Günün Yorumu

401-Yanlış nerede?

Nedense insanoğlu, tanrının karanlık ışığından kendini bir türlü ayıramamış, iyiliği ve var kabul ettiği tüm güzellikleri ona mal etme becerisini göstermiş, ancak bir türlü ‘Ben neyi yanlış yapıyorum, neden doğruyu bulamıyorum?’ diye düşünememiştir. Manzara ne kadar iç burkucu öyle değil mi?

Evet, siz gerçekten böyle düşünüyor, kafanıza monte edilen gerçek dışılık atmosferiyle sersemleşmiş bir halde hâlâ Tanrıya inanmakta, onu sevmekte devam ediyorsanız, onun sevgisi ile uç noktaları yakalamayı, daha yüksek yerlere tırmanmayı plânlıyorsanız hâlâ kendi hevanıza hizmet etmeye, hayalinizin kulu olmaya devam ediyorsunuz demektir.
O, bir put seyirliğine dönüşmüşken başka şeylerin sözünü etmeye bile değmez!
Ne var ki genellemenin hali budur.
Şayet tanrısız yaşamaya adım atmayı denediyseniz, bu sefer mutlak varlığı özünüzde bulacak ve ‘Sen hiçbir şey değilsin’ benim kayıtsız ve şartsız kabul ettiğim, ‘Ben’liğimde’ olandır, diye haykırabilecek ve onun için ‘olmazsa, olmaz’ demeyeceksiniz.
Bunun sebebi de şudur: Korkularımızı, kırgınlıklarımızı, kıskançlıklarımızı, hayatımızı berbat eden tüm düşüncelerimizi meydana getirmiyor ki ona yönelip af dileyelim.
Ayrıca, bizleri sevgi, şefkat ve merhametle kucaklayıp bağrına basmış da değil. Neden ona bir şükran borcumuz olsun?
Şimdi soruyorum!
Evrenin, sonsuz/sınırsız oluşu, güzelliği, mükemmelliği tanrıya ait değilken, özümüzle niçin barışık bir halde yaşamıyor, kutsal kitapta anlatıldığı, Allah Resulü’nün işaret ettiği şekilde mutlak yaratıcının tüm veçhelerini kabul edemiyoruz?
Özümüzle bütünleşmek uğruna bu formülü neden uygulayamıyoruz?
Bellek kapasitesini tümüyle yitirmiş bir toplum derekesine düşmek ne kadar acı!
Tarih boyu toplumlar tanrıları ile yaşamayı prensip edinmişler. Bu bir gerçek, ancak bunun ne getirdiği önemli.  Örneğin; Hititler çok tanrılıydılar. O kadar çok tanrıları vardı ki onlara 'bin tanrılı halk', ülkelerine de 'bin Tanrılı ülke' adı veriliyordu. Bugün ne o toplumlar/ne prensipleri /ne de tanrıları var. Ama Özümüzde Baki olan Allah, ezelden ebede her an için mevcut. 
Benim bir türlü anlayamadığım şey, ırk/din/dil farkı olmaksızın hemen hemen bütün dünyanın bu tanrı saçmalıklarına ne kadar önem verdiği.
Bunun Mehdi (a.s)’a kadar süreceğini düşünmekteyim.
Haksız mıyım?

(24-08-2009)

(Barış Yelkenci)

402-İnancın kimyası

Her ne kadar hala pseudo ilaç etkinin bilimsel olarak açıklanamayan konulardan birini teşkil etsede, tıpta herşeyin bir biyokimyasal çözümü olması gerekir. Vücudumuzda meydana gelen aksaklıklar bazı kimyasal düzensizliklerin yansıması olabilir. Bu hastalıkların teşhis yöntemlerinden biridir.

Bununla birlikte sağlam bir vücudu daha sağlam kuvvetli yapmak için değişik kimyasallar mevcuttur. Bunların çoğu doping kapsamına alınmış sporcuların kullanması yasaklanmıştır. Örneğin steroidler kas gücünü artırarak bir sporcuya normalin çok üstünde bir performans göstermesini sağlar. Bu durumda alınan ilaçlar kasların yapısına, sentezlenmesine vs, tesir ederek biyokimyasal bir etki gösterir.

Yeni yapılan bir çalışmada ise(*), geliştirilen bir ilaç ile vücudu bir nevi kandırıp, vücudun çok egzersiz yaptığına inandırıp kas gelişimi sağlanmaktadır. Diğer bir ifade ile, alınan ilaçla koşucu, koşmadığı halde vücudu sanki koşmuş gibidir.

