine’ye şiir yazmak mı?
Sahabe itaatini, imanını anlamak,
onları destanlaştırmak mı?..
…
ÖTEDE BİR RASUL, UZAKTA BİR SAHABE
ANLAYIŞININ POMPALANDIĞINI
sezebiliyor musunuz?...
Rasülullah, tarihi şahsiyet mi?
“Enfüsünüzden bir rasül” ayetini
bugün nasıl değerlendirmeliyim?
Medine’ye yönelerek mi?..
Sahabe; birer şahıs mı, yoksa iman
ve yakiyni yaşamada bir duruş, bir
idrak, bir hal mi?.. Yoksa bizden
içeride biz olan karakteristik
tevhid örnekleri mi?...
Bana göre: RASULULLAH’A YÖNELİŞİN
HAKİKATİ MEDİNE’YE DÖNMEK DEĞİL!..
SAHABEYİ TANIMAK; BELGESEL
ANLATMAK- İZLEMEK DEĞİL!…
“Enfüsünüzden bir rasul” ayeti her
an geçerli olduğuna göre yönelişin
niceliğini yeniden düşünün! Sahabe
kimliğini ise derinden derine
tefekkür edin!
Tekliğe dönük bilimsel açılımların
genişlediği, hızla kabul gördüğü bir
dönemde, bu anlatım tarzı neden
canlandı, bu dalga nereden esiyor,
bunu da bir düşünün!
Sizi bilemem ama dostlarım, ötede
bir rasul, uzakta yaşam sahneleri
beni açmıyor artık!
Deccal’in en çok dini alanı
kullanacağı söyleniyor.
Nasıl kullanacaksa?!...
(01/11/2008)
(Mehmet Doğramacı)
318-Bir Masaldır Aslında
Masallar neden vardır? Şu teknoloji çağında çocuğuna masal okumamış
anne-baba-büyükanne-büyükbaba var mıdır?
Neden hala masallara ihtiyaç duyarız. Sinema denilen şey büyükler
için masal niteliğine sahip olmaz mı? Masallar hep çocuklar için
olduğu sanılır. Genel olarak da doğrudur. Ancak iş büyüklere doğru
kaydığında masalın naif anlamı, büyükler için uyutmaya döner. Çünkü
masal çocuklarda uykundan önce anlatılır. Bir yetişkin bir
düşüncesini aktardığında, diğerleri bunu uyutma olarak kabul eder ve
'masal okuma' diye karşı çıkar. Evet, masal neden uykudan önce
okunur, masal neden çocuklara has görülür…
Masalların genel özelliği iyiye karşı kötünün zaferi ile sonuçlanır.
İyi, Pamuk prenses olur, Keloğlan olur; kötü cadıdır, üvey annedir
ve daha çok ejderhadır. Çocuklar için uyku en önemli zihinsel
dinlenme ve kendini yenileme aracıdır. Genel bir doğru olarak
psikoloji bilimi, uykudan gülerek uyanan çocukların mutlu
olduklarını öne sürer.
Çocuklara anlatılan masallar, gerçek dünyaya ait temel mesajları
verir. Dünya kötülüklerle doludur. Ancak her masal çok daha net bir
mesajı verir: Kötülük eninde sonunda yenilir. Uykudan önce bir
çocuğun bunu bilmesi ne muhteşem bir duygu yaratır düşünelim. Evet,
bir gün tüm kötülükler bitecek. Çünkü bu mümkün. Masallar bu
mümkünlüğe dair inancın kanıtıdırlar.
Ama büyüdükçe bu inanç kaybolur. Çünkü gerçek yaşamda kötüler hep
kazanır, iyiler yenilir. Ve kötüleri yenecek araçlar nedense hep
kötülerin elindedir. Kötülüklerinin şerrini defedecek edevatı da
onlar üretmişlerdir. Bunu öğrendikçe kötünün yenilgisine inanç
azalır mı acaba?
Yetişkin kötülüğü kendisinin yok edeceğine karşı inancı azalmakla
birlikte çelişik gibi görünebilir ama çocuklarına masal okumaktan
vazgeçmez. Çünkü kötülerin yenileceğine dair inanç o kadar kuvvetli
bir istektir ki, yetişkinler, bu inancı çocuklarının da elde
etmesini ister. İşte sırf bu nedenle masallara yetişkinlerin kendi
inancı azalsa bile, çocuklarının bu inançtan mahrum olmasını
istemezler. Yetişkinler belki de kendi hayallerini ya da
yaşayamadıkları dünyaları aktarırlar çocuklarına masallar
aracılığıyla. Ve sadece masallarda var olan kahramanlarla
çocuklarını hazırlarlar hep kötülerin işgalinde olan hayatın
acımasızlığına.
Masallar sıradan hikâyeler değildir. Pandora'nın kutusudur hala.
İçinde umut taşır.
Ve biz yetişkinler, masala sandığımızdan daha çok ihtiyacımız var.
Ve bir öneri, her gece kendinize ya da sevdiğiniz bir kişiye bir
masal okuyun, anlatın, anlattırın…
(04/11/2008)
(Mevlüt Katırcı)
319-Zahir mi batın mı?
İslamiyete
göre Allah, zahir, batın gibi kavramlardan münezzehtir. Ancak ayette
“O, Evvel, Ahır, Zâhir, Bâtın'dır.”
(57/3) denilir. Bu, mutlak gerçek olarak değil, bizim
idrakimize göre Allah’ı açıklama yöntemidir. Zira her bakışta hem
zahir ve hem batın olan şey, bakışın dayandığı idrak ne kadar
gelişirse gelişsin, sadece o idrak için zahir ve batın sınırları
değişeceğinden ve dolayısıyla zahirlik ve batınlık yok
olmayacağından, olan Tek şey demektir. Hem zahir hem batın olmanın,
varlığı hem içten hem dıştan kuşatmış olmakla ilgisi vardır. Bir
keside göre, içte olan batın, dışta olan zahirdir (Örneğin maddi
alemin özü bize batındır.). Başka bir düşünce yolunda, söz konusu
kesitte, dışta olan bile batındır (Örneğin algıladığımız evrende
algılanabilir maddi alemde olmalarına rağmen, gözle görülemeyecek
kadar uzak yıldızlar, bizim için batındır). Ve Allah, aslında bizzat
Kur’an’ın ruhuna göre, ne zahir ne batındır, o Tek var olandır. Ne
evvel ne ahirdir, o her an var olandır. Kunevi bu konuda
şunları söyler: “Hak, kulun suretinin ve dış yüzünün manasıdır.
Kul ise, Hakkın manasına ve Batıni cephesine bir surettir. Ehadiyet
cihetine bakınca, zahir, batının aynıdır. Batın da zahirin aynıdır.
Zahir ve batın, Hakk’ın zatına ve şanına nisbetle bir suret gibidir.
Tıpkı yarımın, üçte birin, dörtte birin, beşte birin, bir sayısına
bağlanışı gibi.” Açıklamaya çalıştığımız bu ayeti anlayamayıp ya
da eksik anlayıp Allah’ı sadece batın yani içte ya da zahir yani
dışta görmek, Kur’anı anlamayarak çelişkiler yumağı olarak görmenin
bir örneğidir.
(07/11/2008)
(V. Korhan Koral)
320-Hiç kimse…
Aslına bakarsanız, günün gelişen
bilimi-teknolojisi dolayısıyla,
değiştirme amacı taşımayan, ancak
İslâm’ı teşvik istikametinde
yenilemeler yapan ve farklı
uygulamaların doğmasına yol açan
İslâm Mücedditlerinin dışında
kalan hiç kimse; kendi görüşlerini
dinle özleştirme ve kendine göre
tanımlar, kavramlar ekleme yoluna
asla sapmamalıdır.
Çünkü bilmek gerekir ki, tarihin
hiçbir döneminde “Allah katında
din İslâmdır” ayetine ve Hz.
Rasulûllah’ın “İslâm tek
ümmettir” anlayışına ters düşen,
toplumun birliğini bozucu, önleyici
ve nifak sokucu haller tasvip
görmemiş ve görmeyecektir.
Unutmayalım ki mistisizmden
bahsedilirken bütünlüğün önemi
vurgulanmakta, bu hususta ayrılığa
düşenlerin Hz. Muhammed’den
uzaklaşmış –fırkalara bölünmüş-
olacaklarına değinilmektedir.
Buna rağmen, kimilerinin cesaret
alıp, konuyu uzlaşmaz bir zemine
oturtmayı düşünmesi büyük bir
çelişkidir.
Hâsılı, İslâm’ı ve
özellikle Allah ilmini yorumlama
gayreti içinde bulunanların tek bir
gerekçesi vardır,
o da şudur: Tevhid-Teklik
bilgilerine vakıf olma şartı.
Şu halde, konuyu en iyi şekilde
bilenlerin –evliyaullahın- peşine
takılmak mantıklı olacaktır. Ancak,
onları kabul etmeyip bu husustaki
ayetleri de görmezden gelmek makul
olmaz.
Unutulmamalı ki, açıklamalara ters
düşen kim varsa, ilahi değerleri ve
kendini yok etmiş demektir.
Bu alandaki önemli hastalık olan,
çözümsüzlük (umarım çözüm bulunur)
batağına saplanılmaz.
Gerekirse, çıkarları uğruna
birbirine düşerek bir yaşam
sürdürmeye kararlı olanlar ise göz
ardı edilmelidir.
Tereddüt edilmeden!
(11/11/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
321-Koleksiyoncu
Ortaokul yıllarında
başlayan, bazılarımızda ileri
yaşlarda kısmen değişerek devam
eden, çeşitli materyali biriktirme
anlayışı üzerine kurulu bir
alışkanlık; koleksiyonculuk. Yerine
göre nostaljik bir bağ, yerine göre
vazgeçilmez bir tutku.
Puldan kartpostala,
kurutulmuş çiçekten ölü kelebeklere,
demir paradan oyuncaklara kadar bir
dizi ürünün koleksiyonunu yapanlar
bunun eğlenceli bir uğraş olduğunu
söylerler.
Öğrencilik yıllarımda
kibrit koleksiyonum vardı. Onları
evdeki vitrine dizerdim. Temizlik
yaparken bunalan annem; bir çırpıda
hepsini sobaya atmış. “Kibrit, ateş
yakmak içindir. Biriktirmek için
değil” diye söylenerek yapmış bunu.
O gün çok içim acımıştı.
Geçenlerde uğradığım
bir dost bana anahtar koleksiyonu
olduğunu söyledi. Çay içimi
çıktığımız dairesinde zengin
koleksiyonunu gösterdi. Eski ahşap
kapı anahtarlarından tutun da ev,
çanta, valiz, dükkân, oto
anahtarlarına kadar bir dizi çeşidi
inceden inceye üşenmeden saatlerce
anlattı bana.
Sonraki günlerde
dikkat ettim girdiği meclislerde,
bulunduğu ortamlarda sözün
anahtarlara gelmesinden ayrı bir
keyif alıyor, adeta her konuya kendi
anahtarlarından birinin öyküsü ile
girmeyi seviyordu.
Ona; “Anahtardan
gaye; kilit açmaktır, yoksa alıp
biriktirmek değil, her yerde her
sözde anahtar konuşmak hiç değil!”
demek istedim bir an. Sonra kendimi
tuttum ve ağzımı açmadım. Kibrit
koleksiyonumu yakan annemin, o gün
yüreğime saldığı acıyı hatırlayınca
ona acı veren role soyunmak
istemedim doğrusu.
Mektuba yapışmayan
pul, kırda uçmayan kelebek, ateş
yakmayan kibrit ve kilit açmayan
anahtar!...
Benim koleksiyonumu
annem yaktığı için koleksiyon
hazzını çoktan unuttum.
Koleksiyonculuk
zevkli olsa gerek!..
(14/11/2008)
(Mehmet
Doğramacı)
322-İslami Bilinç
İnsanlığın bilinç düzeylerini üç
gruba ayırabileceğimizi söyleyebiliriz. Birinci grup, alemleri
kendisinin dışında yaratan, hatta belki ilk yaratışta etkili olup
sonra her şeyi kendi haline bırakan, alemlerden ayrı bir oluşta ve
genellikle yukarda bir yerlerde bulunan aşkın bir tanrıya; ikinci
grup, alemleri bizatihi kendi bünyesinde yaratan dolayısıyla şeyin
özündeki güç olan ama sadece alemlerle sınırlanmış içsel bir tanrıya
yani panteizme ya da bu tanrısallığın zaten maddenin
bizatihi sahip olduğu bir gerçek olduğunu söyleyen, tanrı denen
şeyin bir hayalden ibaret olduğunu ileri süren materyalizme, üçüncü
grupsa hem aşkın hem içsel olan, şeyi şeyin özünden ihata eden ve
aynı zamanda alemlerden de müstağni olan, alemleri ilmi suretler
olarak gören İslami düşünceye inanmışlardır. Düşünce tarihi bu 3
grup düşüncenin değişik varyasyonlarıyla doludur. İslam’da Allah,
alemlerden ayrıdır ama mutlak gerçek, sadece bu değildir; yani Allah
alemlerden ayrı olsa da, alemler Allah’tan ayrı değildir. Allah, hem
alemlerden müstağni, hem de alemler içredir. Burada Allah’ın alemler
içre olmasıyla panteizmi değil, alemlerin Allah indinde olmasını
kastediyoruz. O’nun bu içten ve dıştan kuşatma halinin tek
yönüne saplanmak, kişiyi inkara götürebilir. Düşünen insan için
muazzam bir muamma olan evrenin gerçeği, düşüncenin ötesine yani
sezgisel dünyaya erişenler için, beyni kemiren bir bilmece ve
bilinmezlik hali değil, huzur kaynağıdır. Yakın insanlık tarihine
baktığımızda da, medeniyetleri ilerleten egemen düşüncenin 1.
gruptan, aydınlanma çağıyla 2. gruba ve günümüzdeki bilimsel
ilerlemenin desteğiyle artık 3. gruba geçtiğini ve bu bilinçliliğin
hızla yayılacağını söyleyebiliriz.
(18/11/2008)
(Korhan Koral)
323-20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Gününde Gelecek
Nesillerin Sağlık Hakkı
1940 yılından önce otizm denen
hastalık tanımlanmamıştı. 1970’li
yıllardan bu yana görülme sıklığında
belirgin artış olduğu biliniyor. Son
70 yılda değişen ne oldu da bu
hastalık sıklıkla 3 yaşından
itibaren çocukları etkilemeye
başladı? Göz teması kurmayan, kendi
dünyalarında yaşayıp çevreyle
ilgilenmeyen, konuşmayan bu
çocukların beyinleriyle birlikte
barsaklarında da sorun olduğu ve
besin allerjilerinin olduğu
bilinmektedir.
Yaramaz çocuğun tıbbi karşılığı olan
dikkat eksikliği ve hiperaktivite
bozukluğu her geçen gün artan
sıklıkla çocuklarımızı
etkilemektedir.
Sağlıklı çiftler çocuk sahibi
olamamakta ya da akraba evliliği ve
genetik bir hastalıkları olmadığı
halde çocukları zeka özürü
olmaktadır.
Herhangi bir okulun rastgele
seçilecek sınıfında, derslerinde ve
sosyal ilişkilerinde başarılı olan
çocuk sayısı gün geçtikçe
azalmaktadır.
Çocuklarımıza neler oluyor?
Son 100 yıl içinde yaşantımızı
etkileyen her ne ise, işte o
çocuklarımızı etkiliyor.
Bilimsel verilerin ışığında
suçlanabilecek ilk etken ağır
metallerdir. Fabrikaların üretim
atıkları, kurşunlu benzin ve mazotun
kurşun atıkları 100 yıldır
çevremizde bulunuyor. Solunum
yoluyla, yiyeceklerle ve derimizden
vücudumuza giriyor. Alüminyum
tencere ve kapları uzunca bir süre
kullanıldı. Amalgam dolgularda
bulunan cıva, her çay içişimizde bir
miktar daha vücudumuza girdi.
Aşılarda hala cıva, alüminyum var.
Benizlerimizden çıkan balıkların
hemen tamamında ağır metaller var.
Ağır metaller topraktan, sudan,
hayvanlardan dolayı yıllar boyunca
bedenimize girdi. Belki bir porsiyon
balıktan ya da amalgam diş
dolgusundan alınan ağır metalin bir
önemi yoktur ancak burada önemli
olan ağır metallerin sürekli
alınıyor olması nedeniyle
oluşturdukları birikim etkisidir.
Vücuda giren ağır metaller en çok
kemik ve beyin dokusunu seviyor. Her
insanın kendine özel direncine bağlı
olarak, biriken ağır metaller
hastalık oluşturma potansiyeli
yaratıyor. Günümüzde Alzheimer
Hastalığından şeker hastalığına
kadar geniş bir yelpaze içinde yer
alan kronik hastalıkların nedeni
olarak ağır metaller suçlanıyor.
Daha anne karnından başlayarak
etkili olan ağır metaller en ağır
darbesini çocuklarımıza vuruyor.
Çevreden aldığı ağır metalleri kemik
dokusunda bulunduran kadın, hamile
iken yaşadığı stres sonucu kanda
oranı değişen hormonların etkisiyle
kemiklerinden kana ağır metallerin
geçmesine neden oluyor. Anne
kanından bebeğe geçen ağır metaller
henüz gelişmekte olan bebeğin beyin
dokusunu etkiliyor. Ağır metallerin
etkisi, bebeğin genetik olarak
gelişen beyin yapılanma ve çalışma
özellikleriyle hamileliğin dönemine
bağlı olarak değişim gösteriyor.
Kimi bebeklerde doğum anında sorun
olduğu saptanırken kimi 1 yaşında
kimleri ise 3 yaşında ve hatta 7
yaşında beyin gelişim ya da çalışma
anormallikleri ortaya çıkartıyor.
Bilimsel kaynaklar; kurşunun
hamileliğin 12.haftasından itibaren
anneden fetüs’e geçmeye başladığını,
kurşun beyinde öncelikle beyin ön
bölgesini, beyinciği ve hipokampus’u
etkilediğini; moleküler, hücresel ve
hücrelerarası düzeyde kronik hasar
oluşturduğunu; kan-beyin engelinin
bozulmasına yol açarak kandan beyine
girmemesi gereken maddelerin
geçişine neden olduğunu; zekâ
düzeyinde azalma, dikkat eksikliği,
hiperaktivite, sosyal ilişkilerde
bozulma ve bunama ile kemik
dokusundaki kurşun oranı arasında
belirgin ilişki olduğunu bildiriyor.
Son yıllarda otistik çocukların ağır
metal uzaklaştırıcı kelasyon
tedavisinden %75 oranda fayda
gördükleri bilinmesi, ağır metal
etkisinin ne kadar önemli olduğunu
açıkça ortaya koyuyor. Ağır
metallerden kaçışın mümkün olmadığı
günümüz yaşam koşullarında hiç
değilse çocuk sahibi olmaya karar
veren çiftlerin ağır metal tahlili
yaptırmaları, çocuklarımızın
geleceğini düşünme ve haklarını
koruma konusunda önemli bir önlem
olacağı açıktır.
(21/11/2008)
(Dr. Güçlü Ildız)
324-Tasavvufi Eğitim Şart mı?
Yorumun başlığına
bakıp, bu sualin hemen herkes için
geçerli olduğunu düşünmek doğru
olmaz. Seslenişim, güne besmelesiz
başlayan, çöpçatan programlarıyla
devam eden, akşamı terör,
dolandırıcılık, bitmek tükenmek
bilmeyen, önünün alınması imkân
dâhilinde olmayan trafik kazaları
gibi karamsarlık tablosu içinde yer
alan ne varsa onlarla uğraşmayı
marifet bilen ve hayatını buna göre
inşa edenlere değil, Allah’ı tanıma,
kendini bilme yolunda olanlaradır.
Bana göre ehli için
gerçekten böyle bir öğrenim
zorunludur. Düşüncenin eylemle
sonuçlanması gerektiğinden bu yönlü
bir eğitime kesinlikle ihtiyaç
vardır. Çünkü bilginin
şekillenmesi ayrıntıları ancak
böylece oluşur.
Toplumsal yaşamda
değişimin, yenilenmenin gelişiminde
eğitim oldukça önemli bir unsurdur.
Bireyin konu seçiminde,
yaklaşımında, kalitede ve başarı
sağlamada kendini belli eder.
Yarınlara güvenle
bakmak isteyen ve kendine güçlü bir
yer edinmeyi talep eden kişi eğitime
epeyce önem vermelidir.
Beyinlerdeki ‘karanlıkları,
aymazlıkları söküp atacak, yerine
kendisi için mutlak gerekli olanları
temin edecek’ yegâne etken
eğitimdir.
Gelecek kaygısı
taşımayan bir toplum ya da birey,
bunu ancak öğrendikleri ve hayata
geçirdikleriyle başarabilir.
Akıl+iman+Tefekkür+bilim
dörtlüsünün önde tutulduğu pozitif
bir yapı, tasavvufi bir eğitimle
(görgü-terbiye ve hazım)
desteklendiğinde geniş ufuklara,
yarınlara sıcak bakışı getirir.
Yapılması gereken;
çok az vaktimiz kalmışçasına
alternatifi olmayan bu ilmi öğrenmek,
bütün kişisel tedbirleri almak veya
alınmasına yardımcı olmak, ilmin
bizim kavrayabileceğimizin ötesinde
bir projeksiyona sahip
olmadığını düşünerek, öğretmene sıkı
sıkıya sarılmak ve her şey bitmeden,
yani istenilen düzeye ulaşmadan,
eğitimsizlik karabasanından
kurtulabilmektir.
Hedef de esasen
budur!
(24/11/2008)
(Ahmed F. Yüksel)
325-Hangi din?
Kur’an’da
“Sizden her bir peygamber için bir şeriat ve bir program meydana
getirdik.” (5/48) denir; ve bu
söylenirken, getirdik denilerek de, bu farklı şeriatların,
aynı kaynaktan geldiği, dolayısıyla öz olarak aynı olduğu
vurgulanmış olur. Yine “Yemin olsun biz, üzerinizde yedi yol
yarattık..” (23/17) denilerek, din konusunda, efal
alemindeki çeşitliliğe atıf vardır (yedi, çokluk anlamına gelen bir
terimdir.). Ef’al aleminin özelliği çokluk, onu inceleyen
ilim dallarının varacağı yer ayrılık olabileceğinden, din, mezhep ve
felsefe farklılıkları, insanlık tarihini doldurmuş olsa da, Mutlak
varlık bilgisi (hakikat ilmi), Müslüman ya da başka dinden olsun
bütün erenler tarafından görüş birliği içersinde ortaya konulmuştur.
Çokluğun batınına nüfuz edince, birlik kendini göstermektedir. Nebi
ve Rasüller’e vahy, aynı özden nüzul etmiş, ancak bu vahy, çokluk
alemindeki insanlara hitap etmiştir. Yani, Peygamber ve hatta
velilerin batınları o öze, zahirleri de insan olmaya, çokluk alemine
dönük olduğundan şeriat kabuğunda farklar vardır. Ancak özsel din
tektir: “Kesinlikle Allah
indinde din İslamdır.” (3 /19)
ve
“İndimizden , sana bir zikir verdik.” (20/99). Bu
teklik ise, efal alemine yönelik şeriatta aranmaz, özde bulunur.
Tıpkı Taocu tapınakların girişinde bulunan “Din’i sevin:
dinlerden sakının” yazısının anlattığı gibi. Dinler ile, belli
ritüellere sahip dinlerden birini benimseyip diğerlerini yok saymak,
öze erme yolunda birer imkan olan araçları asıl kabul etmek, Deruni
gerçeğe sırt çevirmek kastedilir.
(28/11/2008)
(V. Korhan Koral)
326-Cinsellik Tercih Değil, Kimliktir.
Beyinde, her iki göz sinirinin
çapraz yaparak oluşturduğu yapının
hemen önünde, preoptik bölge
bulunur. Preoptik bölgenin her iki
beyin yarısına simetrik konumunda
yerleşim gösteren birer adet
“çekirdek” bulunur. Bu çekirdeklerin
orijinal adı: sexually dimorphic
nucleus, Türkçe açılımıyla; cinse
bağlı iki farklı yapı gösteren
çekirdek’dir. Her cins için
farklı yapıda olan bu çekirdekler,
erkeklerde kadınlara oranla 2 misli
büyüktür. Homoseksüel erkeklerde
öldükten sonra yapılan beyin
çalışmalarında bu çekirdeklerin
olması gerekenden daha küçük olduğu
görülmüştür.
Anne karnında, cinsel organların
gelişim döneminde artan erkeklik
hormonu(testosteron) etkisiyle bu
iki çekirdek büyüyerek erkek cinsel
kimlik özelliğini oluşturmaktadır.
Ortamda yeterli testosteron’un
olmaması, dişi cinsel kimlik
özelliği gelişimine neden
olmaktadır. Doğumu takip eden ilk
hafta sonrası, dişilerde bulunan
çekirdeklerde hücre ölümünün olduğu
(apopitosis) ve çekirdek
boyutlarının küçüldüğü
görülmektedir. Hayvan deneylerinde;
çekirdekleri tahrip edilen erkekler,
dişilere benzer cinsel davranış
özellikleri göstermiştir.
Beyin çalışma özelliklerini sağlayan
milyarlarca hücre ve trilyonlarca
hücrelerarası yollar; her kişiye
benzersiz akıl ve davranış
özellikleri kazandırır. Bu nedenle
her beyin özeldir, tektir,
benzersizdir. Kişiye özel çalışma
özellikleri gösteren beynin aynı
cins içinde farklı cinsel davranış
özelliklerine sahip olması da
yadırganmamalıdır.
Cinselliği erkek ağırlığında oluşan
kişi, istese bile kadınsı kimlik
içine giremez. Tersi de doğrudur.
Toplumsal baskılarla cinsel
kimliğini yaşayamadığı ve hatta
farkında bile olamadığı için mutsuz
yaşam süren insanlar bugün toplumun
her kademesinde bulunmaktadır.