Fareler üzerinde yapılan deneyler hayret verici biçimde, bu ilaçlar verilen farelerin hiç koşmasalarda, koşucu fare olsalarda sanki koşmuşcasına performanslarının oldukça artığı gözlemlenmiştir.

Böyle bir ilacın geliştirilmiş olması her ne kadar insanı bazı hastalıkların tedavisinde umutlandırsada kaygılar daha çok bu tarz ilacın doping ve diğer amaçlı kötü kullanımı yönündedir.

Obezite hastalığı ile mücadele eden insanlar içinde tedavide kullanılabilecek bir ilaç gibi gözükmektedir. Hareket kabiliyeti az olan obez kişi örneğin 1000m yüreyecektir fakat ilaç ile 1500m yürümüş gibi olacaktır. Bir sonraki sefer 1500m yürüyebilecek ve performansı hızla artarak daha kısa sürede aktif hale gelerek kilolarından kurtulması mümkün olabilecektir.

Bir ilaç ile bir canlının yapmadığı bir işi yapmış gibi bedenine yansıtması oldukça şaşırtıcıdır. Madde ve bilincin etileşimine de ilginç bir örnektir.

(*)http://www.world-science.net/othernews/080731_ppard.htm

(28-08-2009)

(Dr. Turhan Doğan)

403-Akıl ve İman

"Tasavvuf; gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir. (Ma'ruf El-Kerhî-İslam Alimleri Ansiklopedisi)
Tasavvuf uygulamalarında yoğun ibadetler göze çarpar. 5 vakitte toplam 17 rekat farz olan namaz, mutasavvuflarda günde 1000 adeti geçebilir. Mutasavvuf, oruç tutmak için ramazan ayını ya da 3 ayları beklemez. Oruç süreleri bir günü taşarak, bağlamalı oruç ile 2 hatta 3 gün sürer. Zikir, günlük hayatın parçası olup sürekli uygulanır haldedir. Hz Muhammed; yılın 3 ayını, her pazartesi ve perşembe gününü ve diğer kimi özel günleri oruçlu geçirirmiş. Bu süre, yılın yarısına denk geliyor.
Gün içinde oruç tutmak gibi kısa süreli açlık durumlarında beyin, depo ettiği şeker ile birlikte laktik asiti kullanır. Şekersiz kaldığında ise ana yakıtını, yağlardan gelen keton cisimlerini kullanır.
1. Açlık durumunda mideden ve pankreastan iştah açıcı özelliği olan ghrelin hormonu salınır. Bu hormon beyinde, hipotalamustan da salınarak beyin hücrelerini koruyucu (nörotropik) etki gösterir.
2. Hipotalamus’ta serbest radikallerin birikimini önler.
3. Beyin ön bölge işlevleri güçlendirir, çevreye uyumu ve öğrenme gücünü arttırır.
4. Ghrelin verilen deney hayvanlarının depresyon gibi beyinden kaynaklı kimi hastalıklara karşı direnç geliştiği bildirilmiştir.
5.Mideden ve pankreastan salınan ghrelin hormonu, açlıkta beyine geçerek etkisini gösterir.
6 . Ve, açlık durumunda beyin hücrelerinin plastisite (hücreler arası yeni bağlantıların oluşması) özelliği artar.
7. Görüldüğü üzere orucun beyin üzerine koruyucu ve geliştirici etkileri vardır.

Karnının doyduğunu düşünenin aklı her zaman aç kalır. Çin Atasözü

(01-09-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

404-Görüntüye aldanmak

Yaz tatilindeyiz. Ağır yazılarla okuru bunaltmak niyetinde değiliz.

Ancak, değinmeden geçemeyeceğimiz bazı konular da olmuyor değil.

Bunları da yazmak gerekiyor.

Kantarın topuzunu kaçırmadan, kinayede bulunmadan, yapıcı eleştiriler getirerek…

Vurgulamak istediğimiz konu, kıskançlık!

Şöyle soralım: Kim yetenekleri olduğu halde, kendinden üstün olan birini kabul eder, bunu yürekten dile getirir?

Kolay kolay kimse!...

Beşeriyeti katılaşmış birinde doğal olarak böyle bir arzu olamaz. Bu şartları yaşayan kimse, gönlündeki yerini bir başkası ile paylaşmaya razı değildir. Ve bu hal giderek artmaya devam edip içinden çıkılmaz bir hal alır.

Çünkü kişinin egosu buna mani olur.

Kendinizi böyle bir bahsin içinde bulun, ne demek istediğimi daha iyi algılayacaksınız.

İçinizden, “tırnağımla kazıyarak geldiğim bu yere başkasını da ortak edemem” der ve bin bir bahane üreterek kendinizi tatmin etmeye çaba gösterirsiniz.

Elbette kimse bu konudaki gizli hislerini açıkça dile getiremez AYRICA rakibini tarihe gömmeyi arzularken, belki sözleri ile “çok iyi, benden daha üstün meziyetleri var” der, ama bu tamamıyla bir aldatmacadır.

Bu, işin kolaycı tarafıdır.

İstiyor gibi gösterirken, istemediğini belli etmek epeyce bir ustalık ister.

Aslında kimse üstünün örtülmesini istemez. Kim ister, karşısındakini tercih etmeyi?

Ama manevi olmak, gerçek yokluğa erişebilmek!...

Bunlar, er kişinin işidir.

(03-09-2009)

(Barış Yelkenci)

405-Hadis Bahçesinden Oruç Gülleri

İftara doğru hadis bahçesine girdik dostlarla. Güller kokladık. Farklı manalar derledik… Vaazlarda dinlediğimiz meşhur hadislere bir de vahdet penceresinden bakalım dedik. Buyurun bakalım;

ORUÇLUNUN AĞIZ KOKUSU ALLAH KATINDA MİSKTEN DAHA DEĞERLİDİR!

Oruçlunun ( KENDİNİ BEŞERİ DEĞERLENDİRMEDEN UZAK TUTANIN) Ağız Kokusu ( BEŞERİYETTEN UZAKLAŞMA SONUCU BİLİNCİNDE AÇIĞA ÇIKAN ENERJİ) Allah Katında ( DERÛNUNDA MEVCUT ŞUURSAL BOYUTTA) Miskten ( CEYLANDAN ÇIKARILAN YAĞ MİSKTEN- BEDEN HAYVANINDAN ÇIKAN DİĞER KUVVELERDEN) Daha Değerlidir (ŞUURSAL YAŞAMA İMKÂN SUNAN YEGÂNE POTANSiYEL KUVVEDİR)"

Koku; SURETSİZ- ŞEKİLSİZ-CİSİMSİZ BİR AÇIĞA ÇIKIŞ.... Oruç; Hakikatin suretsiz olduğu noktasına; Salt Şuura bizi taşır, anlamı da çıkabilir...

***

KULUMUN DİĞER İBADETLERI KENDİSİ İÇİNDİR. ORUÇ MÜSTESNA. ONUN ECRİ BANA AİTTİR.

Kulumun diğer ibadetleri ( BEŞERİYET DEĞERLENDİRMELERİNDEN ÇIKMAKSIZIN, BENLİĞİNİ BASKILAMAKSIZIN YAPTIĞI YÖNELİŞLER) kendisi içindir (İÇİNDE BENLİK OLDUĞU İÇİN, ONLARLA SADECE RUBUBİYETİNİ TANIR) Oruç müstesna ( AÇLIKLA BENLİĞİ BASKILAYAN ORUÇ, FARKLI BİR GETİRİYE SAHİPTİR!) Onun ecri bana aittir ( DİĞER İBADETLERLE RUBUBİYET AÇILIMLARI ELDE EDEBİLİR, ULÛHİYETE DÖNÜK İDRAK VE AÇILIMLAR SADECE ORUÇLA KAZANILIR. ORUCUN GETİRİSİ;  ŞUURSAL YAŞAMIN KİŞİYE AÇILMASIDIR.)

***

RAMAZAN AYI GİRDİĞİ ZAMAN CENNETİN KAPILARI AÇILIR, CEHENNEMİN KAPILARI KAPANIR VE ŞEYTANLAR DA ZİNCİRE VURULUR.

Ramazan ayı girdiği (KİŞİ; KUR’ANIN HAKİKATİNİ “OKU”MAYA; BEŞERİYETİNE GEM VURMAYA YÖNELDİĞİ) zaman, cennetin kapıları (ŞUURSAL YAŞAM YOLLARI) açılır, cehennemin kapıları (BEDENSELLİKTEN DOĞAN YANIŞLARA ÇEKEN YOLLAR) kapanır ve şeytanlar (BEDEN KAYDINDAN DOĞAN VEHİMLER- VESVESELER- HIRSLAR- TUTKULAR) da zincire vurulur.