Nörolojik bilimler referans
alındığında, ana karnında belirlenen
cinsel kimlik olgusu tercih ya da
sapkınlık olamaz. Farklı cinsel
kimlikleri kabul etmek, bilime
saygısı olan toplumların
özelliğidir.
(01-12-2008)
(Dr Güçlü Ildız)
327-
Suyu bulananlar!
Sular
bulanmadan durulmaz derler. Gerçekten de böyledir. Terkibiyetin
bulandırdığı suların ne zaman durulacağını sadece zaman gösterir.
Ancak, bulanması için de mutlaka bir neden vardır. Durulduğu halde
bile o faktörü görebilme/hissedebilme söz konusudur.
Benim
anladığım kadarı ile hayatın, ef’alin cilvesidir bulanıklık. Tarih
boyu yaşanmıştır.
Dünya ehli
işte böylesi bir acı gerçekliği taraf olma kaydıyla şöyle dile
getirir:
“Bizimkilerin hali perişan!”
Dayanıksız
toplumlarda en basit kaotik safhada su bulanırken,
dinine-inancına/yaşamına sahip olanda bu gibi haller pek görülmez.
Onlar kendinden emin olanlardır.
Bulanıklarda,
“bizimkiler ve ötekiler” kavramı kendiliğinden oluşur.
Hâlbuki
duyarlı olunabilse bunlar yaşanmayacak, bütünlük asla
bozulmayacaktır.
Ve çok haklı
olarak insanların kaygıları, korkuları, yaşamlarının giderek
zorlaşması mevzubahis olmayacak, yaygın ve kitlesel olarak
yaşamın her alanında düzen dışına çıkarmalar gelişmeyecektir.
Örneğin,
İslâm’ı farklı yorumlayan, başını açmaya hak göreni, başka dinlere
bağlı olanları, ateistleri, teistleri kriterleri ile suçlamayacak,
bu en büyük suçu kendi işlemeyecektir.
Ayrıca kim
kimi eleştiriyor? Bu kadar ağır ve acımasız yargılamalar, ön yargılı
yaklaşımlar ne anlama geliyor?
Nereden
bakarsanız bakın, tevhide odaklı hedef belirlenmişken algılamaları
alt üst eden, gerçeklerden uzaklaştıran bu kısır tartışma da neyin
nesi?
Diye düşünmek
de mümkün.
Bildiğimiz,
görebildiğimiz tek gerçek; Kendini koruyan insanın bir
şekilde bulanık suyun içine dalmaması ve suyunu bulandırmamasıdır.
(01-12-2008)
328-
Öz'den Sözler
Bir ben vardır bende benden içeri”
diyen Yunus Emre’yle “Tanrı ruhumdur, kanımdır,
etimdir ve kemiklerim/ Nasıl olur da ben Uluhiyete
bulaşmış değilim, derim?” diyen Hıristiyan
mistiği Angelus Silesius gibi, tüm Tasavvuf
ekolleri, Uzak doğu dinlerinin özsel yorumları,
ikilik zannından kurtulmaya, Tümel tekliğin,
kendiliğinden olmada saklı olduğunu söylemeye
dayanır. Benzer ifadelerle Hua hu ching’de,
tapınmanın değil, özsel bir bilinçlilik halinin
makbul olduğuna, “İlahlara ve dini hakikate/
Latif hakikatin kaynağı olarak tapınma/ Böyle
yapmak, Tanrı ile arana aracı koymaktır/ Ki bu seni,
göğsünde saklı olan olan hazineyi elde etmek için/
Dışarıya göz diken dilenciye benzetir/ Tao’ya
tapınmak istiyorsan/ Önce onu kalbinde keşfet/ O
zaman tapınman anlam kazanacaktır” denerek
dikkat çekilir. Bu kendindenlik için de şunlar
söylenir: “Dünya dinlerinin
bir çoğu yalnızca/ Benlik ve başkaları, yaşam ve
ölüm,/ Gök ve yer gibi yanlış kavramlara
bağlılıkları güçlendirmeye yarar/ Bu yanlış
fikirlere kapılanların/ Mükemmel birliği
algılamaları engellenmiştir/ Kişinin
uygulayabileceği en mükemmel erdem,/ Bir bütün
olarak hakikati bulma/ Ve iletme sorumluluğunu
yüklenmektir/ O halde bütünsel hakikati ara/ Ve onu
günlük yaşamında uygula”, “İtiraf ediyorum/ Aklınızı
Tao’ya döndürecek hiçbir öğreti yoktur: ne din, ne
bilim,/ Ne de bilgi/ Bugün bu düzene göre,/ Yarın
bir diğerine göre konuşurum;/ Ancak mükemmel yol/
Daima kelimelerin ve düşüncelerin ötesindedir./
Sadece eşyanın birliğinin farkına var, O kadar.
(08-12-2008)
329- Yumurtanın Gör Dediği…
Sağlık gerçeklerini idrak
edememiş beyinlerden kafa karıştırıcı ve güvensizlik yaratan
açıklamaların geldiğine sıklıkla şahit oluyorsunuz. Son konumuz ise:
yumurta…
Yılların kardiyoloji profesörü
hastalarından, yumurtayı yasakladığı için özür diliyor(!). Soru
gayet basittir. Referansınız nedir? Yumurtayı yasaklayan aklınızın
referansı neydi? İşte o referansınız işlemiyor. Bunu idrak ediniz.
Referans bulmak için Amerikayı
yeniden keşfe gerek yok. Sadece doğaya bakınız. O size ne yapmanız
gerektiğini söyler.
Kalp krizi geçiren bir ceylan ya
da aslan göremezsiniz. Diyabetli bir timsah ya da hipertansiyonu
olan bir zürafa yoktur. Bu hastalıklar insana özgüdür. İnsanın
hayvanlardan olan farkını idrak edebildiğimiz zaman, neden hasta
olduğumuzu anlarız.
İnsanları hayvanlardan ayıran 2
temel özellik vardır. İlki, gelişmiş beyin ön bölgesinin(prefrontal
cortex) sağladığı akıl özelliğidir. İkinci özellik ise doğallıktır.
Akıl özelliği ile doğaya karşı yaşam biçimi oluşturan insan,
hastalıkların önemli hedefi haline gelmiş, edindiği bu özelliğini
genleriyle nesillere aktarmıştır.
Kısaca hasta olmamızın temel
nedenleri; doğal olmayan yaşam biçimi ve sahip olduğumuz gelişmiş
beyin ön bölgesinin stres altında çalışmasının bozulmasıyla gelişen
vücut kontrol bozukluğudur.
Yumurta doğaldır. Yağlar
doğaldır. Et doğaldır. Sebzeler ve meyveler doğaldır. Doğal olmayan,
insan yapımı şeker ve un içerikli ürünlerdir.
İç organlarımızın çalışma
sistemiyle farklılık göstermeyen hayvanlar, doğal ortamlarından
alınıp deney materyali olarak kullanıldığında ya da
evcilleştirildiklerinde insanlar gibi hasta oldukları görülür.
Hastalığınız ne olursa olsun;
doğal olanı ihtiyacınız kadar aldığınızda, hastalığınızda kayda
değer düzelme gözlersiniz. Yakınma ya da hastalığa göre verilen
diyetler, referansı doğa olmayan aklın eseridirler. Sıra,
kolesterolü aklamaya gelmiştir umarım.
(11/12/2008)
(Dr. Güçlü Ildız)
330- Ayrıştırma becerisi
En zoruma
giden şey nedir biliyor musunuz?
Neden
insaoğlu her kritik pozisyonda gerginliği tırmandırır, taraf olur?
Niçin daima
ayrıştırma becerisini gösterir? Veya doğru olanı yapıp tevhid
yoluna gitmez.
Ne maksatla
din adına bazı insanların önü tıkanmaya çalışılır?
Bu ve benzeri
soruları çoğaltmak mümkün.
Ama ben değil
bütün bu soruların cevabını, az bir bölümünü dahi vermekte
zorlandığımı hissediyorum.
Şöyle bir
bakın çevrenize, bana hak vereceğinizi umuyorum.
Herhalde,
ilmi üretimin “yok denecek kadar az oluşu, şartlanmalar ve değer
yargıları ile dopdolu” bir hayatın olması, veri tabanındaki
yoğunluğun getirdiği kısır döngüler bireyi bu noktaya getirmiş
olmalı.
Dünyaya
kazık çakma pahasına bu değerlere sıkı sıkıya sarılırsanız, zaman da
size aynı şekilde bunun karşılığını verecektir.
Gelgelelim, ailenin, kocanın, babanın, ağabeyin, kurulu düzenin,
adaletsizliğin, eşitsizliğin, düşmanlığın, otoritenin, anlaşılmayan
dinin kölesi olma durumu da, kişiyi yaşam enerjisi bakımından güçsüz
düşürmektedir.
Birey, hakkında doğru eleştiriler sıralandığında, bunlara kızıp
kendini ispat edercesine öfkelenirse, hoşgörü ve tahammülü yoksa,
üslubuna dikkât etmezse, olacağı budur.
İnsanoğlu ya
evrensel değerleri anlayacak, olaylara at gözlüğü ile bakmayacak,
bazı hesaplara takılıp gitmeyecek, özetle ‘suyun kap içinde
aldığı şekil ve renk’ gibi olacak, Mevlana’dan, Yunus
Emre’den, Hacı Bektaş’tan Edebali’den, Sadi’den, Gazali’den
himmet bekleyecek, hayata uyum sağlamaya çaba gösterecek ya da son
günlerin modasına uyarak, hayatını düzene soksun diye
psikologların
peşine
takılacaktır.
(12-12-2008)
331-
Kolesterol Saplantısı ve Tıbbi Gerçekler
Son
yıllarda çok önemli olduğu belirtilen kanda
kolesterol yüksekliği, karaciğerin çalışması
sonucunda oluşur. Kolesterol vücudumuzun tüm
hücrelerinde bulunan, hücre zarı yapısını oluşturan
önemli bir moleküldür. Tüm canlılarda bulunur.
Kolesterolün önemli miktarı vücut tarafından
oluşturulur. Çok daha az miktarı besinler yoluyla
alınır. Karaciğer, beyin, omurilik ve kan damar
yüzeyinde, diğer dokulara oranla çok daha fazla
bulunur. Kolesterol kanda LDL, VLDL ve HDL adı
verilen taşıyıcılar tarafından, diğer dokulara
ulaştırılmak üzere, karaciğer ve ince barsakta
yapılarak taşınır. LDL ve VLDL karaciğerden
dokulara, HDL kandan karaciğere kolesterolü taşır.
Hücre zarı
yapısını oluşturması ve hücre bütünlüğünü koruması
nedeniyle bazı araştırmacılar kolesterolün
antioksidan (koruyucu) etkisi olduğunu
belirtmişlerdir. Yağda eriyen vitaminlerin (A,D,E,K)
kullanımı için kolesterol gereklidir. D vitamini
yapılabilmesi için kolesterol olması gerekir. Başta
kortizol, progesteron, östrojen ve testosteron olmak
üzere hormonlarının yapımı için gene kolesterol
gerekir.
Yapıtaşı
olma özelliği nedeniyle vücudumuz içinde beliren
yeni yapılarda kolesterolün bulunması
yadırganmamalıdır. Haliyle kalp damarlarını tıkayan
plak içinde kolesterolün yer alması doğal bir
olaydır. Plak içinde yüksek oranda yer alan esas
madde kalsiyumdur. Ayrıca temel kan elemanları olan
makrofaj, eritrosit, alyuvar ve akyuvarlarda plak
içinde yerini alırlar.
Plak yapısı
göz önüne alındığında eğer kolesterol yüksekliği
kötü ise kalsiyum ve kan elemanları da aynı derecede
kötü demektir.
Kolesterol düzeylerinin normalden fazla olması plak
boyutlarını arttırır, düşüncesi doğru olabilir.
Önemli olan, kolesterol düzeylerini artıran
nedenleri doğru olarak saptamak olmalıdır. Son 10
yıl içinde yüksek yağ içerikli beslenme
yöntemleriyle yapılan bilimsel araştırmaların
derlendiği(review) yayında, kolesterol düzeylerini
arttırmak bir yana, tam tersi olarak kolesterol
düzeylerini normale düşürdüğünü göstermektedir. Bu
çarpıcı bilimsel yayın, Mart 2007 tarihinde
Pediatrics dergisinde Johns Hopkins Medical
Institutions’dan Dr. John M. Freeman ve arkadaşları
tarafından yayınlanmıştı. Bu yayının son bölümünde
şu görüşlere yer verilmektedir: Hayretle
farketmekteyiz ki yüksek yağlı yiyeceklerin
insanları şişmanlattığı ve kolesterol düzeylerini
arttırdığı doğru değildir.
Aynı yayında, yüksek yağ içerikli besinlerin
arttırılması, rafine şeker ve unlu besinlerin
çıkartılması ile oluşturulan doğal diyetle beslenen
insanlarda; obezite, Alzheimer, Parkinson, epilepsi,
şeker hastalığı, otizm, depresyon ve polikistik over
sendromu hastalıklarında belirgin düzelmeler olduğu
belirtilmiştir.
Kolesterol içeriği yüksek olan yumurta, hayvani ve
bitkisel yağlar gibi doğal besinlerin kolesterol
düzeylerini arttırdığı kesinlikle doğru değildir.
Kan kolesterol düzeyini arttıran esas besinler,
rafine şekerden(sofra şekeri) ve beyaz undan
hazırlanan ürünlerdir.
(25-12-2008)
332-
Akbaba ve Ayakkabı
İslam’dan
kaynaklanmayan ve İslâm dini ile bağdaşmayan
bütün sistemlerin, ideolojilerin varacağı
nokta, zaman kaybı, dedikodu ve nifak olmaktadır.
“Allah” ismiyle hayat
bulmak için, dedikodu-fitne kapsamına giren bütün
düşüncelerden ve bu fikirleri gıdası gibi kabul edip
yayan insanlardan uzaklaşmak gerekir.
Çünkü onlarla birlikte olmanın hiçbir yararı yoktur.
Şayet din hükümleri ile
amel etmek gerekiyorsa, insanları nifaka davet eden
şeylerden kaçınmak zorunlu hale geliyor. Velev ki
doğru bir şey olsa bile!...
Seyir merkezli iman
anlayışı varken, neyin ne olduğunu anlamadan, tam
bir beşer anlayışı ile insanın üzerine “akbaba
misali üşüşen” kimselerden ve onların
yandaşlarından uzak durmak akıllıca bir iş olsa
gerek.
Din, evrensel ve
ölümsüzdür, tevhide dayanır.
Her çeşit noksanlıktan
münezzeh olup bireye hayat verir. Bu canlılığı
olumsuz şekilde ve duygular istikametinde kullananın
hiçbir kârı olamaz.
Sonuçta, içgüdüleri ile
hareket edenlerin beklemediği bir akıbetle
karşılaşmaları mukadderdir.
Ayakkabıya gelince;
Muntazar El Zeydi
adlı bir gazeteci, ABD’ nin Irak’tan
çekilmesiyle ilgili tören sırasında, hiç kimsenin
aklına dahi gelmeyecek, kendisi engelleyecek,
durduracak, frenleyecek ve denetleyecek hiçbir gücün
olmaması nedeniyle Bush’un kafasına önce bir
ayakkabısını, sonra da diğerini fırlatacak zamanı ve
cesareti bulmuş ve tepkisini böyle dile getirmiştir.
Sonuçta yapılan iş, benim
bakış açıma göre pek etik görünmemektedir.
Zira, Allah Irak’ a
yapılanları “büyük krizle” cezalandırmış, hak
eden, bundan payını almıştır.
(28-12-2008)
333- Ah Laikler!
Milliyet gazetesinde bir habere takıldı gözüm.
Haberin başlığı: “Ötekileştirilen
artık laikler!”
Haberde “Açık Toplum Enstitüsü ve B.Ü desteğiyle
yapılan araştırma sonuçları” aktarılmış ve
yorumlanmış.
Bu ve benzeri haberlerle,
yorumlarla basında sık sık karşılaşıyoruz.
Bunda bir anormallik yok!
Ayrıca gidişatı ölçmek,
toplumun nabzını tutmak adına faydalı ve gerekli...
Fakat bir kısım medyada
“laik” kelimesi ile çizilen insan portresi nedense
hep şudur:
“İbadet etmeyen, neye
inandığı belli olmayan, İslâmın zahiri ve bâtini
hükümlerine uymayan, hatta haberi bile olmayan,
şüphede kalmış, dinden bîhaber, dindar olmayan,
dinle ilgisi bulunmayan”
Ehli dünya, vesselâm...
Laik kelimesinin âdetâ
“dinsiz” anlamında kullanılmasından “laik bir
müslüman” olarak rahatsız oluyorum.
“Dinde zorlama yoktur”
(2-256) âyettir.
Din, laiktir.
Öyleyse, laik olmayan kim?
Merak ediyorum.
Link:
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=1029917&Kategori=
(31-12-2008)
334- Kimerizm
Normal
şartlarda bir yumurta ve bir sperm birleşimi ile
meydana gelen zigotun mutasyonlar sonucu birçok
normal dışı sapmaları vardır. Genler üzerindeki ya
da ilk birleşme anındaki birtakım farklılıklar bazen
oluşan canlılığın devam etmemesi ile bazen yaygın
olarak bilinen down sendromu gibi patolojilere bazen
de ilk bakışta hiç belli olmayan ve hatta rutin
taramalarda açığa çıkmayan farklılıklara neden olur.
Kimerizm bu son grupta yer alır. Kimerizm, döllenmiş
iki yumurtanın birleşmesi ve ikiz yerine tek bebeğin
doğması sonucu ortaya çıkıyor. İki yumurta birbirine
temas ediyor, yumurta zarları eriyor ve iki yumurta
birleşip tek bir beden içerisinde farklı DNA ve
farklı iki ikize ait olan organ ve dokuları
bulunduruyor.Burada hangi organın hangi yumurtadan
gelen genlerle geliştiği bilinmiyor.Annenin göz
,el,ayak v.s organları bir yumurtadan
rahim,kalp v.s. gibi organları diğer yumurtadan
gelişiyor.Ya da tersi ..ya da sadece bir
organı....Örneğin annenin rahim genleri diğer
yumurtadan gelişti ise; dünyaya gelen bebek kadının
doğmayan ikizinin DNA’sını taşıyabiliyor.
Dolayısıyla anne doğurduğu çocuğun biyolojik annesi
olabiliyor ama gerçek genetik annesi olmuyor. O
bebek ikinci ikizine ait olan yumurtalıkta geliştiği
için anne onu psikolojik olarak reddedebiliyor.
Genetik birliktelik ve birebirlik olmuyor. Organ
transplantasyonlarında da kimerizm önemini
korumakta...
Hermafrodit
(Çift cinsiyet) cinsiyet bozukluğu olan bazı
insanlarda da kimerizm olabiliyor. Son yıllarda
yaygınlaşan tüp bebek uygulamaları da ileride
kimerizm vakalarında artışa yol açabilir, çünkü tüp
bebek uygulamasında, iki embriyonun aynı anda
döllenme olasılığı çok fazla.
Dünyadaki kimerik
kadınların sayısı literatürde 50-60 arasında yer
almaktadır.
(03-01-2009)
(Rad. Dr. Işıl Yurdaışık)
335- AFY ile Günü Yaşa
www.sufizmveinsan.com’ da yayımlanan Yaşam ve
Din bölümünde değişik konuları içeren yazıları ile
okurların karşısına çıkan Ahmed F.Yüksel, genelde
beğeniliyor diyebiliriz. Biz kendisi ile mini bir
söyleşi yaptık ve sorularımızın cevaplandırılmasını
istedik.
Şimdi sizi onunla baş başa bırakıyoruz...
Ø
Mutluluk ?
İzafi
Ø
Evlilik.
Kutsal Kurum
Ø
Hedef?
“Ölmeden önce ölmek”
Ø
Çocuk?
Heyecan verici.
Ø
Amaç?
Her son yazımın, konuşmamın bir öncekine göre daha
iyi olması,
Ø
Korku?
Vardı, bitti.
Ø
Hayat felsefeniz?
Önce karşımdaki.
Ø
Hayatta keşke dediğiniz bir şey var mı?
“Keşke şunu yapmasaydım, burada bir hata yapmışım.”
diyebileceğim hiçbir şey yok. Her zerrede mutasarrıf
olan Allah’a eş koşacak kadar saf biri değilim.
Ø
Hata?
Hata, insanları düzelten bir olgudur. “Beşer şaşar”
derler. Hata yapmazsak yanlışı bulamayız. Ancak bazı
üst düzey insanlar var ki, bu kavramı onlarla
özdeşleştiremeyiz. Örneğin Efendimiz (s.a.v),
O’nun için “şurada hatalıydı” diyebilir miyiz? Ben
kendim için hatam yok derken farklı bir felsefenin
yaşanışını kast ettim. Bu noktayı burada belirtmek
isterim.
Ø
Aşk…
Cennetten bir duygu
Ø
İman
Kabul etmediklerini, kabul ettiklerin kadar değer
verip sevmek ve seyretmektir.
Hoşça kalın…
(06-01-2009)
336- Hz. Musa’nın dileği
Allah, Hz.
Musa’ya, kendisini göremeyeceğini söylemesine
rağmen, Hz. Musa, O’nu yinede görebilmek için
yakarır. Allah, ona dağa bakmasını söyler. Hz.
Musa dağa baktığında dağın un ufak olduğunu görür ve
kendinden geçer. “Rabbi dağa tecelli edince onu
yerle bir etti, Musa da bayılıp düştü” (7-143)
Dağ diye bildiğimiz, aslında bir atomlar yumağı ya
da frekans okyanusudur. Her şeyde olduğu gibi dağda
da sürekli bir hareket ve değişim söz konusudur.
Bunun için ayette, “Dağları
yerinde durur görür, hareketsiz sanırsın, oysa
onlar, bulutların geçişi gibi yürümektedirler.”
(27/88) denir. Dağı Allah’a yakine
ermiş bir gözle görmek demek, dağ şeklinin yok
olduğunu görmek demektir. Bu idrak yakine ne kadar
çok yaklaşırsa, varlığın yokluğu o derece aşikar
olur. Bu, alıştığımız beş duyu sınırlarının dışına
çıkmaktır. Yine Hz. Musa’ya ateşten ya da ağaçtan
gelen Allah hitabı,
“Ağaçtan şöyle nida olundu:
"Ya Musa, Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'ım!..”
(28/30) aslında dıştaki ateşten değil,
ateşin özünden, Musa’nın özünden, yani hem ateşin
hem Musa’nın hem de her şeyin özü olan o Öz’den
gelir. Yani Musa hitabı, dışındaki ateşten değil,
kendi özünden duymuştur. Çünkü vahiy alan bir nebi,
aslında aldığı vahiyde dışa bağımlı değildir. O
halde O, dış ve iç ikiliğinden kurtulmuş, Tümel
Tekliği idrake yönelmiş durumdadır. Bu konuda
Cüneyd-i Bağdadi demiştir ki: “Otuz sene oluyor,
ben Hak ile konuşmaktayım. Halk kendileriyle
konuştuğumu sanıyor. Eymen vadisinde Gerçek,
alemlerin rabbi Allah benim nidasını Musa
peygamberin kulağıyla işitiyor. Sırrı söyleyen ve
işiten yine kendisidir. Bizler, sizler, arada
bahaneleriz.”
(09-01-2009)
337- Gündem
Türkiye’nin gündemi her gün değişir!
Çok ilginç
bir coğrafyadır bizimkisi…
Her gün
önünüze konan global ya da lokal bir kriz vardır…
Bazen
suni, bazen doğal…
Hele hele
Türk halkı, gündemi yönetmek isteyenlerin istemediği
şekilde gündeme müdahale etmek istesin….
Seyreyleyin cümbüşü! Manşetler hemen değişir…
Gündelik dünya kaygılarını tetikleyip, halife insan
olmak adına hissedilen, düşünülen veya ortaya konan
her türlü davranış şekli unutturulur…
„Aman
ekonomik kriz mi patladı, yok müdahale mi geldi“
v.s., v.s.
Tüm
gerçekler bir günde sümen altı edilir; bu ister
Gazze gibi bir büyük dünya dramı olsun, ister
sizin insan olma yönünde gelişmek adına
yaptığınız Öz’e yönelik çalışmalar olsun.
Kendinizi
hergün değişen çılgın Gündem’e bırakırsanız, zamanla
akıl sağlığınızda yani beyin kimyanızda değişimler
başlar…
Çünkü
Gündem, „VAR’ı YOK, YOK’u VAR“ eder.
Gündem’in
kancalarından kurtulmak ancak ve ancak onu izlerken,
aynı zamanda insan olmanın getirdiği tüm kuvveleri
tetikleyen mekanizmaları kendinizde çalıştırmakla
mümkündür…
Bunun
yöntemi de Yaratıcı tarafından Din’deki ilahi
hükümler ile insanlığa bahşedilmiştir.
Yeter ki
kullanmaya muktedir olalım!
Bu
nedenledir ki gelmiş geçmiş tüm evliyaullah ömrünün
sonuna, gücünün yettiğine kadar bir gün bile ilahi
hükümlerin dışına çıkmamışlar, son nefeslerine kadar
ilahi hükümle emredilen çalışmaları
bırakmamışlardır.
Yoksa
GÜNDEM sizi her an yakalayabilir; ister Dünya, ister
ülke, isterse kişisel gündeminiz olsun…
Efendimiz
(s.a.v) Hadis-Şerif’te şöyle buyurmuştur:
"En hayırlı olan ve derecenizi en ziyade artıran,
melîkinizin yanında en temiz, sizin için gümüş ve
altın paralar bağışlamaktan daha sevaplı, düşmanla
karşılaşıp boyunlarını vurmanız veya boyunlarınızı
vurmalarından sizin için daha hayırlı olan
amelinizin hangisi olduğunu haber vereyim mi ?"