Ezan okunurken, dostlardan biri, Ehlinin oruca dair vurgusu ile iftar edelim dedi:

İnsanlara “Oruç” ile “Samediyyet nurlarını yaşamak” teklif edilmiştir (AH)

(07-09-2009)

(Mehmet Doğramacı)

406-Beyin ve Şehir

Yeni yapılan bir araştırma şehirlerinde beyin gibi organize olduğunu ve evrimleştiğini göstermektedir.  Karmaşık düşüncelerin beyinde gerçekleşebilmesi için, gelişmiş bir beyinde hücre bağlantılarının dayanıklı bir ağına gerek vardır.  Büyük şehirlerde üretken geniş popülasyonlar için gelişmiş otoyollara ve ulaşım sistemlerine gereksinim duyulmaktadır. 

Bu yeni bilimsel çalışma, beynin ve şehirlerin yeterince kendi içindeki bağlantıları koruma problemiyle nasıl baş ettiğini göstermektedir. Rens­se­laer Pol­y­tech­nic Enstitüsünden nörobiyolojist Rho­de Is­land bu benzerliği şöyle ifade etmektedir; ‘yönlendirilmiş memelilerin beyninin zaman içindeki evrimi, politikacılar ve yatırımcılar tarafından dolaylı olarak şekillenen şehir organizasyonuna benzer’.

Beyinler bir türden diğerine daha karmaşıklaştıkça, kendi içinde doğru bağlantıların sağlanabilmesi için yapısı ve organizasyonu değişmektedir.

Örneğin bir kopek beynini iki katına çıkartarak bir insan beyni elde edilmesi beklenmez çünkü sadece hücre sayısı değil hücreler arası bağlantıda önemli rol oynamaktadır.

Bu şehirler içinde söz konusudur. Otoyolları, ana yolları bulvarları bağlantı yolları ile bir netvörkü olan büyük bir şehri düşünelim. Bunun üçte biri küçüklüğünde bir şehir ise bu kadar yollara ihtiyaç duymayacak ve çok basit yollar ile sorun çözülmüş olacaktır.Böyle üç şehri birleştirdiğimizde bile bir büyük şehir olmayacaktır.
Şehirler ile beyin karşılaştırıldığında şu benzerlikler gözükmektedir; şehir altyapıları beyin büyüklüğü ile benzerdir. Otobanlar piramidal nöronlar ile ve otoban çıkışları sınapslar ile  özdeşleşmektedir. Beynin yüzeyi ise şehrin yüzölçümü ile ilişkilendirilmektedir.

http://www.world-science.net/othernews/090905_cities-brains

(11-09-2009)

(Turhan Doğan)

 

407-Akıl ve İman -II-

Sözcük tekrarı (word repetition), felç geçiren hastaların rehabilitasyonunda kullanılan ve başarılı olan bir yöntemdir8,9. Belirli sözcüklerin tekrarı ile beyinde, kişiler arasında farklılık gözlenmesine rağmen, dokulara sağlanan oksijen oranında artış olduğu gözlenmiş10. Sözcük tekrarının belleği güçlendirici etkisi olduğu yapılan çalışmalarla gösterilmiş11,12.
Ayrıca günde 5 kez kılınan namazın sözcük tekrarı etkisini unutmamak gerekir.
Mutasavvufların oruç tutarken, zikir çekerken ve namaz kılarken beyinlerinde belirgin değişimi sağladıkları anlaşılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. M. Şevki Aydın, Diyanet Dergisinde yayımlanan yazı serilerinde; ezberci, empoze edilen ve kalıplara dayalı bir din anlayışı yerine, seçimlere dayanan, özgürlükçü bir din eğitiminin verilmesi gerektiğini; ezberci, empoze edici, kalıplayıcı bir din eğitiminden geçen bireyin inanıp bağlanmasının, edilgen olacağını belirterek bu bağlanış; sorgusuz sualsiz, körü körüne bir boyun eğiş, bir itaat durumu oluşturduğunu; bu bağlanma hali, onun adına başkaları tarafından seçilip dayatıldığı, onun kendi özgür iradesiyle seçip kararlaştırdığı bir bağlanma durumu söz konusu olmadığı, kişinin otorite olarak gördüklerinin, kendinden beklentilerini yapmaktan başka bir şey düşünememekte olduğu görüşlerini bildiriyor. Ayrıca, “açık toplumun şartlarıyla baş ederek dindarca yaşamayı becerebilmek, kapalı toplumla kıyaslanamayacak ölçüde zordur; oldukça iyi bir bireysel donanıma sahip olmak gerekmektedir. Özgür ve bağımsız bir kişilik geliştirememiş bireylerin bunu başarması mümkün değildir” görüşlerine yer veriliyor.
Allah Teâlâ akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır.
Hz. Muhammed( s.a.s)

(15-09-2009)

(Dr. Güçlü Ildız)

408-Özgürlüğü sarmalayan sorunlar ve tartışmalar

Özgürlüğün savsaklık değil, sorumluluk taşımayı içerdiğini peşinen vurgulamakta yarar var.

Çünkü bu niteliğin toplum yaşamında neredeyse unutulmuş olduğunu ve adeta bir ahlâksızlık düzeyine ulaştığını vurgulamak gerekir.

İyi bilinmeli ki, “sorumluluk”, yaşamı sorgulamaya başladığınız zaman sağlıklı çalışan bir mekanizma şeklindedir.

Bizler düşünce özgürlüğünün henüz gelişmediği önermesinden yola çıkarsak, toplumsal ilişkilerde, ‘özgürlük acaba ne işe yarar?’ diye bir soruyu aklımıza getirebiliriz.

Ancak ne hikmetse, özgürlüğün gerektirdiği felsefe ne kadar önemli ise de, özgürlük için gösterilecek çabayı yani bir anlamda “sorumluluk taşımayı” nedense hiç aklımıza getiremeyiz.

Bununla birlikte, güncel tartışmalar ve sorunlardan bir türlü kurtulamayız, özgürüz ayaklarıyla.

Sorumluluk hissi, temelde insana bakış açısının tam oluşundan, bir anlamda saygıdan kaynaklanıyor. Bu da yaşama saygının bir uzantısı gibi kabul edilebilir.

Onun da temelinde bilgi sahibi olmak ve elde edilen bilgiyi hazmedebilmek var. 

Doğal olarak, sıradan insanın yaşamında ortaya koyduğumuz, bütün bu felsefi düşünceler yer almıyor, hatta bazı toplumlarda izine bile rastlanmıyor.

Şayet isim verebilirsek bizler, cehaletin yarattığı bir yalan dünyasında yaşıyoruz diyebiliriz.

Bu arada gerek dinsel inançlar, felsefi yorumlar ve ideolojiler bir yandan yaşama saygıya temel olurken bir yandan insana saygısızlığı körükleyen davranışlara neden olabiliyorlar.

Bu dediklerim çok net bir şekilde ortada!

Bütün bu faktörler her ne kadar iyi niyetle bireyi özgürlüğe ulaştırmayı amaçlıyorsa da, insana bu düşünce içinde sorumluluğunu fark ettiremiyor.

Haliyle çelişkiler özgürlükleri sarmalarken, birey farkında olmadan kayıtlılıkla yaşamaya devam ediyor.

(19-09-2009)

(Barış Yelkenci)

409-Ayaklar Yere Bassın!..

Öfkelenmemeli imiş insan. Tasavvuf ehli halim selim olurmuş. Beşeriyeti ile yaşamazmış! Avamca davranmazmış!

Bu kavramları belli belirsiz geveledik uzun süre. Ama şunu fark ediyor musunuz?  Bir MELEK tasvir ediyoruz; ezberlenilen kavramsal ölçülerle. Hayattan kopuk, realiteden uzak çıkarımlar yapıyoruz!

Kimse melek değil! Sen de, ben de, öteki de, idraki yüksek dediğin abi de, abla da! Hepimiz İnsanız! Kızar, küser, alınır, gocunur, kırılır hatta bazen pire için yorgan yakarız! Çünkü insanız! Meleki kuvvelerin sende açılması; melek oluvermen demek değil dostum! Bu boyutta hep insansın!

O zaman tasavvuf bende neyi değiştirmeli, diye soracaksın. Cevap veriyorum; Sende hiçbir şey değişmeyecek, sadece dönüşecek!..