"Evet! Ey Allah'ın Resûlü!" dediler.
"Allah'ın zikridir!" buyurdu.
Tirmizî, Daavat 6, (3374); Muvatta, Kur'ân 24.
(12-01-2009)
338- İlke ve değer olarak inanç
Yorumun
başlığından anlaşılacağı gibi, dinlerin ortak
noktası olan inanç ve düşünce sitemlerinin, en fazla
bir cümle içinde izah edilecek bir temele
dayandırılması mümkündür. Bu kabulden yola
çıkıldığında, bireyler söz konusu temelin kendine
has bilgilerini değerlendirip oluşan fikirlere
kabiliyet ve istidatları nispetinde bir anlam vermek
suretiyle sonsuz yaşama adım atarlar.
Bu en büyük
ve iddialı inanç-düşünce sistemlerinin temel
kabulleri, onlara hem kapsama
genişliği/rahatlığı hem de kudreti ve ikna
gücünü sağlayacaktır.
Ne var ki
iman-inanç noktasının belirli bir seviyede
tutulması şartı aranır. Yoksa sistemin en kırılgan
noktası, batıla hurafeye dönüş devam ediyor
demektir.
İnanç
dünyasında Allah adına konuşma yetkisi
Rasullullah’a bizatihi verilmişse, bunu kuşkulu
kılacak veya kabulünü gölgeleyecek,
bulanıklaştıracak herhangi bir iddia, bireyleri
“tepeden tırnağa” sarsar, buhranlara sokabilir.
Modern çağla
birlikte uygulanan sindirme politikasıyla İlahi
hükümlerin kabul görmüş biçimlerinin -namaz,
oruç, hac, örtünme vs.- değişmesi ihtiyacını
duyanlar, bunu asla sağlam bir gerekçeye
dayandıramazlar.
Örneğin
namazın, Türkçe sözcüklerle kılınışı gibi!
Hem de
Efendimiz (s.a.s) açık açık “Fatihasız namaz
olmaz” derken
Bunun
‘doğru’ ve yön verici olarak kabul edildiği
iddiasının bile sağlam bir gerekçesi yoktur; ama bu
tür söylemlerin ciddi bir tedirginlik yaratmayı
başardığı da yadsınamaz.
İnanç
dünyası bu ve benzeri girişimlerle yıkılmamalıdır,
yıkılmayacaktır.
Unutulmamalıdır ki inanca bağlı değerler, insanı
zirveye yaklaştırır.
Azami
derecede iman bilgisine sahip olanların bundan
sonraki aşaması ise, yakin elde etme yönündeki
çalışmalar olmalıdır.
(15-01-2009)
(Ahmet F. Yüksel)
339- Demeyesin!...
Yıllar önce bir zatı
ziyaret etmiştik. Sohbetimizde; "ALLAH İLİMLE
BİLİNİR, BEDLE BULUNUR!" demişti. Zatın "Bed nedir?"
sorusuna, topluluk içinde en hızlı cevabı veren
bendim: "Yani sevmediğimiz şeylerle, belalarla
bulunur Allah!"
Tespitime, bizi oraya
götüren gönül ehli: "Demeyesin!" diye karşılık
vermişti. Gerçek bu ise neden demeyecektim ki?
Bunu zaman içinde
biraz acı, biraz zor gelişmelerle geç de olsa
kavrayacaktım…
Sözler, canlı idi.
Beyinde fiil ve düşünce ayrımı yoktu. Beyin için,
içerisi, dışarısı ayrımı da yoktu. Her söz bir mana
daveti, her davet bir oluşumun start alması idi…
Bense o günlerde tasavvufu, sadece ilmi tespitler
sıralamaktan ibaret sanıyordum…
Düşünce dünyama çok
şey katan gönül ehli; ziyaret sonrası: "O belalarla
Hakkı bulmuş olabilir, siz lütuflarla bulmayı talep
edin! İlmini değerlendirin ama sakın haline
özenmeyin, çünkü herkes herşeyi kaldıramaz" demişti…
Neyi, ne kadar
kaldırabildiğim, nereme basılınca feryat ettiğim,
zaafımın neler olduğu süreçlerle fark ettirilirken,
"Demeyesin!" sözleri kulaklarımda çınladı ama artık
nafileydi… Düşünmüş, dile dökmüş, davet etmiş ve
yaşamıştım!….
…
Bilenler neden sükutu
seçer, düşünün!...
Yaşayanlar, neden
isteklerden uzaklaşır, düşünün!...
Daha çok ilim yerine,
önce bildiği ile amel, sonra talep etmek neden
önerilir, bunu da düşünün!...
Ve Kur'anda "KUL";DE
Kİ şeklinde zahiren ifade edilen mananın aslında
YAŞA Kİ anlamına geldiğini de dikkatle tefekkür
edin!...
Bir gün konuşacak
mecali kalmamayı, ağzını açamayacak hale gelmeyi
istemiyorsanız, susun ve sadece yaşayın dostlar!..
Taleplerinizi,
özentilerle değil, akıl- mantık ve ilim süzgecinden
geçirerek çok dikkatli değerlendirin!.. Bela yollu
yürümek de var, Lutuf yollu yürümek de….
Sabır isteyen
sahabeye; "Belanı isteme, Allah'tan afiyet iste"
şeklindeki Nebevi uyarı ne kadar anlamlı değil
mi?...
Çok bilmek yerine,
bildiği ile ameli öne alarak, talepsiz, akışa teslim
olanlara selam olsun!
(18-01-2009)
340- Kadim vahylerin silik izleri
İslamiyeti bir
emirler zinciri olarak görenlerle, gönülden
gelen bir bağlılıkla, zorlama olmaksızın
yaşanması gerektiğini söyleyenler vardır. Hua hu
ching’deki şu satırlarda bir gerçek gizli
olmasın?: “Yol’un saygınlığı varlıkların
lütfuyla değil/ Kendiliğinden öyledir/ Yol’a
saygı duymak ve erdeme değer vermek,/ Emredilmiş
bir vecibe değil,/ Tabii bir durumdur.”
Ancak bu tabi duruma perdeli olup içlerinde
coşkuyu bulamayanlar için, idrak seviyeleri
gereği, İslamiyet bir yaptırımlar bütünü haline
gelir. İşte fark buradadır. Bu yaptırım
zorunluluğu olmalıdır ki izafi nefs
köreltilebilsin. Yine de aynı metinden, huşu
haline örnek sayabileceğimiz şu pasajıları
verelim: “Sıradan insana göre mabet kutsal
olduğu halde tarla öyle değildir/ Bu ise
hakikate aykırı olarak gelişen bir ikiliktir”
“Ne ilahiler söylemek, bir fırtınanın uğultusunu
dinlemekten/ Ne tesbih çekmek nefes alıp
vermekten daha kutsaldır/ Ne de dini kisveler,
iş giysilerinden daha ruhanidir/ Tao ile
yekvücut olmak istersen yüzeysel maneviyata
kapılma/ Bunun yerine, sakin ve basit,/
Düşüncelerden ve kavramlardan uzak bir hayat
yaşa/ Huzuru, tek gerçek güç olan anlama
erdemini edinmekte bul” Tao te ching’de de
şöyle denir:
“Akıl ve duyguların karmaşasından azad olmak ve/
Tao ile yek vücud olmak için iki yol vardır:/
Birincisi kabul etme yolu:/ Herşeyi ve herkesi
kabul ederek/ İyi niyetini ve dürüstlüğünü her
yönde sebestçe yay/ Uyumlu birliğin bir parçası
olarak herşeyi kucakladığında onu anlayacaksın/
İkincisi reddetme yolu:/ Etrafta gördüğün
herşeyin ve düşüncelerinin/ Yanlış, yanılsama,
ve gerçeğin yüzüne örtülmüş peçeler olduğunu
fark et/ Birliğe, tüm peçeleri sıyırdığında
ulaşacaksın/ Kendiliğinden, büyük birliğin
farkına varacaksın/ Onunla bütünleşmeyi sağlamak
için/ Mücadele etmen gerekmeyeceğini hatırla/
Tek yapman gereken, onun bir parçası olmaktır”
(21-01-2009)
341- Taşlaşan Joe
Kırk yıl hücre hapsine mahkûm Joe, günün
birinde hücresindeki bir karıncayı, hapisten
çıktıktan sonra para kazanabilmek için
eğitebileceğini düşünmüş ve onunla kırk yıl
boyunca uğraşmış...
Öyle ki karınca, kendisi ne emrederse
yapıyor:
"Takla at!", atıyor, "amuda kalk!",
kalkıyor. Joe, "tamam" demiş,
"çıkınca ben bu karıncayla köşeyi dönerim."
Tahliye günü, onu kibrit kutusuna koyarak en
yakın bara koşmuş ve viskileri üst üste
götürmeye başlamış.
Beş parasız ama, "hesabı getirdiğinde barmene
karıncayı bir göstereceğim; dilini yutacak,
bırak para pul istemeyi, üstüne para verecek!"
diye düşünmüş.
Barmen hesabı getirdikten sonra bardakları
yıkamaya devam ederken, Joe, gösterilerini
yapmak üzere kibrit kutusundan karıncasını
çıkartıp tezgâhın üstüne koymuş ve "bakar
mısın?" demiş...
Sonra biraz daha yüksek sesle:
"Şu karıncaya bak!"
Barmen "Aah, afedersiniz, görmedim!"
diyerek başparmağı ile karıncayı ezip omzundaki
bezle tezgâhın altına süpürüvermiş.
O tarihten beri, barın aynı taburesinde taştan
bir adam otururmuş. Adı: Joe...
Zavallı, onca yıllık emeğinin boşa gitmesinin
şoku ile taşlaşmış ve öyle kalmış...
Geriye bakıldığında kimileri, karınca
örneğinde olduğu gibi, yıllarca didinip uğraş
verdiği, emeklerini yitirdiği olaylarla
karşılaşabilir.
Sizden farklı olmayanlar da, daha toleranslı
bir anlayışla karşılanır, aradan sıyrılır
gider.
Bu, sonuçta ‘takdir’ meselesidir.
Yaşam kulvarında bu insani ilişkilerden ders
alıp, hataları tekrarlamadan, bazı mesajların
değerlendirilebilmesi şarttır.
Haliyle, hikâyenin kahramanı “Joe”nin
pozisyonu, bizim için güzel bir örnek teşkil
ediyor.
(26-01-2009)
341- ADAMKADINKADINADAM’IN DAĞILIŞI
Bir Adam
vardı. Ve bir Kadın vardı. Adam, Kadının yanına
vardı. Adamvekadın oldular. Adam, Kadının elini
tuttu. Adamkadın oldular. Önlerindeki yolda
yürümeye koyuldular.
Adamkadın’
ın ardında tüm dünya el ele tutuştu. Ama
Kadınadam bunu görmüyordu. Önlerinde her şey bir
bir ayrı iken, onlar geçtikçe bir Bir oluyordu.
Ellerindeki sevginin ateşi ardındaki her şeyi
birleştirdi. Şimdi her şey Herşey’ di.
Yazık ki
gözleri, geride kalan güzelliği görmedi.
Anlamadılar. Bilemediler. Ve tartıştılar. Ve
Kadın, Bir’den elini çekti. Adamı terk edip
gitti. Dün/yanın yarısı Kadınla gitti. Dünyaları
dün oldu. Adam yıkık, Adam yenik… Adam, Kadının
ardından bakakaldı.
Ve Adam
geri döndü. Ama artık gerideki her şey ayrı,
gerideki her şey yarımdı. Onlar, Herşey’ i hiç
tatmadı. Tatsalar ayrılmazlardı…
Adamkadınkadınadam’ dan geriye kala kala küçük
birer adam ve kadın kaldı.
(28-01-2009)
342- Cehaletten kurtulmak
Toplumsal yaşantımızda son
dönemlerde, özellikle mistisizmin bilimsellikle
bağlantı noktasında yapılan açıklamalar, beni bir
değerlendirme yapmaya adeta zorladı. Çünkü bazı
kimseler gelişi güzel bilgiçlik taslarken
cehaletlerini ortaya koyuyorlar.
Fahiş hatalara düşüyorlar.
Önce şu ayrımı yapalım:
Genelleme yaparak
söyleyelim; tasavvufla ilgilenmek kişiye
“sufi” niteliğini kazandırmaz!
Dinle uğraşan her insan,
tasavvufla uğraşıyor değildir.
Hele otorite hiç olamaz.
Böyle bir uğraşı ayrı
nitelikler, erdemler, ortamlar gerektirir. Hatta
daha da ileriye gideyim, bazı gerçekçi
yaklaşımlar, konunun iyi bilindiğini, uzmanlığını
göstermez, kanıtlamaz.
Haliyle, kendi kendine
yakıştırılan sıfatlar, orijinleri ile benzerlik
gösterse de iyi gözlemlendiği takdirde, bilgi ve
yaşam boyutunun farklılığı açık ve net bir şekilde
hissedilir.
Dolayısıyla, iyi bir
eğitmen, bilgi aktaran, bilgi üreten kişi
olmakla beraber, yaşam kapılarını açan, en azından
yardımcı olmaya gayret eden kişi olarak temayüz
eder. Gerçek bir eğitmen, tam anlamıyla ‘Bilge”sıfatı
ile anılmalıdır.
Bilge kişi, mistisizm
alanında bir önder ve otoritedir. Yalnız ilmi ile
değil, davranışları değer yargıları, konulara
yaklaşımdaki titizliği, taviz vermeyen görüntüsü,
yeri geldiğinde engin hoşgörüsüyle insanlara örnek
olur.
Şu noktayı iyice
vurgulamak isterim: İnsan yetiştirmek sadece
bilgi aktarmak, belleklere bilgi doldurmak değil,
saydığım niteliklere de haiz olmakla elde edilir.
Bilge, hiç kuşkusuz
görüşlerini, yaptığı araştırmaların sonuçlarını, tüm
İslâm âlemine açıklamak zorundadır. Sonucu
önceden belirlenmiş, tekrar şeyler onun belleğinde
yer almaz. Böylesi bir davranış bilgeliğe
yakışmaz.
Hatta bu tür davranış avam
türündeki insan kişiliğinde bile sırıtır.
Bilge kişi nesnel (
objektif) davranır. Klikleşme, arkadaş ve yandaş
kayırma gibi çalışmalar içinde olmaz. Onun için
gaye, paylaşım içinde bulunmaktır. Bu temel amaç
bir yana itilerek, kişisel güdülerin,heveslerin ön
plana çıkarılması bu tür mahallerin itibarını
zedeler.
Bilge kişiler, bütün bu
konumları dikkate alarak hem kendi saygınlığını hem
de İslam’ın saygınlığını düşünerek yaşar.
Kimileri bana için için kızıyor, ama bir görüşümü
yineleyeceğim!
Yaşadığımız boyutun temel
sorunu, bu tür kişilikli insanların eksikliği,
olanların da kıymetinin bilinmemesidir.
(31-01-2009)

343- Michael Phelps neden esrar içiyor?
Çocukken öğretmeni annesine, Michael Phelps hakkında
şunları söylüyordu; Bu çocuğun önemli ölçüde dikkat eksikliği var.
Dersleri dinleyemiyor, yeterince çalışmıyor, gayret göstermiyor. Bu
çocuktan bir gelecek beklemeyin. Bu durumuyla başarılı olamaz.
Beyin ön bölgesinin artan
duyarlı çalışma özellikleri, MP’in dikkatini
yeterince toplayamamasına neden oluyordu. Spor ya da
düzenli fiziksel egzersiz, beyin ön bölge
duyarlılığını azaltıcı etkisiyle MP’in
iyileştirilmesinde önemli katkıları oldu. Başarıya
olan inancın yarattığı plasebo etkisiyle daha iyi
duruma gelen beyin çalışma özellikleri sayesinde MP
spor alanında dünyanın en başarılı ismi oldu.
Ancak yaşanan son olayla
birlikte sporun tek başına yeterli olmadığı
görülmektedir.
Esrar vb. uyuşturucu
maddeler, duyarlı olan beyin ön bölge çalışma
özelliklerini, arttırdığı dopamin ile geçici olarak
düzelterek kişide bağımlılık yaratır. Başka bir
değişle bağımlılıkların ya da uyuşturucu madde
kullanımının nedeni, duyarlı olan beyin ön bölge
çalışma özellikleridir.
Beyin ön bölgesinin insana
sağladığı belki de çok daha önemli bir özelliği,
akıldır. Beyin ön bölge potansiyelini yeterli
düzeyde kullanamayarak dikkat eksikliği yaşayan MP,
aynı zamanda akıl özelliklerini yeterince
kullanamayarak esrara yöneldiği anlaşılmaktadır.
(02-02-2009)
344-Şeytani
Bir Vasıf: Olumsuzluk
John Milton’un dediği gibi, “Zihnin kendine göre
bir yeri ve ayrı bir tutumu vardır. Cehennemi
cennet, cenneti cehennem yapabilir.” Sawami
Rama’da “Şeytan diye adlandırdıklarınız sizin
birer parçanızdır. İnsan zihni muhteşem bir
sihirbazdır. İstediğinde hem şeytanı, hem de ilahi
bir varlığı kendinde biçimlendirebilir. Muazzam bir
düşman, ya da muhteşem bir dost olup bize cennetin
ya da cehennemin kapılarını aralayabilir. Beşer
varlığına yerleşen en büyük şeytan, olumsuz bir
zihindir. Olumsuzluğun şekil değiştirmesiyle olumlu
ve meleklere özgü şekiller görünür. Cenneti de
cehennemi de zihin kendisi yaratır.” der.
Olumsuz zihnin dayanağı şeytan ise, “insanlar
üzerinde zorlayıcı gücü olmayan” (34/ 21),
sadece vesveseye sürükleyen ve zihinlerde gerçekle
gerçek dışını karıştırttıran bir manasal güçtür.
Zira, “Benim kullarım üzerinde senin tahakküm
kudretin yoktur. Ancak, sana tâbi olmuş azgınlar
hariç.” (15/42), “Doğrusu iman edenler ve rablarına
güvenenler üzerinde onun tasarrufu yoktur. Onun
tasarrufu ancak kendisini dost kabul edip böylece
şirk içinde olanlaradır.” (16/99,100) denir.
Öyleyse şeytan, insan boyun eğip düşünce formunu
olumsuzlaştırmadıkça, insanı etkisi altına alamaz.
(06-02-2009)
345-Fink
atmak
Ülkemiz bugünlerde,
Avrupa birliği sürecine ayak uydurmayla
gerçekleştirilen önemli reformlara rağmen, bazı
sorunların çözümü yolunda- türban gibi- hâlâ
ciddi yapısal sorun ve engellerle karşı
karşıya bulunmaktadır.
İnsanların kendi
tercihlerini kullanmaları, malûm çevrelerce
“gericilik” olarak nitelendirilmekte, İran
ve Malezya örneklemeleriyle toplum adeta
zorla ikiye bölünmektedir. Bu nedenle,
özgürlük adına yapılacak işler arap saçına
dönmekte ve gerekli adımlar bir türlü
atılamamaktadır.
Bu tartışmalar, bizim
ülke bazında bazı yerlere neden gelemediğimizin
ve asla gelemeyeceğimizin çok açık ve net bir
göstergesidir.
Çoğunluk haklı olarak
–makul ölçülerde- inancını veya özgürlüğünü
savunmak isterken, karşı taraf, tarihte
görülmemiş bir pişkinlikle, hatta işi zorbalığa
vardıracak nitelikteki tavırlarıyla meydan
okumakta ve toplumsal bir kargaşaya adeta
davetiye çıkarmaktadır.
Günümüzde herkesin
dilediğini yapabilmesi, kendisi gibi düşünenleri
yandaş kabullenmesi mantıklı olan bir davranış
biçimidir. Ne var ki, olmayan yerden ateş
çıkartma heveslerine girme arzusu, bu ülkeyi
gönülden sevmekle bağdaşamaz.
Geriye dönüp
baktığımızda, bu hususta aldığımız mesafe
oldukça şaşırtıcıdır diyebilirim.
Peki, her şey
değişebilir, bir düzene girer mi?
Bu soruya verilecek
cevap biraz da inanç sistemine bakmakta,
hükümlere uymakta yatıyor. Ama sistemi dikkâte
almayan yanlı taraf, bu konuya hiç yaklaşım
yapmıyor.
Dini adeta dışlıyor.
Siz, “Allah’ın
emridir” diyeni gördünüz mü hiç?
Mümkün değil.
Değerli dostlarım!
Bu insanlar gerçekten
ne yaptıklarını bilmiyorlar. Hiçbir
uyarıcı/caydırıcı müdahaleyi kabullenmeden bu
noktaya kadar geliyor, inat ediyorlar....
Ve bu oyunu istedikleri biçimde sürdürüyor...
Açıkçası, fink atıyorlar...
(08-02-2009)
346-Brodman
10
"Kesinkes ben, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a
tevekkül (hakikatimdeki El Vekîl isminin
gereğini yerine getireceğine iman) ettim...
Hareket eden hiçbir canlı yoktur ki onun
"Bi"nasiyesinde (alnında olarak) tutmuş olmasın
(Fâtır'ın beyni programlaması) (lafında
kalanlara göre: Hükmüne boyun eğdirmek)...
Muhakkak ki benim Rabbim sırat-ı müstakim
üzeredir." (Yansımalar, “B” kapsamında Kuran’a
bakış, Hud 56.)
Üstad, son eserinden alınan bu ayeti,
Yenilen! adlı kitabında şu şekilde
açıklıyordu.
Yani, o varlığı bulunduğu haliyle yaşatan;
Alnında-alnının arkasındaki beyninde- açığa
çıkan, esmâ terkibinin oluşturduğu program onun
Rabbıdır. Çünkü onun varlığı,
kendisinin
rabbı olan
esmâ terkibinin tabii sonucudur.
Günümüz bilimsel verileriyle alın bölgesi, beyin
ön bölgesi, insanda akıl özelliklerinin
oluşumunu sağlayan beyin bölümüdür.
Allah, akıldan daha değerli bir şey
yaratmamıştır. Hz.Muhammed(sas)
Ayette kafa, kulak, beyin ya da şakak sözcükleri
geçmiyor. Özellikle alın sözcüğünün seçilmesi,
bölgenin değerini ifade ediyor. (Yorumu tut-çek
biçiminde ifade eden kimi meallerde alın yerine
perçem sözcüğü kullanılıyor)
Bir de alnın, 2 cm. çapındaki, tam orta bölgesi
var. Secde anında alnın temas ettiği bölge…
Beyindeki izdüşümü Brodman 10.bölge olarak
bilinir.
Beyin ön bölgesi genel anlamda insanlarda,
hayvanlara göre çok daha belirgin gelişim
göstermiştir. Ancak en çok farklılık gösteren
bölüm Brodman 10’dur. Bu nedenle
nöropsikiyatride insan beyin evriminin
anahtar bölgesi olarak düşünülür.
İnsan beyninde en az bilgiye sahip olunan bölüm,
Brodman 10’dur.
Eldeki bilimsel veriler sağlıklı insanlarda,
satranç gibi oyunlar sırasında, rakibin sonraki
hamlesini tahmin etmek için düşünenlerde bu
bölgenin aktif olduğunu, bu şekilde
düşünmeyenlerde etkinliğin gözlenmediğini(soğuk
olduğunu) belirtiyor. Ayrıca kimi akıl
hastalıklarında işlevsel bozukluğu olabileceği
düşünülüyor.
Beyin ön bölgesi, diğer beyin bölgeleri ve iç
organlar üzerine olan kontrol etkisiyle beynin
beynidir. Brodman 10, beyin ön bölgesinin
çatısıdır. Bu durumda, Brodman 10’u nasıl
adlandıracağız, siz düşünün!?
(11-02-2009)
347-Futbol
Yok Fanatizm var!
Bir futbol sezonunu daha devam etmekte ve
birçok kez gündem futbola kitleniyor. 7’den 70’e
herkes futbolla ilgileniyor. Toplum olarak futbola
ciddi bir enerji harcadığımız ortada fakat maalesef
futboldan anlamıyoruz. Futboldan çokta aslında
futbolla gelen fanatizme müptela olanlar
çoğunlukta ve fanatizme bulanmış futbol
satılıyor. Futbolu idrak ise sonuç odaklı.
Kaybedenlerin sığınacağı limanda hazır, hakemler.
Ortaya çıkan tablo ise 2000 kişiyi koruyan 4000
polis. (FB ve GS derbi maçlarında olduğu gibi.)
Adı derbiol olan fakat güzel futboldan eser
olmayan maçlar...
Sadece fanatizm ile dolu maçlar...
Sahada da ciddi bir futbol 90dakikanın kaç
dakikasında var ki?...
Fanatizmi körükleyen basından, klüp yetkililerine
kadar herkes bu sonuçtan sorumlu. Yani futbolun
fanatizme mahkum edilmesi yanlışına...
Tesadüf aynı hafta İngiltere'de, İspanyada de bir
derbi olsa. İşte orada sadece futbol vardı. Oturarak
statta maç seyreden seyirciden sahada futbol oynayan
oyucuya kadar. Tel örgüsüz bir statta futbolun
güzelliklerini seyretmek.
Şunu da söylemek gerek, hep yerli futbolculardan
kurulu büyük takımlar övülüyor. Gözden kaçan ise
büyük takımlarda oynayan yerli futbolcuların çoğunun
3 büyüklere özellikle de FB’ye transferiyle kendi
kafasındaki misyonunu ve vizyonunu tamamlamış olması.
Özellikle 3 büyük takıma gelen yerli futbolcuların
kısa sürede sönüp gitmeleri bunun göstergesidir.
İngiltere’de,İspanya’da, İtalya’da futbol oynamak
çoğunun vizyonunda bile yok. Hele dünya
futboluna kalıcı bir katkıda bulunmak rüyalarından
bile geçmiyor.
Burada eleştirilmesi gereken çok yabancı oynatan FB
değil, FB takımında kalıcı olamayan bahsettiğim
futbolcu zihniyetidir. FB son yıllarının yıldızı
olarak görünen Tuncay bile İngiltere ligine gidince
oynayabildiği takım az şekerli.
Son yılların Avrupa'da bende varım diyen ve Türk
futboluna katkıda bulunan 2 futbolcuyu görmeden
geçemeyiz. Tugay ve Nihat. Özellikle Nihat!ın her
gittiği takımı İspanya liginde Real’in ardından 2.
yapması gol krallığına oynaması ve maçta gösterdiği
performansı takdire değer seviyede idi. Tarih yazdı.
Profesyonel ve amatör her futbolcuya örnek
gösterilebilecek bir oyuncu olarak görüyorum
kendisini.
Fanatizmin olmadığı aklın ortaya çıktığı bir futbolu
sahalarımızda görme dileğiyle.
(14-02-2009)
348-Bu
kimin savaşı?
Bizler ilmin ışığında aydınlanma gayesi
içindeyiz….
Lakin
yaşadığımız dünyada sapla saman, akla kara
birbirine fena halde karışmış durumda.
Irk,
din ya da milli menfaat adına kendini haklı
gören “Beyaz bir sayfa için KARA
eylem”
peşinde…
Misaller; hemen yanıbaşımızdan ve global
dünya şartlarından:
Bir
yönetim sistemini muhafaza etmek adına din
ve vicdan hürriyetine saldıranlar;
Din
adına insanların hayatına kast etmeyi
cihad’dan sayanlar;
Milli
menfaatler adına, toplumları birbirine karşı
kışkırtanlar;
Alternatif teknolojinin varlığına vakıf
olduğu halde, mevcut ilkel teknolojisini
koruyarak aşırı kar üzerine kurulu
kapitalist düzeni için, bir milleti
boğazlamak üzere potansiyel doğa
rezervlerinin olduğu topraklara saldıranlar…
Say,
say bitmez! Hem mikro, hem makro
perspektifle yaşadığınız dünyaya bakın,
artık inandığı doğrular için, evrensel
olarak yanlış adledilen eylemleri de ortaya
koymayı kendine hak sayanlar çoğunlukta…
Bazen
sistemin işleyiş prensipleri sizi, haksızlık
yapılan yerde Hakk’ı savunmak zorunda
bırakır. Haksızlık kime yapılıyor
olursa olsun, eğer ardında “Evrensel
Değerlere” saldırı varsa, o an Sistem'dir
önemli olan,
Din'dir.
Böyle
zamanlarda akıl ve imanı kendimizde
bulabilmeliyiz.
Hak
adına hareket edeceksek, tüm "kişisel
değerlerimizi; kişisel yargılarımızı" bir
kenara bırakıp ve hatta feda edip Hakk'ın
düzeninin savunucusu olmalıyız.
Bu
savaş, dışımızdaki Yahudi ile Müslüman’ın,
Ermeni veya Rum ile Türk’ün, Dinsiz ile
Dinci’nin savaşı değil!
Bu
içimizdeki İyi
(Hakk
İsimler) ile Kötü’nün (Hak
isimlerinden noksan olanın) savaşı…
Bu
nedenle dışımızdakileri ırk, din, milliyet
veya ortaya koyduğu yaşam şekline ya da
bireysel manada yaptığı eylemlere göre
fişlemek yerine,
içimizden seslenenin “iyi” ya da “kötü” mü
olduğuna doğru karar verelim…
Her
daim İyi’nin sesini duyabildiğimizde, “Yolun
Yolcusu” olduk demektir…
Ve
YOL o zaman ilmin ışığında aydınlanıp,
kendiliğinden bize görünecektir…
Selam
ve dua ile,
(17-02-2009)
349-Nefis
Azgın Aslan Gibidir
Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan
yaşamaktadır. Ormandaki tüm hayvanlar, korku
içindedirler. Böyle yaşamaktansa bir çâre
ararlar. Düşünür, taşınır, aralarından bir
heyet seçerek arslana gönderirler:
-Ey ormanlann şahı arsl., hergün içimizden
birini yakalıyor, yiyorsun. Buna bir
diyecegimiz yok, fakat bu zahmet niye? Sen
tahtında otur, biz, sana her gün içimizden
birini yollarız, sen de rahatça yersin.
Böylece, biz de sen de huzur içinde ömrümüzü
geçiririz, derler. Bu teklif arslanın hoşuna
gider. Kabul eder. Artık her sabah bir
hayvan arslana teslim olmaktadır.
Günlerden bir gün, sıra tavşana gelir, fakat
o ağırdan alır. Hayvanlar:
-Eh ne yapalım, kısmet böyle. Çoğumuzun
rahatı için birimizin ölmesi gerek. Haydi
vakit geçirmeden yola düş. Arslanı
kızdırmayalım, derlerse de tavşan işi
yavaştan alır, pek aldırmaz görünür.
Hayvanlar telaş içindedirler. Nihayet
yalvara yakara tavşanı yola düşürürler.
Tavşan, kayıtsız, seke oynaya arslanın
huzuruna gelir ama, vakit de bir hayli
ilerlemiştir.
Açlıktan ateş püsküren arslan, kükrer;
-Nerede kaldın? Bu gecikmene sebep ne?
Tavşan, yalancı bir telaşla terlerini siler,
boynunu büker:
-Aman efendim, ben saygıda kusur etmedim.
Sabah erken yola çıktım ama, diger bir
arslan yolumu kesti, elinden kurtuluncaya
kadar neler çektiğimi bilemezsiniz!
Arslanın öfkesi büsbütün başına vurur:
-Kim bu küstah? Bu ormanda yalnız benim
hükmüm geçer. Kimmiş o çabuk söyle?
Tavşan durumdan memnun, hep öteki arslanı
över, böylece arslanın haysiyetini gıcıklar.
Arslan dayanamaz:
Düş önüme göster bu alçağı, der. Yola
düşerler. Tavşan arslanı bir kuyunun başına
getirir:
-İşte sultanım, bu kuyunun içinde.
Bakınız nasıl da kurulmuş.
Arslan, hırsla kuyunun içine bakar. Suda
kendi aksini görür. Hırlamaya başlar,
kuyudaki görüntüsü de hırlar. Tavşan fırsatı
kaçırmaz:
-Görüyor musunuz efendim? Size nasıl da
meydan okuyo!.
Arslan büsbütün hiddetlenir, gözleri döner.
“Bir diyarda iki sultan olamaz,
parçalamalıyım onu...” diye mırıldanır,
ardından da: Gümm! diye kuyuya atlar.
Herşey bitmiştir artık... Tavşan yemyeşil
çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşu
müjdeler.
Hz. Mevlânâ şöyle ekler:
“Ey kişi, Sen bu dünya kuyusunun
dibine, hırsla tamahla atlamış, mahpus bir
arslansın. Nefsini yen de tavşan gibi hür
dolaş... Senin tavşan nefsin sahrada yiyip
içmekte, zevk ve safa etmekte. Sen ise şu
dedikodu ve münakaşa kuyusunun dibindesin”
(20-02-2009)
350-Yazmak
isteyenlere…
Bu yorumu yazmamın nedeni, yazma hevesi
içinde olanlara yardım etmek.
Bir metnin oluşmasında, şekillenip
gelişmesinde, daha yetkin bir düzeye
erişmesinde, yazanın kendi fikirleri kadar,
topladığı dokümanların da çok iyi olması
gerekir ki, yazıya katkısı olsun.
Yazının paragrafları birbiri ile bağlantılı
olmalı ki, bütünlük kaybedilmesin
Dikkât ediyorum, bazen bilinçli şekilde,
bazen de el yordamıyla ortaya çıkan yazılar
var.
Akıcı, kendine has bir rengi olan, okuyanı
çekip götüren, bilgilendiren
makalelere rastlamıyor da değilim.
O zaman kendi kendime hayıflanıyorum. Neden
ben böylesine güzel yazılar yazamıyorum!
Ama bazen de o kadar çapraşık, “içinden
çıkılmaz” olanlara rastlıyorum ki, bu
daha yazının başlarında belli oluyor. Okur,
ister istemez onu hemen terk etmek zorunda
kalıyor.
Kuşkusuz; kitap okuma alışkanlığı
bulunmayanların yazacağı makalelerin bir
anlam taşıması pek mümkün görünmüyor.
Çünkü kısa yoldan düşüncelerini kâğıda
dökmek ve yazar olmak istiyorlar.
Dayanılmaz bir arzu ile yazıyorlar.
Sonuç, tam manası ile fos çıkıyor
Oysa bir makalede önce, “noktalama
işaretlerine, satır araları boşluklarının
düzenine” azami dikkat gösterilmeli.
Paragrafın
devam edeceği yerde bir bakıyorsunuz,
satırbaşı yapılmış. Anlam bütünlüğü tesis
edilemeden konu kayıp gitmiş. Ara ki
bulasın. Okur, bunun farkında olana dek yazı
bitiyor.
Bu durum haliyle, yazının rengini bozuyor, “okurun
okuma hevesini kırıyor”.
Anlayacağınız, dipten dolma üç-beş lafla
yazar olunamıyor.
(23-02-2009)
(Ahmed F. Yüksel)
351-Razı
Olmak
Ne
yazıkki, “İnsanlara bir rahmet
tattırdığımızda ona sevinirler. Ve eğer,
yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük
gelse hemen ümitsizliğe düşerler..” (30/36)
ayetinde de üzerinde durulduğu gibi, insan
olumsuzluğa ve dolayısıyla şeytana meyilli
bir tabiata sahiptir. Bununla birlikte,
bilinmelidir ki “(Allah) dilediğine ve
takdir ettiğine rızkını artırır. De ki: " Ey
nefslerinin aleyhinde haddi aşan Allah
kulları! Allah'ın rahmetinden ümit
kesmeyin!. Muhakkak ki Allah, bütün
günahları mağfiret eder(bağışlar). Şüphesiz
O, Ğafur ve Rahîm'dir.” (39/52-53) ayeti ve
benzer ayetler hükmünce insana düşen ümitsiz
olmamaktır. Burada Allah’ın dilediğine ve
takdir ettiğine rızkı artırması, kişide
rızkının artırılmayacağının dilenmiş olması
ihtimalini uyandırmamalıdır. Zira Allah’ın
bunu takdir etmemiş olması bile, ayetin
sonuda Allah’ın Gafur (bağışlayıcı) ve Rahim
(esirgeyen) isimlerine atıfta
bulunulmasından da anlaşılacağı gibi, kulun
gelişimine, yani Rahmete yönelik bir
takdirdir. Kula düşen, takdirindekini
bilmediği için devamlı istemek ve
verilmediğinde, ileride verileceğini ummak
ya da bu verilmeyişin de Rahmetten olduğunu
idrak etmektir. Bu durumda isteyişi, zoraki,
ille de olacak tarzında bir isteme olmaz; ve
böyle bir isteyiş, kula da yük olmaktan
çıkar. Aksi hal kulu isyana ve Allah’tan,
kendinden, yaşamından hoşnutsuzluğa
sürükler.
(26-02-2009)
352-İyi
konuşmak isteyenlere…
Hitabet sanatı,
toplumda çok az kimseye nasip olmuştur
diyebiliriz. Etrafımıza baktığımızda bunu
görmemiz mümkün.
Çünkü irticalen
konuşana pek rastlanmıyor. Bu kıymetin
farkına varan, bilinçli şekilde “Allah
vergisi yeteneğini” daha da arttırmaya
özen gösteriyor.
Yeri geldiğinde
ince detaya girmeyi biliyor. Fuzuli olanları
ise pas geçebiliyor.
Dinleyici ile
gizli ittifaklar kurmaktan çekinmiyor.
İyi bir
konuşmacı;
olup bitenin ertesi gününde ve devamı olan
günlerde anlattıklarının yansımalarını
yaptırabilen kişidir.
Söylemlerinde
saplantılara takılıp kalmaktan ziyade, en
uyumlu tavırları, cümleleri kurmayı, seçmeyi
iyi bilir.
Kimliğinin
niteliklerini taşıması, inceliklerini ortaya
koyması, detaylara inebilmesi, bu alanda
geçerli olan her türlü eleştirileri büyük
bir hazımla karşılayabilmesi ve buna işaret
eden bir ‘üst dil’ kullanması ile
özelliklerini fark ettirir.
Şayet dinleme
akabinde soru sorma imkânı tanınmışsa, ikna
edici yanıtlar vermeyi de bilir. Alelacele,
geçiştirme yönlü yanıtlar verilmesi hiç
yakışık olmaz.
Bu tür yaklaşımlar
daha çok, konuşmacının kendini
beğenmişliğinden, umursamazlığından
kaynaklanır.
Bu tavrı
benimsemiş ise, çağdaş ‘konuşmacı’
niteliklerine sahip olmasının imkânı yoktur.
Soranın tatmin
edilmesi, verilen yanıtlarda kapalı bir
tarafın olmaması gerekirken, hiç ilgisi
olmayan bilgilerin büyük bir keyifle,
‘nasılsa hiçbir şey bilmiyor’ edası ile
aktarımı hiç de etik olmaz.
Tabi bu durum,
yanlış değerlendirmelere yol açar.
Mademki sokakta
‘başıboş gezen biri’ olmadığını iddia
ediyor, o takdirde samimiyetle yönlenen
toplumun anlayışlarına göre yanıt vermesi de
gerekir.
Yunus Emre,
dizelerinde bu noktaya atıfta bulunarak
şöyle diyor:
Söz ola kese
savaşı
Söz ola
kestire başı.
İyi konuşmalar
dileğiyle…
(02-03-2009)
353-Sesler
Etraftaki sohbetlere, söylenenlere, yazılan çizilenlere
iyi kulak kabartmak lazım.
Hele ki konu DİN ise gerçekten seçici olmak lazım.
Din ile ilgili her türlü sohbet ve yazışma ortamında,
fikirlerin üstünde oturması gereken baz; Kur'an-ı Kerim
ve Efendimiz'in (s.a.v) "hadis ilmi" dir.
Malum, bugün artık internet ortamı herkesin fikrini
beyan etme, referansı olsun olmasın, ifadelerini özgürce
ortaya koyabilme ortamıdır.
Hani bir açıdan bakıldığında müthiş bir özgürlük iken,
öte açıdan oldukça tehlikeli sular haline gelmektedir
internet denen sanal dünya.
Çok seslilik güzeldir ama TEK SES'in değişik tınılardaki
yankısı halindeyken...
Koro en zevk veren sestir, kakofoni olmamayı
becerebildiği andan itibaren.
İlham ile hareket eden bir sürü ses kendince ortaya bir
tını çıkarmaktadır; yalnız, bu noktada dinleyenler için
seçici olma ve TEK SES'i duyabilmek için kulakları iyi
açma, tınılardan kopup gelen notaların TEK SES'e ait
olup olmadığını iyi algılama zamanıdır.
Abdûlkerîm Ceylî
Hazretleri, İnsan-ı Kamil adlı eserinde özellikle yolun
başında olanlar için geçerli olan "İlham" bahsini şöyle
ifade etmiştir:
"
İlham, daha ziyade işin başında olanlar içindir.. Bir
müptedinin, henüz işin başında olanın, ilhamla amel
etmesi, ancak ayet veya hadise dayandıktan sonra olur..
Âyet ve hadiste şahitleri bulunursa.. İlâhi bir ilham
vasfını alır.. Âyet ve hadiste onu teyid eden bir mana
olmadığı takdirde; İnkâr etmeden durmak, beklemek
lâzımdır.. Daha önce de izah edildiği gibi.. Burada,
durmanın faydası; Şeytanî bir şey olup olmadığını tam
olarak tesbit edebilmektir..
Öyle ya; Şeytan müptedi olanın, henüz işin başında
duranın kalbine bir şey atar ve onun ilham olduğunu
anlatmaya çalışır.. Durup düşünmek gerekir ki; böyle bir
şey olup olmadığı sezile..
Bu arada, tam ve katıksız bir yönelişle, Allah-ü
Teâlâya yönelmek icab eder.. Usulüne edebine, erkânına
göre, ona tutunmak gerekir..
Taki; O âyet ve hadisle teyid edilemeyenin ne olduğunu
Cenab-ı Hakk kendisine bildire.."
(http://www.okyanusum.com/insanikamil2.html)
Okurken tek referans noktası Efendimiz'in (s.a.v) İLMİ
olmalıdır. Efendimiz'in hizmetkarı gelmiş geçmiş tüm
İlim Sahipleri O'na yöneldikçe ve yönlendirdikçe
referans noktası olabilmişler ve algılandıkları zamanın
kitleleri tarafından takip edilmişlerdir. Onlar
Efendimiz'in (s.a.v.) İLMİ'nin zamanlarına
"YANSIMALARI"dır.
Ben ve benim gibiler için - henüz AKIL seviyesinde
takılı kalmışken- yapılabilecek tek şey, o AKLI
güvenilir kaynaklar ile aktif halde kullanabilmek ve
mümkün olduğunca henüz Mülhime girdabında olabilecek
diğer akıl sahiplerinden gelecek mesajları "asıl kaynak"
ile eşleştirmektir. Eşleşebiliyorsa ne ala? Yok, ortada
tezat veya şaibeli bir durum varsa, o mahali terk etmek
bizler için en iyi tercihtir.
Buraya kadar yazılanların hepsi kendi kendime uyarı ve
hatırlatmadır...
Her zamanki gibi paylaşmak istedim, belki faydası
dokunur diye...
Selam ve dua ile.
(04-03-2009)
354-Şey
Değil Şeye Verilen Mana
Kur’an’a göre şeytan da bir melektir ve
melekler, bilinçli manasal terkipler olarak
insan zihninde de oluştadırlar. Cennet ve
cehennem ise, bu alemin özünde, hali hazırda
varlığını sürdüren ve hatta bu alemin
algıladığımız fiziksel varlığını oluşturan
mana aleminin halleridir. Ölüm ötesinde bu
mana alemine karıştığımız için cennet ve
cehennem aşikar hale gelir. Her şey aslında
insanın düşüncelerinde, nesnelere ve
olaylara verdiği anlamların kendine dönen
duygusal yansımalarında gizlidir. Zira
aslında nesne ve olaylar da esma ve mana
aleminden gelen bir yansımadır ve insan
zihninde tekrar manasal bir terkip halini
alır. Ancak zihnin şeye verdiği mana
önemlidir burda, şeyin kendisi değil; çünkü,
daha derin tabakada yer alan, manasal
alemdir. Yani önemli olan dışsal etki değil,
ona verilen içsel tepkidir. Taoizmin
ifadesiyle, “Bütünlük ve erdemi içlerinde
geliştirenlerin/ Yaşamda zorluklarla
karşılaşmayacakları söylenemez/ Sadece
onların, zorlukların ölümsüzlüğe giden bir
yol olduğunu anladıkları,/ Güçlüklere karşı
neşe içinde davrandıkları söylenebilir”
(07-03-2009)
355-Tesettürdeki
Tavır
Örtülü bir
kadın, şayet tesettürü farklı bir ‘boyut’ arama, şık ve
kaliteli kıyafetler kullanarak kendini yükseltme, değerini arttırma
şeklinde görüyorsa, bu husus hemen mercek altına alınarak ona
gösterilen tutum ve tavırlar bir anda değişir, farklılaşır.
Saygınlığını
kaybeder.
Çünkü
teorisi pratiğe/yaşama uymamıştır.
Niyet
bozuktur.
Tesettürü
sadece kişisel yönlerle seçtiği belirlenerek kendisinden
uzaklaşılmasına neden olur.
Ancak örtülü
bir bayan, adetten düşerse bu kez başını açmakta serbesttir.
Ne var ki,
gerek inançlı toplumda gerekse onlara dışarıdan bakan toplumlarda
anlayış tamamıyla farklıdır.
İmanlı
topluma göre genç ve yaşlı iken tesettür gereklidir.
Dışta
kalanlara göre her iki halde de gereksizdir.
Çünkü farklı
bir âlemin getirilerini hiç düşünmezler. Sadece her yere rahatça
girip çıkabilmeyi arzularlar.
Temkinli
davrananlar, kendileri gibi yaşam sürmeyenler ise şaşırmış
durumdadır.
Bu durum da
bir hayli enteresan ve ayrıca dikkât çekicidir.
Ne var ki
yapılan her eylem, Allah Resulü (s.a.s) tarafından
belirlenmiştir.
İnfial için
bir neden olmadığı gibi, sisteme tabi olmadan yaşayan tek bir
Allah’ın kulu dahi bulunmamaktadır.
(13-03-2009)
356-Adım
Adım Evrimleşme
Evrimle ilgili konulara belirli süreçlerde
değinmiştim. Şimdiki yönlenişlerim yeni sayılmaz.
Çünkü değişime, mutasyona inanmış biriyim.
Her yeni tecelli/oluşumla beraber
yaşadığımıza göre, evrim olayının yeterince
algılanmadığını veya yanlış değerlendirildiğini
düşünüyorum.
Bırakın insanın maymundan gelmesi prensibini, bugün
Allah Rasulü (s.a.s) tarafından “en büyük ibadet”
diye tanımlanan zikir türü çalışmanın dahi insan
beyninde yaptığı gelişmeyi dikkâte aldığımızda,
tarih sürecinde evrensel tesirlerin hem maddi hem de
manevi alanda büyük farklılıklar meydana
getirebileceği neden düşünülmesin ki?
Evrime duyulan kuşkuda, elbette bu hatalı
yorumların, sistemi okuyamamanın rolü büyüktür.
Ayrıca, evrim teorisinin kurucusu Charles Darwin
dâhil, hiçbir bilim adamı insanın maymundan
geldiğini iddia etmedi.
Sadece “canlılarda mutasyon” vardır dedi.
İnsan ve maymun ortak bir atadan evrimleşti
felsefesini öne sürdü ki, bu husus bana göre
doğrudur.
Çünkü, kendi ruhunu üreten ve evrenselliğin aynası,
halifesi olan insanın gelişim koşulları söylenileni
teyit ediyor.
Enteresandır, bütün mesele de insanın bir
hayvandan geldiği şeklinde dolaşan anlamsız bir
ifadede yatıyor ve bu çok rahatsız edici geliyor.
Ancak ne hikmetse, aynı insanoğlu ileriye dönük
hiçbir faaliyette bulunmuyor.
Aslını, hakikâtinin ne olduğunu araştırmak zahmetine
veya ölüm ötesinin zorluklarına karşı çıkabilmeye
matuf bir çalışma içine girmiyor.
Oturduğu yerden, “elin gâvuru”nun evrim teorisine
takılıp kalıyor.
“Hadi canım sende!...” demekten başka ne yapılabilir
ki?
(16-03-2009)
357-Dağ
Adam,
cennetin cehennemin ne olduğunu öğrenmek
istiyordu. Ona dediler ki, uzak bir ülkede
yüksek bir dağ vardır. Bu dağda derin bir
mağara… Öyle derindir ki bu mağara, yerin,
bir insan için inilebilecek en derin yerine
iner. Orada bir bilge yaşar. Cehennemi en
iyi o bilir. Ve o dağ, öyle uludur öyle
uludur ki, zirvesi, yerin bir insan için
çıkılabilecek en yüksek yeridir. Orada da
bir bilge yaşar. Cenneti en iyi bilen de
odur.
Ve adam
gitti uzak ülkeye. Buldu ulu dağı.
Mağarasına girdi. Günlerce indi yerin içine.
Ve en karanlık, en alçak yerde, bilgeyi
buldu. Sordu ona, cehennem nedir? Bilge
şöyle bir baktı karanlık gözlerle adama.
Baktı. Cehennem nefsindir, dedi. Ve
karanlığa sindi der demez, kayboldu gözden…
Adam
cevabı düşünerek mağaradan çıkmaya koyuldu.
Günlerce ilerledi yine. Ve çıktığında,
birkaç gün dinlendikten sonra dağın
eteklerinde, zirveye tırmanmaya başladı.
Cehennemi anlayamamıştı. İnşallah cenneti
anlarım, diyordu içinden. Günlerce tırmandı.
Ve güneşe en yakın, en yüksek yerde, bilgeyi
buldu. Sordu ona, cennet nedir? Bilge şöyle
bir baktı adama ve dedi ona parlayan
gözleriyle, cennet nefsindir. Ve ışıkta
kayboldu.
Adam
şaşkın, kalakaldı. Büyük bir hayal kırıklığı
içindeydi. Bunca yolu bunun için mi aşmıştı.
Anlayamadığı şeyleri duymak için. Neden
sonra inmeye koyuldu zirveden. Dağın
eteklerine yaklaştığında bir çobana
rastladı. Selamlaştılar. Çoban, nereden
geldiğini sordu yabancıya. O da anlattı
hayal kırıklığını. Çoban elbette öyledir,
dedi bilen gözlerle adama, neden anlamadın
ki. Bilmez misin, küçükken bana babam
söylemişti, ona da babası söylemiş, bu dağ
nefsindir…
(19-03-2009)
358-Bir
Görmek
Çirkine güzel, güzele çirkin
demek “bir görmek” midir? Çirkine güzel demek, güzele zulmetmektir.
Apaçık haksızlıktır. Haksızlık ile haklılık bir midir, pekiyi?!
Hak’mıdır haksızlık?!
Hepsi birmiş!
Hani, adalet?
Hâşâ, Adl ismi şerifi yok mudur?
Haksıza haklı demek adaletsizlik değil midir? Haksız olanı hoş
görmek adaletsizliğe yardım etmek değil midir? Ya da, “hepsi birdir”
deyip adaletsizliğe adalet mi diyelim?
Tenekeye altın denir mi?
Verelim bakalım tenekeyi sarrafa
altın diye!
Alır mı?
***
Anladığım kadarıyla çirkine güzel
demek “birlik” değildir. Çirkini “güzel” görmek birliktir.
Birlik, çirkin görmemektir. Çirkin gördüğü halde güzel(miş) demek
ahmaklık değilse, riyakârlıktır.