Daha ileri giderek ezber bozacak şeyi söyleyeyim sana; Terkiplerimiz Ebediyen Değişmez biliyor musun? Sadece ana programımız içinde bize verileni daha iyi kullanmayı öğreniriz bazı çalışmalarla. Mehmet, ortaokuldan beri edebiyata düşkündü. Zerre kadar değişmedi, sadece edebiyat zevkini, dini araştırma zevkine dönüştürdü o kadar. Değişim yok, dönüşüm var!..

Onun için, sıkma kendini. Melek olmaya zorlama. İnsan ol. Kızdığında, erken uyanıp öfkeni kontrol edebiliyorsan. Kırıldığında, balıklama atladığın ateş denizinde, özür dileme simidine uzanabiliyorsan. Darbe aldığında, acı bedene tutunmadan, ne ettim ki başıma geldi, diye sükûnetle sorgulayabiliyorsan. Merak etme, epey iyi bir noktadasın!.. Ötesine Allah Kerimdir.

Kadir Süreci; uçuk değişim hayallerinden dönüşüm realitesine yöneldiğimiz; ayakların yere bastığı yeni süreçler doğursun derûnumuzdan!..

Selam Dua ve Muhabbetlerimle!

(23-09-2009)

(Mehmet Doğramacı)

410-Tövbe

Pekiyi daha öncede bahsettiğimiz Resullullah' ın olsun, yada herhangi bir mümin / münafığın / kafirin olsun tövbesi niye ? Yani işlediğimiz günahın, ALLAH' tan uzak düşmemize sebep olan düşünce, söz ya da aksiyonun faili ALLAH değil mi ? Yemin etsem başımız ağrımaz yani değil mi ?

Faili olması hakikattir, eyvallah. Hani her şey SEN deydi ya, o açıdan doğru. Bu günaha girmeyi SEN istedin. Makbul olan; az olan müminlerden olmaksa, günahtan çıkmayı ve mümin olmayı da SEN isteyeceksin. Yani tövbe demek bence; “ay ALLAH' ım çok özür dilerim, beni affet valla bidaha yapmıcam” gibi bir durum değil. Zaten yapıp, yapmayacağın belli ALLAH katında, sen neyi nereye vaad ediyorsun. Tövbe etmenin efdalinde ne vardır? Önce bir tüm günahını itiraf etmek. Kime ?

RAB' bine...

O nerede ?

Kendimde...

İşte..! Tövbe etmek; yaptığın mümince davranışa aykırı olan seyir konusu düşünce, söylem yada aksiyonun tam olarak nereleri, mümince davranışın dışındaydı, bu açıdan nereleri yanlıştı, bunları kendine itiraf ederek tesbit etmen lazım. ALİM. Sonra bunları bir daha yapmamayı murad etmen lazım. MURİD. Ki; O bir şeyin olmasını dilerse/murad ederse ona OL der, O oluverir. KADİR. İşte olay bu. Tövbe bir daha o mümince davranışın dışında bir şey yapmamayı oldurmaktır. OL du mu ? :)

Olacak inşaALLAH...

İnşallah demen güzel de, Bismillah de... Ve Oldurmaya başla...

(27-09-2009)

(Mert Kılıç)

411-Mucize Beklentisi- Melek Arayışı

Allah; nebi- rasüllerini mucizelerle desteklemiştir; hakikati sadece gördükleri ile değerlendirenler de iman nurundan mahrum olmasın diye. Mucizeler; olağanüstü hallerdir; beşer üstülük bekleyenler için! Kısaca, beş duyu kaydındakilerin talebidir mucize. Ne İsa’nın havarileri, ne de Efendimiz (sav) e iman etmiş öncü sahabe, mucize beklentisi içinde olmamışlardır!

Ayın ikiye bölündüğünü görenler kısmen iman etse de “Bu bir sihir” diyenler çok oldu! Yani mucize de yetmedi bazılarının tatmini için!

Hiç dikkatinizi çekti mi, Efendimizin -bize göre- en büyük mucizesi İSRA- MİRAC OLAYI gibi gözükürken o büyük gönül, zannımızın aksine şu gerçeği fısıldar: “BENİM EN BÜYÜK MUCİZEM KUR’AN’DIR!...”

Kur’an ise ehlinin ifadesi ile bir yönü ile HAKİKAT, diğer yönü ile SÜNNETULLAHın açıldığı BİLGİ KAYNAĞI;İLİMDİR!