Bu durumda kendisine yakîn
gelmeyen kişi, ikinin ikincisini inkâr etmeyip, ikinin “iyi” olanını
tercih etmelidir. Ki burası şeriat kapısıdır.
Veliler işin arka planını
gördükleri için çok affedici ve hoşgörülü olabilmişler. Uzağı
görebildikleri ölçüde affedici olmuşlar. Meselâ, Resulullah’ın
(s.a.v) Taif’te İslam’a hizmet edecek bir toplum çıkacağını
müjdelemesi ne büyük bir “uzak” görüştür. Bizler ise değil uzağı
görmek, değil duvarın arkasını, arka planı görmek; gözümüzün
önündekini bile çoğunlukla göremediğimiz, gördüğümüze bile doğru
hükmedemediğimiz için kimseyi hiçbir konuda taklit etmeyip, şeriatın
hükümlerine uymalıyız! Şerri hükümler bizim için!
Aka kara, karaya ak demek
“birlik” ve “hoşgörü” demek değildir. Vahdet “Renk” kavramını
keşfetmektir. “Renk” keşfedildiğinde siyah yine siyahtır, beyaz yine
beyazdır. Uzak ve yakın gözlüklerini kullanmayı öğrenmek gerekir.
Renk dediğimizde vahdettir, siyah dediğimizde kesrettir. Hakla
batılı karıştırmak, iyiye kötü, kötüye iyi demek birlik değildir.
Zulmetmektir. “Şeytan sizi Allah’ın affına güvendirir” mealindeki
ayeti kerimenin uyarısını akıldan çıkarmamak gerekir.
Hikmet verilmeden hikmet
bilinmezmiş.
Akıl yordamıyla “birlik” bu kadar
anlaşılır!
En doğrusunu Allah bilir!
(22-03-2009)
359-Atatürk:
“Filistin’e el sürülemez”
“Filistin’e el
sürülemez: Kemal Paşa Avrupa’ya ihtar ediyor! Türkler mukaddes
topraklarda yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir”
başlıkları altında 27 Temmuz 1937 tarihli Bombay Chronick
Gazetesi’nde de, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ne dayanarak,
Atatürk’ün TBMM deki bir nutkundan bahsedilir. Bu nutuk şöyledir:
“Arapların Avrupa
siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklâl kelimesine inandıkları
ve bu uğurda Arap memleketlerini Avrupa emperyalizmine esir
kıldıkları çok şayan-ı teessüftür. Filistin’in, Arabistan’a vuku
bulacak harekâtın merkezini teşkil etmesi halinde, bura Araplarına
yapılacak herhangi bir fenalığa Türkler de tahammül edemeyecektir.
Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse
bizim kadar bilemez. Biz vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık.
Fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi
bildiğimiz için, İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve
Hıristiyanların nüfuzunun altına girmesine mâni olacağız.
Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki buraların Avrupa
emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz
şimdiye kadar dinsiz ve İslamiyet’e lakayt olmakla itham edildik.
Fakat bu ithamlara rağmen Hazret-i Peygamber’in son arzusuna uymak,
yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin
etmek için hemen bugün kanımızı dökmeye hazırız. Cedlerimizin
Selahattin’in idaresi altında uğrunda Hıristiyanlarla mücadele
ettikleri toprakların yabancı hakimiyet ve nüfusunun tahtında
bulunmasına müsaade etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün Allah’ın
inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa’nın bu mukaddes yerlere temellük
etmek için yapacağı ilk adımda, bütün İslam aleminin ayaklanıp
icraata geçeceğine şüphemiz yoktur.”
(25-03-2009)
360-Tahammülsüzlük
Geni
Bu yazıda genlerin ne olduğunu
anlatacak değilim.
Esasen, bu konuda değişik
yazılarım oldu. İsteyenler,
www.sufizmveinsan.com’
dan takip edebilir.
Bu yorum da genlerle ilgili, ama
daha farklı bir yönde yoğunlaşıyor.
‘İman geni’, ‘kıskançlık geni’
‘cimrilik geni’ var, biliyorsunuz. Bunlar, bilimin tespit
ettikleri. İlaveten, trafikte insanların saçını başını yoldurtan
kazalara sebebiyet verici bir genden ‘umursamazlık geninin’
olabileceğinden ben bahsettim.
Bugün ise insanlarda bir başka
geni bulmanın heyecanı içindeyim. Her bireyde var olan ve muhtemelen
açığa çıkan kalıtsallığın adı: ‘Tahammülsüzlük geni’ dir.
Tahammül edememenin altında
yatan gerçek, bu gen’in hemen hemen bütün bireylerde uygun
astrolojik etkilerle ortaya çıkması.
Ve sonuçta, hiç kestirilemeyen
neticelere şahit olunuyor.
Spordan örnek vermek gerekirse;
sadece sosyal yaşamda değil, futbolda popüler olan diğer spor
kollarında özellikle basketbolda da görünüyor bu dediklerim.
Hatırlarsınız, basketbolda
Rusya’yı devler arasına sokarak beklenmedik bir şekilde 2007
Avrupa şampiyonu yapan David Blaat, birkaç ay içinde
başarısız olduğu düşüncesiyle Efes Pilsen kulübünden kapı
dışarı edildi.
Şimdi de aynı tema, Fenerbahçe
kulübü antrenörü için işleniyor. Nedense, bütün suç onlardaymış
gibi gösterilirken, sporcuların kapasitesi hiç göz önüne alınmıyor.
Bu isimler, işlerinin uzmanı.
Biraz beklense, sabır gösterilse daha mantıklı olmaz mı?
Ama olmuyor işte!...
Tahammülsüzlük denen gen,
onun başını da yiyecek gibi görünüyor.
Kapı dışarı
ediciler ise gerçekler bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığında bu kez,
‘umursamazlık genine’ sarılıveriyorlar.
(27-03-2009)
361-Peygamberimizin
Mezarını Yıkacaklardı
Peygamberimiz
Medine’de oturduğu evde toprağa verildi. Bu
mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan
Mescidi Nebevi’nin içindedir.
Arabistan’da mezar
adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde
toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey
konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti
Muhammed’in mezar yeri ile ilgili bilgi
vardır. O’nun dışındaki İslam büyüklerinin
mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce
Hazreti Muhammed’in annesine ait olduğu
ileri sürülen bir mezar ortaya
çıkarılmıştır. Ancak Suudi yönetimi bu
mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine
otopark yapmıştır.
Suudiler 1926
yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları
yıkıyorlardı. Atatürk’ün müdahalesi olmasa
Suudiler, Mescidi Nebevi’nin hemen dibindeki
Hazreti Muhammed’in mezarını da tamamen
ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti
Muhammed’le aynı yere defnedildikleri
bilinen Sahabe’nin önde gelen isimlerinin
mezar yerleri bugün dümdüzdür.
Peki bu tarihi
olayın belgesi neden “Ortadan yok edildi”?
1981 yılında 12
Eylül askeri yönetimi Atatürk’ün 100. doğum
yılı nedeniyle kapsamlı bir program
hazırlamış, Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim
Kurulu’nun başına getirilmişti. Araştırmalar
sırasında Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde
bu telgraf bulunmuştur.
Telgrafta ‘Hazreti
Muhammed’in mezarının yıkılacağını derin
üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete
asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile
zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya
gönderirim’ denmektedir.
Belge müsteşara
oradan da Bakan İlter Türkmen’e iletildi.
Evren Başkanlığı’ndaki Milli Güvenlik
Konseyi’nin de haberi oludu.
Dönemin Atatürkçü
komutanları ve onların emrindeki bürokrasi
bu belgenin açıklanmasını istemedi. Sonunda
o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek
nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının
içine, hiçbir anons yapılmadan konuldu.
Telgraf halen Dışişleri bakanlığı
arşivindedir.
(31-03-2009)
(V. Korhan Koral)
362-Atatürk’ün
Uyarısı
Atatürk’ün saymakla bitmeyen çok değişik
yönleri var. Ancak belki de en çok durulmaya
değer yanı, veciz sözleridir.
Bunlardan sporcularla ilgili olanı şöyle:
“Ben sporcunun, zeki, çevik ve ahlaklı
olanını severim.”
Acaba bu anlamlı uyarıya uyuluyor mu?
Sporcularımız, her şeyden önce
‘hataları ve günahlarıyla’ yüzleşme
imkânına sahip mi?
Hiç düşünemiyorum.
Bir spor müsabakası seyredin; ne dediğimi
anlayacak, bana hak vereceksiniz.
Hakemle sürekli didişen, rakip oyuncuları
adeta düşman belleyenlerin hali ortada.
Oyundan erken alınan sporcuların, teknik
direktörün yüzüne dahi bakmadan soyunma
odasına gitmesi veya yere tükürerek uzatılan
elini sıkmaması, küsmesi, yedek kulübesine
oturup hemen yanındakine dert yanması sizce
makul mü?
Böyle mi olmalı?
Sporcu olduğunu anlama ve idrak etme
sorumluluğu
bu tür hareketleri getirmemeli.
Her
sporcu/taraftar kaybettiklerinden
ötürü üzüntü duyabilir, fakat bu üzüntüler,
ters hareketlerle geçiştirilemez; medeni
yaklaşımlarla, rakibi övücü sözlerle, başarı
dilekleri ile paylaşılır ve böylece
sıkıntılar da azalma gösterir.
Her ne kadar profesyonel aşamada bencil
davranışlar, tutumlar ön planda olsa da
ondan önce, ahlak modelinin devreye girmesi
insani açıdan çok önemlidir.
Esasen,
ATATÜRK’ ÜN dileği de budur.
(03-04-2009)
363-Atatürk
Masonik Tarikatıları da Kapatmıştır
Masonluğun yasaklanması olayı
Cumhuriyet’in ilk milletvekillerinden
olan İbrahim Arvas’ın “Tarihi
Hakikatler” adlı kitabında şöyle
anlatılmaktadır:
Mustafa Kemal, Mahmut Esat Bozkurt’u
yanına çağırır. Kendisine masonların
örgütlenme şemalarını ve amaçlarını
anlatan bir kitap verir. “Bunu gizlice
mutalâa et, bir takrir ile Halk Partisi
Grup Başkanlığı’na ver ve grupta bunlara
şiddetli bir hücum yap ve grupça
kapanmasına delâlet et. Senin de bu işte
büyük şeref payın olacaktır.” Mahmut
Esat Bozkurt bunun üzerine gereğini
yapar ve takriri gurup toplantısında
okutur: Bizim atalarımızın mensubu
bulunduğu tarikatları kapattık. Masonluk
da kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından
başka bir şey değildir. Memleketimizde
bunun ne işi vardır?” Bunun üzerine
mason olan Şükrü Kaya ve Doktor Mim
Kemal önderliğinde bir grup Atatürk’ün
yanına gelerek; - Biz zaten maiyet-i
devletindeyiz, fakat siz meşrik-i azamız
olursanız pervane gibi etrafınızda
dolaşırız. - Peki bir şey soracağım.
Bana cevap veriniz. Siz Avrupa’da hangi
locaya bağlısınız ve metbuunuzun ismi
nedir? - Biz Cenova’ya tabiiyiz ve
reisimiz de Borca Mişon Cenapları’dır.
- Haydi defolun buradan, cehennem
olun gidin. Yahudi uşakları. Benim
milletim bana kahraman sıfatını verdi,
ben sizin gibi çıfıt Yahudiye uşak mı
olacağım. Bu gece sabaha kadar
Türkiye’deki tüm localarınızı
kapatmadığınız taktirde yarın teşkil
edeceğim divan-ı harp örfiye hepinizi
verir ve astırırım. Haydi defolun
karşımdan.
İşte
Mustafa Kemal’in tavrıyla masonların
“Uykuya yatma devri” dedikleri dönem
böyle başlar. Zorunlu olarak tüm mason
locaları kendilerini kapattıklarını ilan
ederler. Tüm mason localarının mallarına
el konulur ve mallar açılacak olan
Halkevlerine devredilir. Atatürk’ün
ardından 1948’lerde faaliyete geçerek
1950’lerde önündeki tüm engelleri aşan
masonik tarikatlar, günümüze dek
çoğalmalarını sürdürmektedir.
(03-04-2009)
364-Ulûhiyet
Kemalatı
Özetleyerek söylemek gerekirse,
“Her işin, onu yapması gerekenlerce
yapılması” anlamına gelir
ulûhiyet kemalatı.
Buradan yola çıktığımızda, bisiklet
tamircisi turşucunun, mobilyacı
dondurmacının, psikiyatr bakkalın,
ilköğretim öğretmeni bir profesörün
yaptığı işi yapamaz, yerini tutamaz.
Örneğin, eczaneye manavdan alınacak
şeyler için gidilmez.
İşte
beşeri yaşamda “kim, ne için
yaratılmışsa onun gereğini yerine
getirmesi” bu kemalatla bağlantılıdır.
Varlık bütünlüğü içinde
halk ve hak kavramlarının
kullanılıyor olması, keza ulvi ve
süfli
ayrımı da bu düzeyde mütalaa
edilmesinden ötürüdür.
Ulûhiyet,
Kur’an-ı Kerim’
de ‘ilâh’ kelimesi ile
zikredilir.
Şayet
birimde
Allah
kavramının içselliği yoksa söz konusu
kavramın “tanrı” şeklinde düşünülmesi ve
kabul edilmesi muhtemeldir.
Bu
açıdan bakıldığında, ‘İlah kavramı,
Kur’an’ı anlamada’ çok önemli bir
yer tutar.
Ulûhiyet kemalatının
yaşamı, rabbini bilmeyi
müteakip,
melikiyet vasfının
ne olduğunu bilme-yaşama, ölmeden evvel
ölme ile birlikte tahakkuk eder.
İlk
etabı budur.
İkincisi ve daha kemal bulmuş hali,
hiçlik noktasını yani Ahadiyet’i
de kapsamı altına alması ile yaşanır.
Hiçliği kapsayan bir müşahedenin
varlığını idrak edemediğim halde; bu
felsefeyi ortaya dökenin
(Abdülkerim Ceyli Hz./İnsanı Kâmil),
benim acziyetimle mukayese edilmeyecek
düzeyde olduğunu düşündüğümde, bunu
kabul etmek zorunda kaldığımı beyan
ederim.
(09-04-2009)
365-Olumlu Olmak
Allah’ın
sevgili kulları olmalarına rağmen
Peygamberlerin hayatlarının çok
büyük zorluklarla geçtiği aşikardır.
Bir olay, bir algılayanı çok üzer ve
o an belki o idrake cehennem hayatı
yaşatabilir. Ancak aynı olay, başka
bir algılayanı o kadar çok
etkilemezse belki o idrak için yeni
başlangıçların başlangıcı dahi
olabilir. John Milton’un deyimiyle,
“Kör olmak bir şey değildir.
Izdıraplara sebep olan şey, körlüğe
dayanamamaktır.” Ama hemen
belirtelim ki, bu görüşleri
savunurken, vurdum duymaz olmayı
değil, olumlu olmayı vurgulamaya
çalışıyoruz. Ve olumlu olmak, bir
zihin eğitimi olup, dünyayı ve hatta
ötesini insan için güzelleştirir.
Çünkü zaten zihin terbiyesi, dünyayı
güzelleştirme işlemini, dünyanın
ötesini düzenleyerek yapmakta yani
efal alemini, mana aleminden
düzenlemektedir. İşte bu kadar güçlü
sonuçlar yaratabilen bir reformun,
yani düşünce terbiyesinin temelde
dayandığı gerçek, aslında maddi
değil, bir bilinç evreninde
yaşadığımız gerçeğidir. Bu konuda
James Lane Allen şunları
söylemiştir:
“Bir insan eşyaya ve başka
insanlara karşı duygularını
değiştirecek olursa, onlar da ona
karşı duydukları ilgiyi değiştirmiş
olurlar. Bir kişinin eski
düşüncelerini bırakıp yepyeni
düşünceler edindiğini kabul edersek,
hayatının maddi şartlarının kökünden
değişmiş olduğunu görürüz.
Kaderimize şekil veren kudret dışta
değil, bizim içimizdedir. Bizim
benliğimizden ibarettir. İnsanın
başarabildiği her şey, onun
düşüncelerinin sonucudur. İnsan
düşüncelerini yükseltmek suretiyle
kendini yükseltir. Bunu yapamayan,
düşüncelerini yükseltmekten kaçınan
kimse de, sefil, perişan ve zayıf
kalır.”
(12-04-2009)
366-Motosiklet
Korkusu
Beyinde şakakların hemen üstünde sağ
ve sol taraflarda "Medial
temporal
lobları" vardır. O lobların
orta bölümlerinde ise "Amigdala"
ve "Thalamus"
denilen nöron kümeleri
bulunur. İnsanın kalıtsal olduğu
kesin olan
"Korku"
duygusu, işte beynin bu bölgelerinde
üretilir, yaşamında yerini alır.
Sayılamayacak kadar çok türü var
korkunun;
Belirsizlik korkusu,
Ölüm korkusu,
Yakınlarını ve sevdiklerini yitirme
korkusu,
Ezeli rakiplerin spor
müsabakalarından doğan kaybetme
korkusu,
Sevgilisini, ekonomik açıdan daha
zengin birine kaptırma korkusu,
Gelecek korkusu, geçmiş korkusu,
işsizlik korkusu, kapalı mekân
korkusu, açık alan korkusu, karanlık
korkusu, ışık korkusu gibi...
Görüldüğü gibi, bizler birey olarak
bu korkuları yaşarız, istesek de
istemesek de.
Şayet üzerine gidilmezse daha farklı
alanlarda kendini göstermesi işten
bile değildir.
Bunun yanı sıra sadece insanların
değil, -bireyler toplumları
oluşturduğuna göre- toplumların da
korkuları mevcut.
Motosiklet korkusu gibi!...
Kazaların genellikle ölümle bitmesi
yüzünden eşler izin vermediği
gerekçesi ile çoğu kişi çok istediği
halde, motosiklet almaktan
vazgeçiyor.
Türkiye’de yapılan araştırmaya göre
erkekler üç nedenle motosiklet
almaktan kaçınıyorlarmış:
1-Çevre baskısı; eş ve anne-babanın
etkisi,
2-Ekonomik sıkıntı,
3-Kendi korkusu.
İçlerindeki dayanılmaz arzu
böylelikle frenlenmiş oluyor.
Tabi bu kadarı ile kalmıyor, korku
kendine başka bir yol bulup, orda
hükmünü devam ettiriyor.
Hayatı zindan etmeye neden
olabiliyor.
(16-04-2009)
367-Dr.
Güçlü Ildız
Dr. Güçlü Ildız çok ilginç
bir isim.
Onu dinlerken, yalanın,
riyakârlığın, yalakalığın ‘Y’
sinin bile olmadığını, böylesine bir
ağza kolay kolay sahip
olunamayacağını düşünebilirsiniz.
Ben kendisini bir doktordan ziyade,
felsefeciye benzetmişimdir. Onun
kızgınlığı ve sevmesi arasında pek
bir fark yok gibidir.
Sonuçta, her iki kavramı da
karşısındakinin iyiliği için
kullanmasını bilen nadir insanlardan
biridir.
Çok fazla iletişim içinde
olmayışımıza rağmen, kendisini pek
‘hevesi kursağında kalmış’
biri olarak görmedim
diyebilirim.
Velhasıl, hayatı belli bir akış
içinde kabullenmiş gibi görünüyor.
O, kimsenin ardından laf etmeyen
radikal bir ‘Yenilikçidir.’
Mistik alana bakış açısı, bağnazlık
tanımaz normlardadır. Bu yöndeki
prensipleri asla değişmez.
Dr. Ildız’a göre tasavvufla
uğraşan biri; gerçeği bulmuş adam
urbasını giyse bile, bu hali dahi
kendisini kolay kolay ‘tatmin
etmeyecektir.’
Tıp alanında çok farklı çizgilere
sahip olduğu ortada. Bunu görmemek
imkânsız. O nedenledir ki, Doğan
Yayıncılık Grubunun
dikkatini çekmiş ve bu kuruluşun
nezdinde hazırladığı çalışmaları,
BEYNİMİZ
isimli bir kitap haline
getirilerek piyasaya sunulmuştur.
Bu arada; kitabın ön bölümünde
şahsıma ait bazı övücü satırların
düzenlenmiş olduğu dikkatimi çekti.
Adıma yapılan ikinci ithaf bu.
Kadirşinaslığından ötürü,
hakkındaki okuduğunuz yorumu âcizane
olarak kalem aldım.
Çünkü o bunu hak ediyor.
Teşekkür ediyorum.
Ve nice faydalı eserlere uzanması
diliyorum.
(18-04-2009)
368-Beyin
herşeyin merkezidir
Son bilimsel
gelişmeler beyin ve işlevlerini
anlamak için yeni fırsatlar sunuyor.
Genelde, beyninde hasarlı kısım olan
hastaların o hasarla meydana gelen
işlevsel bozukluklar bağdaştırılarak
beyin tanınmaya çalışılıyordu.
TMS gibi yeni metotlar ile
beynin fonksiyonlarının ve yapısının
incelenmesini acısız ve ağrısız bir
biçimde sağlaması en önemli
avantajıdır.
Vücuda hâkim
olan organ beyindir.
Oluşan ağrılar, vücutta bir şeylerin
yolunda gitmediğinin habercisi
olmaktadır. Beynin bu hâkimiyetinden
dolayı beyni uyutup bir kişinin bir
uzvunu kesmek mümkündür. Bacağı kolu
kesilmiş kimselerin beyninin hala o
uzvu varmış gibi algılaması ve
gerekli biyoelektrik sinirleri
üretmektedir. Gelişen bilgisayar
teknolojileri sayesinde bu
sinyaller çözülüp yapay uzuvlar,
yani biyonik el ve ayaklar
yapılabilmektedir.
Aslında bu
mümkün olabildiği gibi yani beyni
uyutup belli organlar kesilebildiği
gibi bunun tam tersi de mümkün
gözükmektedir.
Bunlara en somut örnek sapasağlam
bir insanın stres birikimi sonucunda
mide rahatsızlığı, cilt rahatsızlığı
hatta beyin biyokimyasının
bozulması ile birçok hastalık
meydana gelmesidir. Aşırı baskı
ve çıkmazlara maruz kalan beynin
bedeni ve kendini tahrip etmesi
mümkündür. Beyin sağlığı beslenme
ile desteklenmelidir
fakat hayatın içinde meydana gelen
psikolojik baskılar beynin bir
noktadan sonra zarar görmesine sebep
olabilecektir. Bu yüzden baskısız,
gerçekler ile yüzleşerek yaşanacak
yaşamlar stresi önlemede etken
olabilecektir. Çünkü beyin ile
psikoloji (ruh) arasında bıçakla
kesilebilecek bir ayrım yoktur.
İç içedir. Son olarak şunu da
belirtmek gerekir ki "Beyin her
şeyin merkezidir".
(21-04-2009)
369-Kitaplar,
kitaplar...
Sevgili Barış Yelkenci’ye ithaftır...
Bu
tasavvuf okumakla olmuyorsa, okumayalım da
cehaleti mi körükleyelim? Zaten Şark’ın en
büyük sorunu cahillik değil mi? Sen
yanmazsan, ben yanmazsam; sen okumazsan, ben
okumazsam kim sahip çıkacak bu irfan
külliyatına? Bir kitaba sahip çıkmak onu
kütüphanede muhafaza etmek, tozlarını almak,
yangında ilk önce kurtarmak olduğu gibi; onu
okumak, anlamak ve anlatarak yeni kuşaklara
taşımak değil midir?
Evet,
aynen öyledir.
“Aynen
öyle!”
***
İlk okul
ikiye giderken okul dergisinde bir hikâye
okumuştum. O kadar hoşuma gitmişti ki,
bilmem, kaç defa okudum ve her defasında
kahkahalarla güldüm... Hiç aklımdan çıkmadı
o hikâye... Bir iki sene önce o eserin Hz.
Mevlâna’ya ait olduğunu öğrenince çok
şaşırdım: “Vay be” dedim, “Demek,
Mevlâna’nınmış!” Hikâye: “Sağırın Hasta
Ziyareti” idi.
O zaman
dedim ki kendi kendime: “Niçin okullarda
bunlar ders olarak okutulmuyor?” Neden ilk
okuldan itibaren biz bu zâtlarla ve
eserleriyle tanışmıyoruz? Seviyemize göre...
Anlayabileceğimiz kadar...
Tasavvufun yazılı mirasına elbette sahip
çıkmalıyız. Hatta üstüne titremeliyiz. Ancak
iki kitap okumakla “ben de OLdum bir
tasavvufçu” deyip vehimlerimizle bir de
etrafa ders vermeye kalkarsak veyahut da
tasavvufu bir “akademik” çalışma olarak
addedersek yanılırız ve yanıltırız.
Tasavvufun yazılı eserleri insanı tefekküre
ve güzel ahlaka yönelttiği için, hatta kimi
zaman bir çocuğu bile kahkahalara boğup
gönlünü şenlendirebildiği için muhakkak ki
okunmalıdır. Ama hakikât ilmine vâsıl
olmanın ancak ve ancak “derviş” olmakla
mümkün olduğunu bilmek ve kabul etmek
gerekir.
Kim
bilir, bu eserleri okumak belki de bazen
nasiplilerin nasiplerine kavuşmasına vesile
oluyordur. Günümüzde çoğu “derviş”
tasavvufla ilk defa internette veya bir
kitap vasıtasıyla tanışmıyor mu?!
Tasavvuf
“kitap” değildir; ama tasavvuf kitapları çok
kıymetli ve kesinlikle okunasıdır.
Okuma:
http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=67
(24-04-2009)
370-Allah’ın
Ahad Oluşu
Prof. Stephen
Hawking “Zamanın Kısa Tarihi” isimli
eserinde şöyle diyor: “Denilebilir ki,
evrenin sınır koşulu, sınırı olmamasıdır.
Evren, tamamıyla kendine yetecek ve kendi
dışındaki hiç bir şeyden etkilenmeyecektir.
Ne yaratılacak ve ne de yok edilecektir.
Yalnızca olacaktır. Evren gerçekte tümüyle
kendine yeterli, sınırsız ve kenarsız ise,
ne başı ve ne de bir sonu olacaktır;
yalnızca olacaktır! O halde bir “tanrıya” ne
gerek var?..” Belirtilmelidir ki,
Ahad’lığa vurgu yapan bu görüş, Allah’ın
özelliklerini tümüyle evrene yüklemektedir.
Gerçekte, Kur’ani düşünceye göre evren
sınırsızdır ancak sonsuz değildir. Sonsuz
değildir derken sonsuzluğu zamana bağlı bir
kavram olarak düşünmeliyiz. Yani evren nasıl
ki bir noktada yaratılmışsa ve evrenin
yaratılmasıyla zaman da yaratılmış oluyorsa,
benzer şekilde evren bir an gelecek bilinen
formunu kaybedecektir ve o an evren-zamanın
da son bulduğu an olacaktır. Bu bakımdan
evren sonludur yani bir sonu vardır. Ancak
sürekli genişlemektedir ve bir sınırı
yoktur. Yani evren ezeli ve ebedi değildir.
Dolayısıyla yaratılmıştır. Ancak burada
önemli olan, Hawking’in Allah’a ait
vasıfları, her ne kadar evrene atfetse de,
ortaya koymuş olmasıdır. Yani bu vasıflara
sahip bir varlığın olması zaruridir. İster
bu varlık evrenin kendisidir, ister
Allah’tır deyin. Aksi halde tüm bu oluş
alemi açıklanamıyor. Ancak, Tasavvuf
lisanıyla ifade edersek, evren diye
algıladığımız, Allah ismiyle işaret edilenin
kendi varlığından ortaya çıkardığı, izhar
ettiği, yani Allah’ın vasıflarının, Allah
isimlerinin manalarının ortaya konduğu
mahaldir. Zatı itibariyle bilinmesi mümkün
olmayan Allah, vasıflarıyla bilinebilir.
(27-04-2009)
371-Kur’an’a
Muhtacız
Ne yazık ki her geçen gün
eğitim sistemimiz her zamankinden daha fazla
Kur'an ahlakına muhtaç. Görünen o ki
Türkiye’de eğitim sistemi acı sinyaller
vermekte. Ecnebilerin dedikleri harfiyen
yerine getirildi. Türkiye de Kur'an
kapatıldı kadınlar açıldı.
Hayatın her noktasında
Kur'an’ın rehberliğine muhtacız. Ne var ki
geleceğimizin garantisi olan nesillerin
yetiştirilmesinde Kur'an'ın rehberliğine
daha ziyade ihtiyacımız var. Az sayıda
manevi değerleri gözeten eğitim kurumları
mevcut olsa da bu kurumlar Milli eğitimin
ahvalini değiştirecek boyutta değiller.
Bu çöküş bugünkü bir mesele
değil. Tanzimat’ın ilanını müteakip yüz elli
yıllık bir süreç. Bunu açmaya ciltler
kifayet etmez. Amma olayı ellişer yıllık üç
döneme ayırabiliriz. Avrupa’yla bütünleşme
sürecinde ilk elli yılda eğitim
sistemimizden ruhun hâkimiyetini bitirdiler
ve akla bağlı ve aklını rehber edinen bir
nesil ortaya çıktı. İkinci elli yılda akılla
olan bağlar da koparıldı ve beş duyusuyla
hareket eden bir nesil ortaya çıktı. Ruhtan
bağları kopartılan bir neslin eğittiği
nesiller akıldan noksan olarak ortaya
çıktılar. Son dönem gençliğimiz tamamen
duyularından da kopuk. Sadece içgüdülerine
tabi bir görüşün pençesindeler.
Düşünmüyorlar, akıl etmiyorlar. Acıkınca
yiyorlar, şehvetleri kabarınca onu tatmin
yoluna gidiyorlar. Hangi yoldan olduğu mühim
değil. Sadece içgüdülerinin esiri bir nesil
yetişiyor.
Otuzlu kırklı yıllarda orta
mektepten mezunlar bugünün fakülte
mezunlarından daha üstündüler. Bugün
liselerimizden mezun olanlar içleri
boşaltılmış ve ruhlarıyla tamamen
irtibatları kesilmiş bir nesil. Kur’an-i
Kerimin hayattan uzaklaştırıldığı bir
toplunda çürüme ve yozlaşma önü alınmaz bir
hızla sürüyor. Türkiye Avrupa Birliği
ilişkileri ve Avrupa Birliğinin her dediğine
evet diyen bir zihniyet neticesinde
İslam’dan adım adım uzaklaştı. Ne acı ki
Tanzimat ile vatanı elde eden zihniyet
sonunda Nasıralı Isa (as) nın da
öğretilerine uymayan bir toplum ortaya
koydu.
Türk toplum düzeni milli ve
manevi değerlerine rücu edemezse ne Cumanın
hayrını görecektir ne de Pazarın. Cumartesi
sahiplerinin eline bu ülke bırakılmamalıdır.
(30-04-2009)
372-Farkında
Olmak
Yaşadığımız gündelik olaylar, gerçeği mi
yoksa bir yanlışı mı yansıtmaktadır? Bu
sorunun cevabını bulabilmek için insanda
farkında olabilme yeteneğinin gelişmesi
şarttır.
Aşağıdaki hikâye işte buna işaret
etmektedir.
Dikkatle okumanızı öneriyorum.
Juan, motosikleti ile Meksika sınırına
gelir.
Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır
polisi
şüphelenip içinde ne olduğunu sorar.
Juan: “Yalnızca kum” diye yanıt verince,
Polis: “
Aç bakalım çantaları” der.
Juan çantaları açar, polis
didik didik kontrol etmesine
rağmen, kumdan başka bir şey
bulamaz!
Bununla yetinmeyen polis,
gece yarısına kadar kumu her tür
tahlilden geçirtir, ancak saf
kumdan başka bir şey yoktur!
Polis, Juan'a çantalarını
iade edip
sınırdan geçmesine izin
verir.
Ertesi gün Juan,
motosikletinin arkasında iki büyük
çantayla tekrar sınırda
belirir. Polis onu
gene durdurur, didik didik
arar, bir şey bulamaz ve
serbest bırakmak zorunda
kalır.
Bu olay, polis emekli
olana dek yıllarca devam
eder!
Bir gün, emekli polis
Meksika'da bir barda otururken
Juan'ın içeri girdiğini
görür, derhal yakasına yapışır:
-Senin yıllardır bir şeyler
kaçırdığından eminim. Çıldıracağım.
Geceleri uyku uyuyamıyordum
senin yüzünden. Lütfen,
anlat bana ne kaçırdığını.
Aramızda kalacağına emin olabilirsin.
Juan gülümseyerek yanıtlar:
'Motosiklet'
DETAYLARLA BOĞUŞURKEN ÖZÜ
KAÇIRMAYALIM!
(06-05-2009)
373-Allah’ın
Samed Oluşu
Abdülkadir Geylani’nin“Gavsiye” isimli
eserinden:
“Sonra sordum Rabbıma; dedim ki: -Hiç
mekânın olur mu?.. Dedi ki; -Ya Gavs-ı Azam,
ben mekânın mekânıyım!… Benim mekânım
olmaz!.. Ben insanın sırrıyım!..”
Allah, “Bi
külli şey’in muhit”, yani
şeyin kendisi
olarak şeyi ihâta eden, sonsuz,
sınırsız tümel tekilliktir. Bir hadiste
“Salacağınız bir ip, mutlaka sizi Allah’a
ulaştırır.” denilir. Bunun
nedenini, Kunevi’nin bu hadisi açıklarken
dediklerine bakarak açıklayalım:
“Maddi ve manevi
mertebelerde müşahade edilen varlık, manevi
mertebelerde müşahade edilen varlığın
aynıdır. Bütün bu manevi ve maddi
mertebeler, ancak akli ve vehmi kıyaslara
göredir. Çünkü varlığın tümü, mutlak
vücuttur. O mutlak vücudu manevi ve nurani
ya da maddi ve zulmani bakış açılarımızla
müşahade ederiz.” İhlas
suresinde Allah’a Samed derken, artık ikilik
alemiden zuhur eden bilinç düzeyine
seslenilmektedir. Örneğin Allah, kulları
için Rezzak’tır; ama Allah kendisi için
rızık sahibi değildir. Rezzak’lık, ikilik
alemi için geçerli olan bir hali, yani
Allah’ın, mana ve ef’al alemindeki oluşları
besleme durumunu anlatır. Samed isminin
manasını da bu şekilde düşünürsek, Samed,
Allah’ın mevcudat alemindeki, yani
gözlemleyemediğimiz tüm alemleri de
kapsayacak bir ifadeyle ef’al alemindeki
varlıkların ve oluşların ihtiyaç duydukları
her şeyden beri olmasıdır. Zira ef’al
alemindeki her oluşum ya da varlık mutlak
suretle başka bir oluşum ya da varlığın
hatta oluşumlar ve varlıkların eseridir ve
dahi oluş ve varlığın devamı başka oluş ve
varlıklara muhtaçtır. Ancak Allah, ef’al
aleminden olmaması nedeniyle bunların hiç
birine muhtaç değil, aksine ef’al alemi
zincirin son halkasında Allah’ın varlığına
muhtaçtır.
(11-05-2009)
374-Masallar,
Masallar...
Gele
Deccâl gele gele gör kim bugün neler ola,
Cümleten il sana güle gele Deccâl gele gele,
Gör kim senin hâlin nola.
Niyazi-î
Mısrî
Kendilerine
“din” tebliğ edildiğinde “eskilerin
masalları” deyip inanmak istemezler.
Oysaki “din” ne eskidir, ne de yeni...
“Din”, sadece dindir...
Eskilerin
masalları demek “yeni” değil. Bu, hep
söylenegelmiş. Kim ki “dini” reddeder;
hemen, eskinin masallarını inkâr eder...
Yenilenir!
Kendini
yenilemek ile din uydurmak
arasında ince bir çizgi vardır. Din ile
tanışıp, onu doğru düzgün öğrenenler
kendilerini yenilediler. Dini
bilmeyenler, dini yenilediler. Bu
fark 359 derecedir. Yenilenmek ile “din
uydurmak” kol koladır, yani... Yan
yanadır.
O yüzden ayırt
etmek zordur. Karşı karşıya değiller çünkü.
Yan yanalar.
Dört
elementten biri “toprak” olduğuna göre
insana “kök” lazımdır. İnsan, kafasına esen
her fikrin peşinden giderse, kafasının içini
vehim tarlasına çevirir. Çevirir de Ruh’u
duymaz! O kafada poyraz da eser, lodos
da, karayel de, keşişleme de... Onun için
kök lazımdır insana, kök! Köksüz olan
rüzgara tutulmuş yaprak gibi ordan oraya
savrulur. Fır döner! Her rüzgarı
“yeni” zanneder, nerede olduğunu bilemeden,
geçer gider yenilenmeden...
Leylekler eski
yuvalarını ararlarmış döndüklerinde...
Dikkatini çekmiş Lütfi Filiz’in... E laf
olsun diye konuşmuyor Hazret!
Bektaşiler,
ölenin ardından “Allah devrini âsân etsin”
derlermiş. “Âsân” kısa demek. Peki, ne
demek?
Ne diyor bu
eskiler?!
Yol, sanılanın
aksine dairesel değilmiş! Öyle söylüyor
Lütfi Filiz... Yol, dosdoğru
yolmuş...
Kozasını delip
çıkana daire mi olur hiç?!
Ölen hayvân
imiş! Allah, ölenin devrini âsân
etsin. Ve ölmeyenlere selâm olsun!
Devrân odur
kim devrini Devr-i felek bilmez ola,
İnsân odur kim sırrını ins-ü melek bilmez
ola.
Merkep
izinde su görüp deryâyı gördüm sanma sen,
Deryâ odur kim ka’rını aslâ semek bilmez
ola.
Niyazi-î Mısrî
(15-05-2009)
375-Spor,
Dua ve Zikir
İnsan bedeninin sağlıklı kalabilmesi,
parçası olduğu doğaya uygun yaşam biçimi
sürdürmesiyle olasıdır. Doğal yaşam
gözlendiğinde hayvanların ortak beden
dilinin “hareket” olduğu görülecektir.
Hayvanların 3 türlü hareket amacı
vardır. Yiyeceği bulmak, karşı cinse
ulaşmak, korunmak ya da saldırmak. İnsan
bedel ödemek şartıyla bu 3 hareket
nedenini ortadan kaldırabilir. Ödediği
bedel kadar aslında sağlığından
vermektedir.
Doğa dışı yaşam biçimiyle sağlığı tehdit
altında olan insanoğlu, günlük fiziksel
aktivite ile doğaya uyum sağlayarak
hastalıklara karşı kendini koruyabilir.
Ancak tasavvuf ile uğraşanlar için
fiziksel eğzersiz çok daha önemlidir.
Düzenli, günlük 1 saat yürüyüş ve/ya da
koşu yapanların bilişsel işlevlerinde
önemli artışlar olduğu, uzun süreli
eğzersizlerde kolesterolü beyinde şekere
dönüştürdüğü, oksidan (toksik)
maddelerin beyinden daha kolay
uzaklaştırıldığı, şeker metabolizma
ürünü olan laktat’ı enerji kaynağı
olarak kullandığı bildirilmiştir (Terry
McMorris et al) .
Kişisel deneyimim, dua ve zikrin günlük
eğzersiz süresi ve sonrası 1 saat içinde
uygulanmasının normalden çok daha etkili
olduğu yönündedir.
(18-05-2009)
376-AKIL
Hastalıklar,
akıldan ileri gelir.
Japon
Atasözü
Beyni olan her
canlı, türüne ait üstün özelliklerini beyinlerinden
alır. Başka bir değişle, beyin; türün üstün
özelliklerine göre yapılanmıştır. Meşhur kuş
beyninin en çok gelişim gösteren bölümü, denge
merkezidir. Bu sayede uçma eylemini
gerçekleştirebilir. İnsanın en çok gelişim gösteren
bölümü ise, beyin ön bölgesidir(prefrontal cortex).
İnsanı diğer canlılardan üstün kılan akıl özelliği,
beyin ön bölgesinin çalışmasıyla ortaya çıkar.
Milyarlarca beyin hücresi, sayıları trilyonlara
varan yollarla birbirlerine bağlanarak oluşturduğu
ağ sistemiyle, insan aklına yön verir. Bu sayede
insan düşünebilir. Bu nedenle insan özelliğini
kazanabilmek için aklı kullanmak gerekir.
10 kolu bulunan ırmağın 100 kolu olsaydı, su
baskınına daha dirençli olurdu.
Aynı bahçede bulunan meyve ağaçları arasındaki
verimlilik oranı, dal sayısıyla ölçülür.
Bu örneklere benzer biçimde; beyin ön bölgesindeki
ağ sisteminin yoğunluğu, aklın kullanım ölçüsünün
göstergesidir. Bu bölgede bulunan hücre sayısını
arttıramazsınız ancak yaşınız kaç olursa olsun,
hücrelerarası bağlantı sayısına etki ederek akıl
özelliklerinizi geliştirebilirsiniz.
Bu yorum, Dr Güçlü Ildız'ın Doğan Kitap
tarafından yayımı 2009 yılında yapılacak
olan kitabından derlenmiştir.
(22-05-2009)
377-Beklentiler…
İnsanoğlunun takip ettiği, saygı
duyduğu kişilerden beklentileri bir hayli fazla. Ve
her şeyden önce sohbetlerinin verimli olmasını
bekliyor.
İyi, düzgün ve akıcı konuşmasını,
kendini kasmamasını, hoşgörülü olmasını, anlatmak
istediklerini salt kavramlar yerine, somut
örneklerle basite indirgeyerek dile getirmesini
talep ediyor.
Dahası var…
Bunlar yetmiyormuş gibi, yaşamındaki
pürüzleri onun çözmesini, iniş çıkışlarını takip
etmesini, bilinçsizliğini gidermesini istiyor.
Meramını daha iyi anlatabilmek için
bile olsa ondan bir yardımın gelmesi gerektiğini
düşünüyor.
Beklentileri içinde idol olarak
gördüğü kişiden şöyle ya da böyle, duygusallığını
tenkit edici tarzda yaklaşımların olmamasını temenni
ediyor.
Ama koşullar ağırlaştıkça, işler
çetinleşince, değişim bir yana, sorunlar
yoğunlaşıyor.
Beklentiler karşılanmayınca bu kez,
yöneldiği mahallin sözleri kendisini pek memnun
etmiyor.
Çünkü konuşmanın başlangıcı gibi
sonunun da ılımlı ve toparlayıcı olmasını, ama asla
benliğine dokunulmamasını istiyor.
Hatta bu konuda yakın çevre ile
tartışmaya girmesi dahi söz konusu olabiliyor.
Onu durgun, suskun, elleri başında
görürseniz, bilin ki bu dertten muzdarip haldedir.
Akabinde hafiften hafife
kıpırdamalar, hesap sorma modlarına geçme başlıyor….
(25-05-2009)
378-Öyle Ya da “B”öyle
Allah alemlerin Rabbidir. Ve Allah alemlerden Ganî’
dir.
Zerre kadar yapılan her bir şeyin karşılığı
oluşacaktır. Bu, “her bir zerrenin mütemadiyen
meydana getirdiği kelebek etkisidir” de diyebiliriz.
Varlık adı altındaki mekanizma böyle çalışıyor ve
buna “sünnetullah” deniliyor. Birimsel-vehmî
varlıkların boy gösterdiği sistemde işler böyle
yürüyor.
Peki, birimsellikleri ortadan kalkmış, varlıklarında
Allah’ tan gayrına yer-mahal olmayan yapılar söz
konusu olunca sistem (namı diğer sünnetullah) nasıl
işliyordur sizce? Allah ile bizatihi ilişkilerde
yine aynı sistem-sünnetullah mı geçerlidir dersiniz?
Artık, Tek bir boyutun varlığı ilan edilmiş durumda.
Aslında iki yüzü olan madalyonun bir yüzü HİÇLİK
diğeri ise ESMA oluyor. Hiçlik hakkında konuşulup
düşünülemeyeceğine göre, tek boyut olarak ESMA
kalıyor. Bu esmaların ise batınlarındaki
YOKLUĞA-HİÇLİĞE yol bulabilmek gibi bir özellikleri
var.
Yani, enseyi karartmamak lazım, yollar açık.
“Göremezsin” hükmü ile insanlar, belli sistem-kişi
etrafında toplanabiliyorlarken; göstermeyi meslek
edinenlerin varlığı da bilinen bir gerçek.
Allah’ a akıl ile yaklaşabilmek, ama Allah’ a akıl
satmamak lazım. İdrak-tefekkürle ona yönlenirken,
idrakımıza da sıkı sıkı sarılmamak lazım. Her
limanda bir sevgili gibi. Güvendiğimiz, “idrakımız”
dahi olmamalı. Perdenin bu tarafında devamlı
performans artışı için gayret gösteren bir sporcu
görüntüsü verirken; bilinç yönü ile de “gayrı” ve de
“gayret” kavramlarından beri olunmalı.
Elde olanı elde etmeye çalışmanın muhal olduğunu
artık anlıyoruzdur umarım.
Sağlıcakla kalınız.
(28-05-2009)
379-Kek Tarifi !
Güzel bir kek
yapmak için yumurta ile şekeri çok iyi çırpmak lazım
imiş... Diğer malzemeleri de katıp, karıştırıp,
hepsini iyice çırptıktan sonra kek hamuru
hazırdır... Geriye, kızgın fırında pişirmek kalır.
Çırpılmamış
herhangi bir yumurta, diğer tüm malzemeyi katarak
elde edilmiş kek hamurundan ne kadar da farklı
görünür... Hamurun ise her yerinde yumurta vardır;
ama görünmez.
Tersi de
doğrudur: Kek hamuru ne yumurtaya benzer, ne una...
Ne yumurtadır, ne de un... Lâ!
Ve ama hem
yumurtadır, hem de un; ve hatta şeker ve yoğurttur
aslında... İllâ!
Hamur meydana
geldi mi, geriye önceden ısıtılmış fırında pişirmek
kalır. Hamura kek diyebilmek için muhakkak
pişirmek gerek. Pişmemiş hamura kek denmez.
“Beşer” denir. Ya da “kek hamuru”.
Ve piştiği zaman
iyiden iyiye değişmiştir. Artık, değil çırpılmamış
yumurtaya, hamur haline bile benzememektedir.
Bambaşkadır.
Diğer tarafta
yumurta yumurta olarak, un un olarak, şeker de şeker
olarak varlıklarını sürdürürler... Kek ise hepsinin
“cem” makamıdır. İyi piştiği zaman tadından yenmez!
Şimdi, kek dile
gelse “ben vaktiyle yumurta idim” dese, doğrudur.
Öyleyse; kek, yumurta ile karşılaştığında onda kimi
görecek? Tabii ki kendini...
Kek, yumurta ile
konuşabilir mi?
“Sordum sarı
çiçeğe!”
Kendini tanırsa
neden konuşamasın?!
İş ki kek, kek
olduğunu bilsin!
***
“Ben de cansız
varlıkken öldüm, yetişip gelişen bitki oldum;
bitkiyken öldüm, hayvan biçiminde tezahür ettim.
Hayvanlıktan geçip öldüm, insan oldum; öyleyse
ölmekten korkmak niye? Hiç daha kötüye dönüştüğüm,
alçaldığım görüldü mü? (Mevlâna Celâleddin Rûmi)
O binekten, bu
bineğe... Yürüyüp duran BENim!
Ben kimim?
İşte, sorun bu!
Suretten geçmeden
bunu, yani BENi bilmenin imkânı yok!
Surette kalan
için bu sözler reenkarnasyonu
çağrıştırabilir. Hiç ilgisi yok.
İslâm'da bu tür
inançlar olmadığının bir kez daha altını çizerim!
İllâhû!
(31-05-2009)

380-Ne zaman akıllanacağız
Akşam, TV
haberlerini bir izleyin. Gazete
başlıklarını bir okuyun. Her defasında, mutlaka
birbirinden farklı ölüm haberleri ile dolu olduğunu
göreceksiniz. Öz çocuğunu öldüren katil anneler,
bitmek bilmeyen şehit haberleri, kız
arkadaşını öldürüp başını kesen bir sevgilinin firar
macerası…
Artık insan, bütün bunları birbirine karıştırıyor.
Çünkü devamlılık arz ediyor. Daha birinin acısı
bitmeden bir diğeri başlıyor. Geçen haftanın önemli
iz bırakması gereken bir haberi bugün hatırlanmıyor.
Peki, bu insanlık-şuursuzluk nereye kadar
gidecek?
Acaba durduğu-bittiği yeri görecek miyiz?
Bu gidişle hayır! Çünkü manevi değerleri dikkate
almıyoruz. Çocuklarımıza her türlü eğitimi verirken
bu türünü akıllara getirmiyoruz.
Özetle söylemek gerekirse, duyarsız ve umarsız olma
yolunda hızla ilerliyoruz.
Bu durumda ne yapmalı?
Yaşama nasıl devam etmeli?
İnsan kendisini nasıl korumalı?
Toplumsal yaşamı kapsayan karamsarlık ve
vurdumduymazlık kişiyi yok edeceği gibi, kendisiyle
birlikte sevdiklerini de çok kötü bir duruma
sokuyor. İnsanoğlu, maalesef kendini koruyamıyor.
Genç kızlarımız söylenen her güzel sözün etkisi
altında kalarak yaşama yolu seçiyorlar. Cehalet
almış yürümüş.
Buna bir ad veremiyoruz
Hangi çağda yaşıyoruz demeyelim. Medeniyetin
ilerlemesi, beyinlerin gelişmesi anlamına gelmiyor
ki. İşte örnekleri ortada… Ve ateş düştüğü yeri
yakıyor. Bu olayları duyduğumuzda ‘aman Allahım’
demekten kendimizi alamıyoruz, ancak sonrasında
unutup gidiyoruz.
Sahi ‘Biz ne zaman akıllanacağız’ demekten
kendimi alıkoyamıyorum.
Not: Bu
yorum hazırlanıp yayımlanma sırasını
beklerken, Adana'da emekli bir astsubay ailesinden
8 kişiyi katletmiştir.
(03-06-2009)

381-Porselen Balık
Kırmızı balık, nehirde yüzüyordu. Ve arkası
mıknatıslı porselen bir balık, beyaz bir zemine
yapışık, duruyordu. Ve akvaryumlarda binlerce balık
vardı.
Kırmızı balığı, daha iri ve çok eski ataları mavi
olan, mor bir balık yuttu. Akvaryumlardaki binlerce
balıktan yüzlercesi, kırmızı balıktan biraz daha
uzun yaşadı. Ama hepsinden önce, mıknatıslı porselen
balık, beyaz denizinden hoyratça çıkarılıp, sert
mozaik zemine küçük bir el tarafından atıldığında,
parçalanmıştı.
Fakat kendisinden sonra ölen tüm balıklara rağmen, o
hâlâ vardır; çünkü o aslında bir balık değil, balık
şekli verilmiş, boyanmış, arkasına mıknatıs
yapıştırılmış bir porselendir. Ve şimdi, dağınık
parçaları birleştirip, eksik parçaları zihinde
tamamlandığında, dikkatli gözler tarafından,
“porselen bir balıkmış zamanında” denilen, varlığına
verilen balık imajı dağılan, ama ölmeyen, hâlâ
porselen olan ve göreceli olarak porselen olmaya
devam edecek bir maddedir.
Bununla birlikte, daha dikkatli gözler, onun
porselenden oluşmuş bir madde değil, bir atomlar
bütünü olduğunu, daha da dikkatlileri atom altı
parçacıklardan oluşmuş bir frekans okyanusu
olduğunu, çok daha dikkatlileri, var olan enerji
paketleri ya da dalgalar evreni olduğunu, en
dikkatlileri ise, bir hiç olduğunu görürler. Tıpkı
kırmızı balık, mor balık ve akvaryumlardaki binlerce
balık gibi…
Ve canlı balıkların, önce kavuşmuş olduğu sanılan
hiçliğe, porselen balığın ve hatta tüm balıkların,
öteden beri hep sahip olduğunu düşünürler.
(07-06-2009)

382-İbadet Neşvesiyle
Çalışabilmek
Neşve, anlam
olarak keyif almak, mest olmak, sevinç hissetmek
demektir. İbadet neşvesiyle çalışmak sözüyle de
günlük iş hayatımızda mesleğimizi icra ederken adeta
ibadet şuuruyla hareket etmeyi ve bu farkındalığı
yaşamayı kastediyoruz. Bir insanın bu şuurla yaptığı
tüm işler ve faaliyetler de zaten bir nevi ibadet
hükmündedir. Çalışmakta olduğum özel bir hastaneden
örnek verecek olursam bana bu konuda hak
vereceğinizi düşünüyorum
Öncelikle, mesai
saatinden başlayabiliriz. Her sabah hastanenin giriş
kapısından içeriye girdiğim anda bambaşka bir yaşam
boyutuna geçtiğimi söyleyebilirim. Adeta büyük bir
mâbedin içine girmiş gibi oluyorum. Müthiş derecede
feyizli bir ortamla iç içe olduğunuzu
hissediyorsunuz. Kalben bir inşirah, sürur ve sekine
hâli hâsıl oluyor. Meleki kuvvelerin öz bünyenizde
yoğunlaşmaya başladığını ve beyninizde şuursal
olarak açığa çıktığını müşahede ediyorsunuz.
Yaşadığım bu tecrübeler ancak yaşanarak
hissedilebilecek haller. Kelimelere ancak bu kadar
yansıyabiliyor. Yoğun olarak pozitif nur enerjisiyle
doluyorsunuz. Zira ruhsal semamızda, pozitif
düşünce melekemize ait manevi enerji cereyanları
mevcuttur. Hakikat bilgisini de devreye sokarak bu
cereyanları kontrol altına alıp yönlendirmek
suretiyle faydalı sonuçlar elde etme gücüne sahip
oluyoruz. Yaptığınız görev ne derece zor ve
zahmetli de olsa büyük ölçüde kolaylaştığını
hayretle gözlemliyorsunuz. Yaşadığım bu zevkli
haller, görev yaptığım hastanenin yedinci katında
zirve düzeye çıkıyor. Sanki nefis mertebelerinin
yedincisi olan safiye bilincindeki saflaşmış bilinç
halleri yaşanıyor. Tevhidi Ef’al Boyutunun
bir yansıması söz konusu. Cerrahından ameliyat
teknisyenine kadar bütün görevli birimlerin
varlığının ortadan kalktığını müşahede ediyor ve
yapan ve açığa çıkaranın fiil düzeyinde O olduğunu
seyrediyorsunuz yorumsuz olarak. Sükut ediyor ve bu
müşahedenin iliklerinize kadar işleyerek size
kazandırdığı manevi hazlara, feyizlere ve nurlara
kanaat ediyorsunuz. Ayrıca bu müthiş hallerin, gönül
insanlarınca da manevi açılımı ve mertebesi
nispetinde yaşandığını düşünüyorum. Tüm bu yaşamakta
olduğum tecrübeler bana salih amel faktörünü
hatırlatıyor. Bildiğimiz gibi insanı huzura, salâha
ve mutluluğa götüren ve insanlara faydalı olabilecek
tüm kazanımlar ve ameller salih amel kapsamına
giriyor. Özellikle hasta ve yakınlarıyla birliktelik
yaşamam ve onların dualarını almam bana ayrı bir haz
veriyor diyebilirim. Onlara ve onların yaşama tekrar
tutunabilmesine vesile olan hikmet sahibi hekimlere
huzurlarınızda şükranlarımı sunuyorum. Sonuç olarak
insanların yaptıkları görevi, hangisi olursa olsun,
bir ibadet neşvesi ve neşesiyle yerine getirmesi,
yaptıkları bu şuursal çalışmaların ibadet hükmüne
geçmesi demektir. Herkesin bu güzellikleri özünde
yaşayabilmesini diliyor, insana karşılıksız hizmetin
Hakka hizmet şuuruyla bütünleşmesini ümit ve niyaz
ediyorum. .
(10-06-2009)
383- Bağımlılık
Bağımlılık
derecesi, sahip olduklarından vazgeçebilme ölçüsüyle
ilgilidir. Bağımlılık derecesiyle beyin ön
bölgesinin sinirsel ağ yoğunluğu arasında doğrudan
bir ilişki vardır. Ağ yoğunluğu derecesi, duyarlılık
düzeyiyle açıklanabilir. Duyarlı çalışma özellikleri
gösteren beyin ön bölgesine sahip kişilerin akıl
özelliklerini yeteri kadar kullanamadıkları görülür.
Ağ yoğunluk derecesi ya da duyarlılık düzeyi,
bağımlılık derecesini belirler.
Duyarlı çalışma
özelliği gösteren beyin, açtır. Dopamin, adrenalin,
kortizol ve benzeri hormonlar; duyarlılığı geçici
olarak azaltırlar. Kişi, bu hormonları salgılatıcı
davranış özellikleri göstererek açlıklarını gidermek
ister. Örneğin, dikkat eksikliği olan çocuk
heyecanlı bir uğraşta (bilgisayar oyunu) dikkatini
uzun süre verebilir. Heyecan ile elde ettiği
adrenalin ve dopamin, beyin ön bölgesinin duyarlı
çalışma özelliklerini geçici sürede düzelterek
dikkatini sürdürmesini sağlar. Heyecan bitince
dikkat tükenir. Dikkat ile birlikte diğer beyin ön
bölge özellikleride yeterince işletilemez.
Çalışma
özelliklerinin düzeltilmesini isteyen beyin, kendini
besleyen madde ve olaylara kişiyi yönlendirir.
Gelişen bağımlılık sistemleri beyinde belirli sinir
yollarının kullanımını arttıracak ancak yeni
edinilmesi gereken deneyimlerin oluşturacağı ağ
sistemlerinin gelişimine engel olacaktır. Irmağın
kol sayısı artmayarak sabit kalacak, bir su
baskınında ciddi zararlar ortaya çıkacaktır.
(12-06-2009)
384 -Cennet içinde
Cehennemi yaşayanlar
Eğri oturalım, doğru konuşalım.
Kimilerinin her zaman toplumu bir kışkırtma çabası
içinde olduğunu biliyoruz.
Bunlar çok açık olmasa da belli bir hesaba
dayanıyor.
Söylediklerine, bazen kendi çevremizde, dost
ilişkilerinde dahi rastlıyor ve şahit oluyoruz.
Toplumsal yaşamda öfkelerini kusabilmek
için oradan buradan bir şeyler cımbızlayıp bir
yerlerden medet umuyorlar.
Yaşamak varken neden dedikoduya sarılır ki
insan?
İstenmeyen şekilde arkadan konuşmaya gayret edenler,
birilerine ne kadar bağlı olduklarını anlatmak için
bin bir dereden su getiriyorlar.
Bizler örtülü/perdeli bir şekilde hareket
edenleri biliyor ve yine de Cenabı Hakk’ın,
hatalarını yüzlerine vurmaması için dua ediyoruz.
Gerçekleri unutur, bazı şeyleri anlamazlıktan gelir,
bir kalemde her şeyin üstünü çizer, o ölçüde
pervasızlaşırlarken de bu kanaatimiz hiç
değişmiyor.
Dedikoduya dalan bir kimsenin alameti, bedenine
sahip çıkması, şayet ters bir durumla karşılaşırsa
mutlaka kendini ispata yönelik hareketlerde
bulunmasıdır.
O anlarda kişiyi öyle bir ‘kompleks’, bir ‘hırs’
basıyor ki tarifi mümkün değil.
Olumlu şeylerden bahsedilirken dahi hayıflanıyor,
rahatsız oluyorlar.
Hangi konulardan dem vuruluyor, doğrusu anlayamıyorum.
Bu karmaşıklık içinde kıvranıp duran kimseler iyi
bilmeli ki;
Cennetin içinde cehennem
yaşanmaz, Allah Rasûlü’nün istemediği şeyler
yapılmaz.
Sonra bunun acısını çekilir.
Aklımızı başımıza toplayalım, altın tepsi içinde
sunulan bu ilmi heba etmeyelim, derim.
(15-06-2009)
385-Sahte Kurtarıcılardan
Kurtulmalıyız
2012 yılıyla
birlikte gireceğimiz foton çağına sayılı bir
zaman dilimi kaldı. Teknolojik ve bilimsel
gelişmeler hızlı bir seyir halinde. Kitle
iletişim araçları, hayatımızın vazgeçilmezleri
arasında. Tüm bu değişimler içinde değişmeyen
bir tek şey ise değişimin kendisi. Yenileyici
düşünce dalgaları tüm dünyayı etkisi altına
almış olarak taze beyinler tarafından her an
farklı boyutlarda değerlendirilmeye devam
ediyor. Yeniye ve yeniliğe açık olanlara ne
mutlu. Onlar her zaman yeni bilgilere ve
tecrübelere namzet insanlar. Bir kesim de var ki
maalesef geçici değer yargılarıyla ve
şartlanmalarla avunmayı kendileri için yeterli
görüyor. Sahte kurtarıcıların ekmeğine bilerek
ya da farkında olmadan yağ sürüyoruz. Kayıtsız
ve şartsız olarak ve dahi sorgulamadan onlara
kul köle olmuşuz adeta. Teslimiyetçi din
anlayışından sıyrılmadığımız müddetçe bu tarz
oyunlara geleceğimiz muhakkak.
Teslimiyetçi anlayıştan kastımız ise gerçek
bilgileri değerlendirmek yerine şahıslara
bağlanmak ve onlardan medet beklemek. Ne
zaman kadar sürecek bu kısır döngü pek
kestiremiyorum. Ama şu bir gerçek ki kurtarıcı
beklemek ya da sahte yol göstericilerden medet
ummanın faturası ağır olmaktadır. Şu günlerde
yaşanan bir taciz olayı gündemde yerini aldı.
Sahte mehdilerden birinin ağına düşen bir anne
ve kızı pişmanları oynuyor. Hüngür hüngür
ağlıyor ve dert yanıyor. Her şeyimizle teslim
olduğumuz insan bizi taciz etti diye yakınıyor.
Peki sormak lazım. Şimdiye kadar neden fark
edemediniz. ?Biraz dikkatli ve izanlı olsaydınız
bu fenalıklar başınıza gelmeyecekti. Tüm bunları
kınamak ya da ayıplamak için söylemiyorum.
Sadece aklımızı ve muhakememizi her zaman
devreye sokmamız gerektiğini vurgulamaya
çabalıyorum. Şartlar ne olursa olsun tövbe
kapısı açıktır. Yeter ki kurtarıcı beklemenin
anlamsızlığını anlayabilelim. Ve sahte
kurtarıcılardan şuur boyutunda kurtulabilmeyi
başarabilelim. .
(19-06-2009)
386- İbadet ve Gözyaşı
Mesnevi’de
okuduğum “Bize, seni zikretmemize izin verdiğin
için…” ifadesi beni kalbimden vurdu… Zaman durdu.
Her şey durdu… Nerde Allah’a kerhen ibadet etmek,
nerde “zikre izin verdiği için” Allah’a hamd
etmek… Allah’ın O’nu zikretmemize izin verdiğini
hiç düşünmemiştim, doğrusu… Biz öğrendik ki ibadet
etmez isek Allah bizi cehenneme atacak! Anlıyorum
ki, Allah boyasıyla boyanmak için önce bir
Evliyaullah boyasıyla boyanmak şart… Ben Allah’ı çok
sevdiğimi sanırdım.. Ama Mevlâna’nın Hakk sevgisini
ve Hakk’a edebini görünce, önce şaşırdım, sonra
kendi sevgimi unuttum... Suyumdan, testimdeki
suyumdan utandım.
Kendini unutup
da, bir velinin aşkına tutulmak ne güzel!… O aşktan
bize haber veren, haberdar olmamıza izin veren
Allah’a hamd olsun
***
Bütün ibadetlerin
amacı Hakk’a kavuşmaktır. Bu açıdan bakıldığında,
ibadetler amaç değil, araçtır. Kimi anlayarak, kimi
anlamayarak; kimi taklitle, kimi alışkanlıkla yapar
ibadetlerini.. Ancak, ibadetler içinde birisi vardır
ki, Hz. Mevlâna’nın ifadesiyle, “onun olduğu yer
yeşerir!” Oraya rahmet iner.
O, taklidi
mümkün olmayan bir ibadettir.
Allah sevgisi…
Allah korkusu…
Allah hasreti…
Hasreti…
Hasret…
Çokça hasret…
Yine hasret…
Gene hasret!
Hasret ibadetidir
o… Alâmeti gözyaşıdır.
Namazın, orucun
taklidi olur da, hasretin, sevginin, gözyaşının
taklidi olabilir mi?!
Olmaz elbet!
Bu ibadetin,
gözyaşının müjdesi, ecri, mükâfatı nedir?
O, bunu hakaret
kabul eder. Ağlayan göz hiç karşılık bekler mi?!
İşte, bu yüzden,
o, belki de en makbul ibadettir ve inşallah müjdesi,
mükâfatı Hak’la vuslattır. Cennet, huri, ilim, bilgi
değil!
Ağlayan göz kalbi
yumuşatır. Ve ancak yumuşak bir kalbin gözü ağlar.
Göz ve kalp beraberdir. Allah kalp
katılığından muhafaza buyursun!
Eğer ki insanın
kalbi katı ise, onun muhteşem beyni ne gibi fikirler
üretir?! Beyin de kalbe bağlanmamış mıdır?
Nerde su varsa,
orda yeşillik vardır, HAYat vardır. Bütün cennet
tasvirleri akarsularla çevrili yeşillikler değil
midir?
“İnsanda
bir organ vardır. Eğer o sağlıklı ise bütün vücut
sağlıklı olur; eğer o bozulursa bütün vücut
bozulur.. Dikkat edin, o kalptir.”
Hz. Muhammed (s.a.v).
(23-06-2009)

387-İş işten geçmeden yanlışları
düzeltmek
Aslolan insandır,
gerisi teferruat…
Her şey insan
içindir, gözünüzün gördüğü, hissettikleriniz…
Bilim ne içindir?
Seçkin insanların
oyun parkı mı?
Varlıklarını
insan beynini daha iyi anlamak yerine uzay
macerasına yatıranların amacı nedir?
Nasıl bu
maceradan “insan için”önermesi çıkartılabilir?
Bilim adına
güçlenen sanayileşmenin her geçen gün doğayı
katletmesi, nasıl insanlığa hizmet olabilir?
Paylaşım, hoşgörü
ve sevgiyle beslenmemiş materyalist anlayışlı bilim;
insanlığın değil, bencilliğin, çıkarın hizmetinde
olduğu anlaşılıyor.
Ne mutlu insanın
kardeşini tasavvuf ışığında okuyabilene…
(27-06-2009)

388-Depresyon ve TMS
Beynimizin
işlevlerinin karmaşıklığı herkes tarafından bilinen
bir gerçektir. Beynimizde yaklaşık 10milyar hücre
aktif haldedir. Beynin çalışmasında ise bu 10 milyar
hücrenin bir biri ile olan ilişkisi 10 milyar x 10
milyar işlem demektir. Oldukça karmaşık gözüken bu
yapıda hücreler arası yorumlar mikro moleküler
biyolojik ajanlarla gerçekleşmektedir. Bu mikro
moleküler ajanlarda oluşan dengesizlikler depresyon,
baş ağrısı gibi bir çok nörolojik ve psikiyatrik
sorunlara sebep olmaktadır.
Depresyon
çağımızın hastalığıdır. Depresyon bir moral
bozukluğundan farklı bir durumdur. Depresyonda uzun
süreli, 2 hafta veya daha fazla depresif duygular
adeta kişiyi esir alır. Depresyon tedavisinde,
psikoterapi, antidepresan ilaçlar, elektrokonvulsif
terapi(EKT) bu üç yöntem etkin olarak
kullanılmaktadır. Son yıllarda adını duymaya
başladığımız diğer bir yöntem Transkranial Manyetik
Stimülasyon (TMS)’dir. TMS basitçe ‘beyni bir
bilgisayar gibi resetleyebilen sistem’ olarak tarif
edilmektedir.
Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz TMS ile ilgili
şunları söylemektedir; ‘TMS ile beyne şok manyetik
uyarılar gönderilir ve beyinin hastalanmadan önceki
sağlam durumuna dönmesi amaçlanır. TMS vurumları,
delektomıknatısların ürettiği manyetik darbeler
neticesinde aynen bir ses ekosu misali hücreleri
baştan başa resetleyerek, moleküler dengesizliği
ortadan kaldırıp, hastalıkları düzeltmektedir.
Korteksin yargılama, karar verme ve planlama
işlemlerinde etkili bölgeleri ile limbik sistemin
duygular ağırlıklı bölgelerini birbirine bağlayan
zincirlerin düzenli çalışması hayatın ahengi için
şarttır. Depresyon, panik atak, OKB ve bipolar
bozukluk durumlarında bu zincirlerdeki ahenksizlik
söz konusudur. Tıpkı bir bilgisayar ağının
resetlenmesi ya da formatlanması (Yeniden
yapılanması) gibi etki gösteren manyetik darbe
uyarımları, bu bölgelerdeki akımları yeniden
yapılandırabilmektedir. Amerikan ilaç ve gıda
dairesi (FDA)
depresyon ve benzeri durumlarda TMS`nin güvenle
kullanılmasına onay vermiştir.’
(01-07-2009)
(Turhan Doğan)

389-Yüreği
Sönen Toplum
Bir
toplumda yüzler birbirine yabancı, bakışlar
sahte, tebessümler sinsi, kalpler birbirinin
sevinç çarpıntılarını duymuyorsa o toplum
sevgiyi yitirmiştir.
Yunus’un
deyimiyle taş misalidir.
“İşidin
ey yarenler, aşk bir güneşe benzer
Aşkı
olmayan gönül, misali taşa benzer.”
Bir
toplumda kimileri zenginlik içerisinde
yüzerken, kimileri evde aç bekleyen
çocuklarına akşam götüreceği bir ekmeğin
parasını dahi bulamamanın acısı içerisinde
kahroluyorsa, o toplum sevgiden yoksundur.
Bir
toplumda insanlar, birbirlerini sömürmek
için diş biliyor ve bunu hissettirmemek için
de karşısındakine yapmacık sevgilerle
gülümsüyorsa, birbirine güvenmiyor ve gece
yatarken kapısını çifter çifter kilitleme
gereği hissediyorsa o toplumun yüreği sönmüş
demektir.
Bir
toplumda kimse kimseyi anlamıyor, birbirinin
acısıyla acılanmıyor, derdiyle dertlenmiyor,
sevinciyle sevinmiyorsa o toplumda sevgi yok
olmuş demektir. Dünyada her şeyi eşrefi
mahlûkat olarak kendisinin emrine sunanı,
yaratılış gayesini unutan toplum...
Önce dost
olmak, bir sevgi ağı kurmak toplumda,
kalpten kalbe. Hiç çözülmeyen, eskimeyen,
oradan buradan esen rüzgârla sallanmayan bir
toplum tesis etmek. Bir şehrin elektrik
telleri gibi sevgi telleri kurmak ve sevgi
akıtmak ki, elektrik gibi, su gibi, bir
dilim ekmek gibi, bir baş kuru soğan gibi.
Kalpleri aydınlatmak ve sevgi telleriyle
bağlamak birbirine...
Yunusçasına sevmek insanları. “Yaratılanı
hoş görmek, yaratılandan ötürü”
“Cümle
yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka
müderris olsa hakikatte asidir.” Diyen
aşığın gözüyle bakmak tüm insanlara.
Böyle
böyle kurulmuş dostluklarla düşmek yollara.
Hz. İbrahim’e su yetiştirme sevdasındaki
karınca gibi. Susuz çöllerde Leylâsını
arayan mecnun gibi. Şirin’e kavuşmak için
dağları delen Ferhat gibi... Düşmek
yollara...
Savaş
alanında son demlerinde “su! su!...” diye
inleyen yaralı asker misali, sevgisiz
kalmanın acısıyla kıvranan topluma çoktandır
aşerdiği âbı hayatı, önce kendimiz
yudumlayarak, sevgi çeşmesinden kana kana
içerek, kalpleri bir sevgi yatağı haline
getirerek taşımak...
“Aşk
gelip bütün eksikler bitince” Mecnun
Leyla’ya, Ferhat Şirin’e karınca Hz.
İbrahim’e kavuşacak. Su bekleyen muzaffer
savaşçı suya... Ve yüreklere serpilen sevgi
tohumları bahar tazeliğiyle fışkıracak,
gönüllerde sevginin kardeşliğin sütunları
dikilecek. Kalpler özgürlüğe koşan atların
ayak sesleri gibi vuracak. Sevgililer
birbirlerini ölümsüz bir sevgiyle sevecek...
Sevgiler
yudumlamakla tükenmeyecek. Sevgiler daim
olunca da ruhlar dirilecek, kalpler
dirilecek, topyekûn bir cemiyet dirilecek,
dirilecek...
Ümmeti
Muhammet yeniden dirilecek.
(04-07-2009)
(Bilal
Atış)
390-Korku
Çocukluk dönemi
boyunca toplum şartlanması altında dolan bellek
bölgesi, korku duygusunu amigdala’ya, duygular
dışında kalan standart bilgileri hipokampus’a
kayıtlar. Haliyle korku, “öğrenilmiş”bir duygudur.
Öğrenmeyen bebek köpekten korkmaz.
Öldükten sonra 3 gün
boyunca canlılığını sürdüren amigdala, kabir
aleminin ilk günlerinde yaşanması muhtemel kabir
azabına destek verir mi, sormak gerek bir Bilene?
Ancak bilinen şu ki,
uçuş-yükseklik korkusunu çocukluk döneminde
amigdala’ya kalın harflerle yazan ya da aklın
gelişimini sağlayan beyin ön bölgesi duyarlı olan
kişi, korkusuyla baş edebilmek için amigdalayı
baskılayan anksiyolitik ilaçla ya da beyin ön
bölgesini güçlendirip dolaylı olarak amigdalayı
baskılayacak bir başka ilaçla uçabilir. Ya da
uçakta, amigdala etkinliği artışı sonucunda boşalımı
“tavana vuran” hipotalamusun sempatik deşarjı sonucu
kalp damarları kasılarak kalp krizi geçirecektir.
Korku; gene de
“şahsına münhasır” beynin bir özelliğidir. Genelleme
hatadır. Tek gerçek, şartlanmanın amigdala’yı
“doldurduğudur”. Dolan amigdalayı sadece akıl
özelliğimizi kazandıran beyin ön bölgesi
durdurabilir.
“Empty amygdala,
full prefrontal cortex” temennisiyle…
(09-07-2009)
(Dr.
Güçlü Ildız)
39 1-Ezbercilik
Sadece ezbercilik gibi bir niteliğe sahip
olmak, yakın dönemin değil, bütün dönemlerin kötü
alışkanlıklarından biridir.
Hepimiz ezbercinin kimliğini biliyoruz.
Önemli bir bilgiyi deşifre etmek maalesef bu
niteliği ön plânda tutanın yapacağı bir şey değil.
Ezberin
çoğunlukla zararlı olduğu, kişiyi bir teyp konumuna
getirdiği muhakkak.
Ama insanoğluna dünyada olduğu gibi, ölüm ötesinde
de birçok yararı olduğu bir gerçek.
Bu
hususu dikkate almak zorundayız.
Tavırlar, pozisyonlar hemen herkes tarafından
izleniyor. Bütün bunları belleğe kaydetmek de bir
marifet aslında.
Ayrıca, ölüm ötesi yaşamda, mevta için okunacak bir
“Fatiha veya diğer bir surenin” ona ruhaniyetini
güçlendirme yönünden önemli katkısı var.
Bu noktada akla şöyle bir soru takılıyor:
İnsanlar, eskiden neden kutsal kitapları
ezberlerlerdi?
“Üzerine yazı yazılacak kâğıtların kıt
olması” nedeniyle değil herhalde.
Nitekim Kur-an'ın yazılması sırasında ezberi
kuvvetli olanların büyük yardımı olmuştu.
Öyle ki, Efendimiz (s.a.v), gelen
vahyi ‘sahabelere aktardığında’ onların da uzun
sureleri bir anda hıfz ettiği görüldü.
Dikkatinizi çekmek isterim; Efendimizin
(s.a.v) vahiy kâtiplerinden biri de Hz. Ali
idi.
Cemiyet hayatımızda dini bütün bireyler
çocuklarını yaz tatilinde Kur’an kurslarına
gönderiyor. Kurslarda Arapça dil bilgisi
öğretilmesinin yanı sıra, küçük çapta bazı
metinlerin de ezberletilmesi söz konusu.
Ancak bunun yanında anlamı hakkında bilgilerin
verilmesi de gerekiyor.
Bütün bu hususlar dikkate alındığında,
‘Ezberciliğe’ eleştiri mahiyetinde, “boşa
harcanan bir enerji” şeklinde yaklaşım yapmak
haksızlık olur.
Ancak Kur’an’ı yorumlamak olağanüstü yetenek
ister. Bunun için bir değil, birkaç sezon, hatta bir
ömrün harcanması gerekir.
Ama okumak/ezberlemek de çok önemli.
Bu
husus ise bahsettiğimiz şekilde hafızanın gelişmesi
ile yakından ilgili.
(14-07-2009)
(Barış Yelkenci)
392-Dem
bu dem!
Ne var gülbank-i tevhide cevabım bir hu’dan gayri
Hayatına sebep yok (küllü şey’in) bir sudan gayri
Âşık Seyranî
İnsanın
“Allah’ım, niye beni de peygamber olarak yaratmadın?
O da insan, ben de insanım. O da kulun, ben de
kulunum” türü sualleri ve hayıflanmaları boşunadır.
Böyle hiçbir maksada erişilemeyeceğinden, bununla
kafayı yormak boş bir uğraş, boş bir gayrettir.
Şimdi desek ki:
“Yarabbi! Resulullah’ı (sav) çok seviyorum. Neden,
ama neden ben Fatıma (r.a) olmadım?” Neye yarar?
Olur muyuz ki Fatıma?! Veya yine: “Ah! Ah! Niye asrı
saadette doğmadım? Niye O’nu (sav) görmedim?” diye
dizini dövmenin, gam çekmenin insana bir yararı
yoktur. İnsan bu nefeste bulmak zorundadır
aradığını... Dün geçmiştir ve yarın da meçhuldür!
AN bu an! Gün
bugün! Dem bu dem!
Aynı biçimde
“niye kiminin elinden mürşid tutuyor da kiminden
tutmuyor? Biz kul değil miyiz?” demek “niye ben
peygamber değilim?” demekle aynıdır.
Niye Çin’de doğup
budist olduysa “Chong” adlı bir çocuk, niye
Afrika’da doğduysa ve animizmi görüp animist olduysa
“Gobir”, aynı sebeple Suriye’de doğup müslüman oldu
“Hüsamettin”... Ve yine aynı sebepten mürşidi de var
onun... Ve aynı sebep hiçbir yerde bir mürşid
buldurmadı “Nizamettin”e...
Sebep, aynı
sebep!
Puta tapıcı niye
taptıysa puta ve güneşe tapan niye taptıysa hidrojen
topuna, ben de aynı sebepten tapıyorum taptığıma!
Aynı sebepten buldum bulduğumu ve bulamadım aynı
sebepten aradığımı, ama aradım durdum aynı
sebeple...
Niye küfür var ve
hem de iman var?! Niye ben O değilim? Niye bana şu
verilmedi? Niye ben seçilmedim? Bu soruların bir tek
anlamı vardır: “Ben zıtları cem edemedim!”
Zıtları cem eden için öteki - beriki kalmadığından
“Niye?” diye bir soru da kalmaz, sanırım.....
“Niye?” demeyip
mutluluğun formülünü bulmak lazım. Amâk-ı Hayâl’de
mutluluğun formülü şöyle ifade edilir:
Mutluluk,
hayatı olduğu gibi kabul etmektir.
(Yaz yazdır, kış
kıştır; elma elmadır, armut armuttur - Hakikât)
Eskaline rıza
göstermektir.
(Kendini olduğun
gibi kabul etmek ve imkân ölçüsünde gayret etmek -
Tarikat)
Islahına say
etmektir
(Hatalarını,
yanlışlarını, yamuklarını düzeltmektir - Şeriat)
Bu formülü veren
kimdir?
Sizce kim
olabilir?!
“Allah (cin ve
ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı.
Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur,
kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de
isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki:
Kalem, Allah Teâla’nın ilmi hususunda kurumuştur.”
Hadis-i Şerif
Okuma:
http://www.sufizmveinsan.com/aksam/risaleimeryem.html
(19-07-2009)
(Meryem
Irmak)
393-Bu
ülkede sigara yasağı
gerçekten var mı?
Gözüme ilişti. Sigara yasağı ile basından alıntı
yaptığım şu satırları sizlere yansıtmadan
geçemeyeceğim.
Deniyor ki;
”…… kapalı alan sigara yasağı ile ilgili olarak
binlerce işletme, bir yığın masrafa girerek,
tiryakiler için açık alanlarda, bahçelerde,
teraslarda sigara içme bölümleri yaptırdı. Ancak
yeni bir genelge ile ortaya çıktı ki yapılan tüm bu
sigara içme bölümleri yasağa aykırı.
Çünkü genelge, yağmurdan korunmak üzere tenteye
ve hatta şemsiyeye bile izin vermiyor.”
Sanki daha öncesinde (19 Temmuz öncesi) kapalı
alanlarda sigara yasağına uyan varmış gibi
kabullenip, bu kararları eleştirmek, cidden
şaşırtıcı geliyor.
Tenakuzlarla dolu bir durum var ortada.
Çünkü gördüğüm kadarı ile yaşadığım kentte
Galeria'nın dışında kalan bütün AVM
merkezlerinde fosur fosur sigara içilmesine göz
yumuluyor, şikâyetler dikkate bile alınmıyordu.
Kanun hatırlatıldığında verilen cevap ise şuydu;
“Ne yapalım kiramız çok yüksek, içilmesine karşı
çıkmıyoruz.”
Haklıydılar, ne kanunu uygulayacak bir merci, nede
itiraz eden vardı.
Benim gibilerin itirazının sonucu dayak yemekti.
İnsanların kurallara uyma zorunluluğu o denli işe
yaramaz bir durumdayken, bu ülkede böylesine
çelişkili durumlar yaşamak her zaman ön planda yer
alır.
Ben bütün bu faktörleri dikkate alarak ciddi ciddi
soruyorum;
Hakikaten ülkemizde sigara yasağı var mı?
Şimdi bunu görmek yaşamak istiyorum.
İşte o zaman artık bu ülke değişebiliyor
diyebileceğim.
(21-07-2009)
(Barış
Yelkenci)
394-Kuşku
İnsanoğlunun
bilim tecrübesinde akıl kadar önemli bir yere sahip
iki özelliği daha vardır: Merak ve kuşku.
Eğer bazı insanlarda etrafa karşı, olup bitene karşı
yüksek düzeyde bir merak olmasa idi araştırma
gayreti ve zahmeti içine girmezlerdi. Merak edip bir
takım bulgular elde etseler fakat o bulgulardan
kuşkulanmayıp öylece kabul edip yetinselerdi, bu
defa da merakın devamı gelmezdi. O zaman da bilimde
ilerleme olmazdı. Dolayısıyla merak ve kuşkunun
birlikteliği çok önemlidir. Bilgi aklın olduğu kadar
merak ve kuşkunun çocuğudur. Hem de öz çocuğudur.
Öyleyse, iyi bir bilim adamı olmak için meraklı ve
kuşkucu olmak şarttır. Elbetteki burada sözü edilen
“hastalıklı” bir merak ve kuşku değildir. Ancak yine
de kuşku kuşkudur.
Şeriat dairesinde akla, düşünmeye, araştırmaya davet
edilen insan, böylece, bir anlamda meraka ve kuşkuya
davet edilmiştir. Ancak itikadın belirli bir
merhalesinden sonra insandan beklenen kuşkuyu
atmasıdır. İşte, burası bilim ile itikadın ayrıldığı
noktadır.
Kâmil iman kuşku
kabul etmez.
Bilim ise
kuşku’suz ilerleyemez.
Matematik diliyle
bu iki kümenin kesişimi boş kümedir. Kuşkuyu aşmakla
kuşkuda kalmak nerede buluşabilir ki?!
Bir bilim adamının kuşku duyması kaçınılmazdır. O
eldeki her veriden “acaba öyle mi, ya değilse?”
kabilinden şüphe etmek zorundadır. Bu şüphe
bittiğinde bilim de biter. Fakat bilginin sonu
olmadığına göre bilimsel şüphenin de sonu
gelmeyecektir ve de gelmemelidir.
Bir aşıktan ise beklenen sadakatle teslimiyettir.
Aşık adayı, kuşku duyuyor mu diye test edilir, ancak
testi geçerse ona “sıddîk” unvanı verilir. Nitekim,
Hz. Ebubekir müşriklerin alaycı bir şekilde “Senin
adamın dün gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp
tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?”
sorusuna hiç düşünmeden, bilimsel bir araştırmaya
girişmeden “O dediyse doğrudur” cevabını
veriyor, kuşku duymadığını ispatlıyor.
Aşk ve sadakat söz konusu ise, bütün mesele kuşku
duymak veya duymamaktır! Hâl böyle diye, “bir bilim
adamı asla derviş olamaz” gibi bir genelleme yapmak
doğru değildir. Fakat dervişlik ile bilim adamlığı o
kadar farklı iki psikoloji istiyor ki, az da olsa
varsa, bu ikisini cem edip derviş olan bilim
adamlarının ya da bilim adamı olan dervişlerin elini
öpmek lazım!
Okuma:
“Genetik
konusunda tüm bilinenler çökebilir!”
http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx
aType=SonDakika&KategoriID=17&ArticleID=
1118529&Date=17.07.2009&b=Bilim%20dunyasini%20sarsan%20gelisme
(Şahsen genetikle ilgili bilinenlerin kolaylıkla
çökebileceğine inanmıyorum. Ancak bilimde KUŞKUnun
esas olması gerektiğine ve günün bilimsel
TEORİlerine göre Kur’an ayetlerini açıklamanın büyük
riskler taşıdığına güzel bir örnek! Çünkü bir teori
değiştiğinde veya tümden çöktüğünde otomatikman
sizin din yorumunuz da değişmiş ya da çökmüş
olacaktır.)
(24-07-2009)
(Meryem
Irmak)
395-Sitem
İnsanoğlu kendi
kurduğu dünyasında, evrensel gerçeklikten çok
uzaklarda yaşamını sürdürüyor. Yaşadığı yörenin
şartlanmalarıyla oluşturduğu değer yargıları
doğrultusunda yaşamına yön veriyor. McFadden, Bohm,
Pribram, Wolf gibi bilim insanlarının “evrensel
değer” eserleri sadece elit düzeyde anlam kazanıyor.
Değer yargıları bireysel çıkarlar doğrultusunda
geliştirilen insanlara, gerçeklerle uğraşmak zor
geliyor. Çünkü gerçek, tüm sorumluluğu insanın
kucağına bırakıveriyor.
1400 yıl önce ulaştığı
olağanüstü beyin algılama özellikleriyle evrensel
gerçeği insanlığa sunan Hz. Muhammed’in öğretisi,
günümüze kadar toplumsal şartlanmaların gölgesinde,
özünden saptırılmış bir biçimde, karmaşık değer
yargılarıyla sözde uygulanıyor. Temel söylemi olan
“la ilahe, illa Allah” sözcükleri bile tanrısallığa
atfediliyor. Oysa ki “yok tanrı, sadece Allah”,
günümüzde kuantum fiziğinin holografik evrensel
bakışıyla tamamen örtüşüyor. Son 100 yıl içinde,
gökte oturan ve memnun edilmesi gereken bir tanrı
olmadığını ispatlayan bilimsel yaklaşım, tanrı
olgusuyla şartlanmış muhafazakar toplumlarda hakaret
olarak karşılanıyor. Şartlanmalardan oluşan değer
yargılarıyla dünyaya bakan ve değişime karşı direnç
gösteren toplumların içine düştüğü geri kalmış ya da
“gelişmekte olan” durum, tanrı anlayışını bir kenara
iten ve kendi öz bilincine inanan gelişmiş
toplumların gölgesinde kalıyor.
Tanrı anlayışından
sıyrılıp gerçek Hz Muhammed öğretisi ve kuantum
kuramı doğrultusunda “bilmeden”özündeki Evrensel
Tek’den güç alarak yaşamına yön veren toplumlar,
bilim ve teknoloji açısından “yarattıkları dinlerine
inanan” toplumlara fark atmış durumdadırlar.
Özde değil sözde
inançların oluşturduğu mantıksız uygulamalardan
etkilenen aydınsılar; gerçeği sorgulamak yerine
gördükleri sözde uygulamalardan etkilenerek
şartlanmışlar, gerçeğin dünya üzerindeki en büyük
açıklayıcısına sırt dönmüşlerdir. Oluşan bu iki
başlı karşıt şartlanmalar sonucu gelişen
kamplaşmalar, toplumların gerçeklerden
perdelenmesini daha da arttırarak “gelişmekte olan
ülke” sınıflandırmasına maruz bırakmıştır.
Ne eylerse güzel
eyleyene bağlılık bilincini bırakmadan sarf edilen
bu sözler Sevgiliye bir sitemdir. Gelişmekte
oluşumun kabulünü kolaylaştır ya Rabbim.
(21-07-2009)
(Barış
Yelkenci)
396-Gazze Sularına Düşen Hüzün
Çocukluğumun fırtına misali geçtiği o deniz şehrinde
yakamozlar düşerdi karanlık gecenin sularına. Kıyıya
vuran dalgaların sesi, hafif ve dinlendirici bir
müziğin ezgilerini katardı geceye. Ben bir bankta
oturur, hep uzaktaki sevgiliyi bekler, onu engin
maviliklerde tahayyül ederdim. Geceler ve
yalnızlıktı, düşlerimin vazgeçilmez arkadaşları. Hep
sınırları zorlayarak yaşadım hayatımdaki ilk
adımları. Ve yine hayatın sınırlarını zorladığım o
gece buldum aşkı. Özlemimi sonlandırarak gittim
peşinden. Yüzyıllardır yok edilişinin acısını çeken
ve ona direnen ülkemdi aşk. Yarınların sınırsız ve
sınıfsız olma idealiydi aynı zamanda. Onun
kollarında yaktım zamanı. Bu aşkta tutuşsun istedim
zorbalık..
Ülkem sendin sevgili.. Sen diye sevdim her şeyi..
Yaşadığımız her anın sahibiydin. Gözlerimi kapatıp
seni düşlerimde tahayyül ettiğimde yeni günlerdi,
doğumunu önceden müjdeleyen.. Sendin baharı getiren
ülkemin güzel dağlarına.. Seninle çiçeklenirken doğa
ben de o sevince eşlik ederdim. Geceler ürkütücü
gelse de kimi zaman, duvarların ardındaki bahara
koşardım üşenmeden. Seni fısıldarken yarınlarıma,
bahara ve umuda ve de sevgiye köprü olurdun.
Ümitlerim ve senden bir bütün oluşturur,
yerleştirirdim tarihin sayfalarına.
Sen şimdi içimde, sen şimdi her yanımda olan
sevgili. Yokluk diye bir şey yok aslında, sen an’da
varsın, tam ortasında. Zamanın kadranı seninledir.
Düşlerimin güzeli sevgilim, seni beklerim. Ülkem,
senin kokunla dolar. Çileli zamanların, kahredici
sıkkınlığından sıyırırım düşlerimi. Hükmü kalmaz,
gelemeyecek olmanın..
Sen,
sadece
sen değilsin,
ben de yaşayan.
Bir soluksun…
Labirentin ortasında
yönümün ışığısın
Karanlık dehlizlerin
duvarlarından sızan..
Ve bir pistonsun
Sevgili,
her geri adımda
beni ileri taşıyan..
Sınırları zorlamaksa yaşam, ülkemi sevmek sınırların
ötesiydi. Sana ülkem diyebilmek ve seni sevmek gibi.
Herkes kendi umutlarının, sevdalarının yaratıcısı
olur. Ben de kendi düşlerimin yılmaz yolcusu
olurum.. Gerisinin bir düş olmasının ne önemi var..
Yeryüzünde sevgiyle yeşerecek topraklar en çok bizim
özgürlüğe susamış ülkemizde var.
(05-08-2009)
(Tabip
Dr. Mevlüt Katırcı)
397-Seçim
Gündelik yaşamda seçimle ilgili,
algılama düzeyine katkıda bulunacağını
düşündüğüm bir örnek vermek istiyorum
sizlere. Yeter ki iyi anlaşılsın,
sonuçta verebileceğimiz manayı destekler
mahiyette olsun.
Diyelim ki transfer ayı. Takıma bir
transfer yapılmak isteniyor.
Çok
meşhur biri de olsa, hangi ülkede
yaşarsa yaşasın, önce kısa sürede
transfer olduğu ülkeye intibak sağlayıp
sağlayamayacağı dikkate alınmalı ve akla
hemen, bu ülkenin başka takımlarında,
özellikle de transfer olduğu kulüpte bir
başka oyuncunun yada vatandaşının
bulunabileceği akla getirilmelidir.
Zira
aynı gelenek, görenek ve adetlerini
paylaşabileceği kimselerin olması,
performansını, haliyle takımını olumlu
yönde etkileyebilecektir.
Diğer
taraftan, seçilecek sporcunun
oynadığı son maçların çıplak gözle
seyredilmesi, sakatlık durumları, takımı
ile uyumu, kişiliği, yani asabi olup
olmadığının kontrolü, bunun yanı sıra
oynadığı mevkide veya başka bir yerde,
istenen yetenekleri karşılayıp
karşılayamayacağı, rakibin gücü, oyun
kurgusu, üzerine gidildiğinde bilinçli
hareket edip etmediği, takımının ve
rakip takımın kalitesi gibi bütün
faktörleri dikkate almak ve bunun
akabinde transfer olacağı takıma
katkısının olabileceğine karar vermek,
en önemlisi; çok güçlü, şöhretli isimler
karşısında neler yapabileceğini de
kestirmek, bir anlamda dikkate almak
gerekir.
Anlaşılacağı üzere bu iş biraz da
basirete dayanır.
Bu
ayrıntılara özen gösterilmiş ve buna
göre kabullenilmiş, transferi
yapılmış-seçilmiş bir futbolcu başarılı
olur.
Bu
gözlemde en yetkili kişi, hiç kuşkusuz,
dünya standartlarında oyuncuları
yakından bilen ve takip eden biri olarak
teknik direktörlerdir.
Şurası kesin ki, oyunu okuyanın seçtiği,
yapmış olduğu bir transfer, bir
rastlantı değil, son derece bilinçli ve
faydalıdır. Esasen hayat da böyledir.
Bir
paradigma ile detaylarını yansıttığım bu
seçim işlevine başka yerlerde, özellikle
“eş ve işe alınacak eleman seçimi,
arkadaş, komşu seçimi gibi olanlarını
da” katmak mümkün.
Ancak önemli bulunmakla birlikte söz
konusu ayrıntıları burada tekrar etmek
istemiyorum. Konuyu boğacağı için
okur’un keyfince bir öz eleştiri
yapmasını ve buna göre düşünmesini
istiyorum.
(08-08-2009)
(Barış
Yelkenci)
398-Başarı
Mücadeleden Gelir
Hayat devamlı
olarak sürüp giden çok çetin bir mücadeleden
ibarettir. İnsan doğduğu andan son nefesini
verinceye kadar bütün zorluklarına, yoksulluklarına,
acılarına rağmen yaşam arzusuyla doludur. Sefalet ve
hastalık ve daha akla gelmeyen bir sürü derde rağmen
insan daha iyi yarınlardan ümidini kesmez. En ağır
şekilde hasta olanlar şifaya, en sefil bir hale
düşenler bir gün rahata kavuşacaklarına olan
ümitlerini yitirmezler. Hayatı çetin bir mücadele
olarak kabul edince insanların bu ümitlerini tabii
karşılamak gerekir. Aksi takdirde en küçük bir
felakete uğrayıp da ümidini kaybeden bir kimsenin
hayattan bir beklediği kalmaz. Dolayısıyla yaşam bu
kişinin gözünde değerini yitirir.
Yaratılış
itibariyle zayıf, kabiliyetsiz, korkak ve karasız
kişiler her zaman hiçbir şey yapmamak tehlikesiyle
karşı karşıya bulunurlar. İşin kötü tarafı cesur,
çalışkan, kararlı, bilgili kimseler çalışmaları
atılganlıkları sayesinde muvaffak olurlar: Bunlar
hayatta en iyi yerleri ele geçirebilirken onlar bir
köşeye itilirler ve hayatın çok gerisinde kalırlar
bu duruma düşünce de büsbütün maneviyatları bozulur
ve hayata karşı küskün bir tavır takınırlar.
Hayat; görevini
gayet iyi yapan bir elek gibidir. Bu elek kalburu
içine düşen insanlar bir bir elden geçer, küçükler
zayıflar dökülürken iri ve kuvvetli olanlar kalburun
üstünde kalırlar. Dünyaya gelip de bu hayat
kalburundan geçmemeye, onun dışında kalmaya imkân ve
ihtimal yoktur. Bu bakımdan hayatta hiçbir başarı
sağlayamayan kimselerin kabahati sadece kaderin kötü
cilvelerinde bulmaları gerçekten yanlış ve
yersizdir. Hele içinde yaşadığımız çağda mücadele
göstermeden başarıya ulaşabilmeyi ümit etmek
kelimenin tam manasıyla saflık olacaktır. Muhakkak
ki, insanların başarıya ulaşmalarında müspet ve
müsait şartlar, yerinde tesadüfler vardır. Fakat
bunlar birer istisna teşkil ederler.
Tevafuk başarı
yolunda asla kaide teşkil etmez. Hem sonra şunu da
unutmamak lazımdır ki, beceriksiz, tembel çekingen
insanların önlerine böyle fırsatlar çıksa da
bunlardan istifade etmeleri neredeyse imkânsızdır.
Tedbirlerde kusur edenler sonra dönüp suçu kadere
yüklerler. Genel kaide herkesin kendi durumunu kendi
muvaffakiyetini kendi gayretiyle tesis etmesidir.
Başarıya ulaşıldığı takdirde sevabı o kişinin,
muvaffak olunmazsa zararı yine o kişinin üzerine
olacaktır. Bunun için dişini sıkmak, zorluklara
cesaretle karşı koymak kendi kabiliyetini
değerlendirmek ve onları harekete geçirmek
gerekmektedir. Hiçbir zaman engellerden korkmamalı,
bu engellere doğrudan doğruya cepheden taarruz etmek
mümkün olmadığı takdirde onları yandan kuşatıp
yenmeye çalışmalıdır. Allah kulunun gayretlerini
zayi etmeyecektir.
Selametle
efendim…
(13-08-2009)
(Bilal
Atış)

399-Akıl Gelişiminin Sağlanması
Öncelikli hedef
“idrak” olmalıdır. Kişi, akıl zafiyeti olduğu idrakını kabul etmeli ve sorumluluğu kendi üzerine
almalıdır. Bu, motivasyon(güdülenme) için
gereklidir. Çünkü akıl, uzun süreli motivasyonu
sağlamaya yeterli olamaz. Olsaydı, zafiyeti olmazdı.
Uzun süreli motivasyonu sağlamak için ön koşul
“inanç”tır. Aklın gelişimine inancı olan, aklın
zafiyet ölçüsüyle başa çıkabilir ve uzun soluklu
motivasyonu sağlayabilir.
Hedef belirlenmeli, karar verilmeli ve sonuna kadar
verilen karar sorgulanmadan uyulmalıdır.
Kısaca önce idrak etmek ya da farkındalığı
arttırmak, sonra inanmak ve ardından motive olmak.
Bilimsel veriler, beyin ön bölge hücre sayısını
artırabilmenin olanaksız olduğunu bildirmekle
birlikte bu hücreleri birbirine bağlayan ağ sistemi
artışının akıl özellikleri üzerindeki olumlu
etkilerini kabul ediyor. Ağ sistemi gelişimini
sağlamak için “değişmek” ya da “yenilenmek”
gereklidir. Değişebilen her özellik yeni bağlantı
sistemleri kurarak akıl gelişimini sağlayacaktır.
Değişim için öncelikle sorgulamak gerekir. Çünkü
aklın zayıf olmasını sağlayan neden, o ana kadar
sürdürülen “yaşam biçimi” dir. Değişmesi gereken de
o”dur.
Gidilen yol yanlış; değişmeli, değişim göstermeli!
Değişebilmek için öncelikle bağımlılıklardan
kurtulmak gerekir. Nelere bağımlısınız?
Vazgeçemeyeceğiniz şeylerin listesini çıkartarak
başlayan. Kolaydan zora doğru.
Önce beslenme; beynin düşmanlarında kurtulun.
1.Meyve hariç şekerli her şey; 2.beyaz unlu tüm
ürünler, ekmek ve makarna dahil. Doğal olmayan tüm
besin ürünlerinden kurtulmaya çalışın. Sofranızdan,
üzerine limon sıkılmış yeşilliği eksik etmeyin.
Yağlar iyidir. Çünkü doğaldır. Zeytinyağını her
yemekte kullanabilirsiniz. Süt yerine ürünlerini
tercih edin. Yoğurdu fazla değil kararınca yiyin.
Uyku veren, uyuşturan besinlerden(sarımsak, soğan
vb.) uzak durun. Beyin gelişimine katkısı olan doğal
beslenme desteklerini kullanın.
Sonra; düzenli spor, her gün 1 saatlik yürüyüşle
başlayıp tempo ve süreyi zaman içinde arttırın. Masa
tenisi beyin gelişimine en çok katkıda bulunan
spordur. “Spor beyni parlatır.”
Evinizde bulunan tüm plastik ürünlerden bir an önce
kurtulun. Tahta ya da porselen gibi doğal ürünlerle
değiştirin. Alışverişte ipten örülmüş file kullanın.
Çevrenizi genişletin. Farklı düşüncedeki insanlarla
birlikte olun. Hiç okumadığınız bir gazeteyi okumaya
başlayın. Her gün farklı yollardan işinize gidin.
Farklı koltuklara oturun. Farklı giyinmeyi deneyin.
Tuttuğunuz takımı değiştirin. Bir süre sonra farklı
spor dalıyla ilgilenin.
Size çok ters gelse bile hemen tepki vermeyin.
Kendinizi onun yerine koyun.
Hiç bilmediğiniz bir konu üzeri nde
araştırma yapın. Dünyanın en büyük kitaplığı olan
interneti kullanın. Konu üzerinde yazı yazın,
tartışın.
Değişim hakkında kitaplar okuyun.
Yaşam tarzınızı belirleyen toplumsal yargıları
sorgulamadan, aklınıza yatmadan kabul etmeyin. Kabul
ettikten sonra bile sorgu
kapısını
aralık bırakın.
Anne ve babamdan aldığım
bilgileri aklım yatıncaya kadar sorgulayacağım.
Gazali
(16-08-2009)
(Dr. Güçlü Ildız)

|