Şu halde, bize Risalet Hakikatini dillendirenlerden beklentimiz; dışımızda, göze hitap eden harikuladelikler değil, derûnumuza yöneltici ilim- idrak sistematiği olmalı!

Mucize- Kerameti; yöneliş ölçüsü alan; dışsallıkta kalmış; karşısına gelen bilgi- bilgi mahallini kendi özüne ayna bilerek değerlendiren; ipucunu yakalamıştır!

Kur’an’da “ALLAH BİR MELEĞİ RASÜL SEÇSEYDİ YA, BU DA BİZİM GİBİ BEŞER” diyenler kafir (perdeli) ve müşrik (egosuna tapınan) kimselerdir.

Dostum; yeniden tart kendini! Yönelişin ilme mi, olağanüstülüğe mi? Geleni, özünden bilip değerlendiriyor musun, yoksa “Sahibi bunu ne kadar yaşıyor?” gibi saçma sapan sorgulamalarla oyalanıyor musun? Aldığın ilmin Kur’an’a uygunluğuna mı bakıyorsun, yoksa kişinin -sana göre- ne tür üstün güçleri olduğuna mı?..

“Melek Rasül” arayanlar konumuna düşmek istemiyorsan; ne mucize ne de keramet beklentin olsun!... Dışarıda “Mehdi Zat” beklentisinin arttığı şu günlerde bak, ehlinden gelen çarpıcı mesaj ne? MEHDİ; KUR’ANDIR! (AH)

İlle de Mucize, Keramet, Olağanüstülük arıyorsan EN BÜYÜK MUCİZEYE; KUR’AN’A, İKİZ KARDEŞİNE İYİ SARIL!...

(01-10-2009)

(Mehmet Doğramacı)

412-Hafıza Yok Olmuyor.
Yeni bir bilimsel çalışma göstermektedir ki hafıza yok olmamaktadır. Kaliforniya Üniversitesi sinir bilimi araştırmacıları yaptıkları çalışmada bir kişinin beyin aktivitesinin bir olayı hatırlamaya çalışırken ilk defa o olayı yaşarken ki haline benzer bir beyin aktivitesi göstermekte olduğunu ortaya koymuşlardır. Öyleki olaylar ile ilgili ayrıntılar hatırlanmasa bile bu gözlemlenmiştir. Çalışma Neuron isimli bilimsel dergide yayınlanmıştır.

Sağlıklı gençlerde bu durumun incelenmesi ile hafıza kaybı olan durumlar özellikle yaşlılarda bu durumun anlaşılması sağlanacaktır. Çalışmada araştırmacılar manyetik rezonans görüntüleme beyin tarama tekniğini öğrencilerin beyin aktivitesini incelemede kullanmışlardır. Öğrencilere belli kelimeler gösterilmiş ve kendilerinde o kelimenin çizimini, kullanımını ve söylenişini, kafalarının içinden geçirmeleri istenmiştir. Bu alıştırmalar sırasında beyin aktiviteleri tarayıcılar ile kaydedilmiştir. 20 dakika sonra öğrencilere aynı kelimeler tekrar gösterilmiş ve bunlarla ilgili ayrıntıların hatırlanması istenmiştir. Bu sırada beyin aktivitesi kaydedilmiştir. Patern analizi denen bir matematiksel metod kullanılarak beyin aktivitesi incelenmiştir. Öğrenci kendisine gösterilen kelime ile ilgili her şeyi hatırladığında her iki patern de birbirine benzemektedir. Hatırlayamadığı durumlarda ise patern birebir olmamakla birlikte tanınabilir bir patern göstermiştir.

Bu da göstermiştir ki beyin ne meydana geldiğini (kelimeler gösterilirken) biliyordu, denekler bu bilginin farkında olmasalarda.
Kaynak:
http://www.world-science.net/othernews/090909_memories.htm

(05-10-2009)

(Turhan Doğan)

413-Sorumluluk

Dünyanın en güzel ülkelerinden birinde oturup Allah ilmini alan, ancak nankörlük diz boyu gezdiğinden onu kirleten, anlaşılamaz hale getiren, bedenini-benliğini tahrip eden, bunun yanı sıra aklını lüzumsuz yerlerde kullanıp sabahtan akşama kadar dedikodu yaparak, dilinle övdüğünü şikâyet eden, kendini Allah zengini gibi gören, oysa fakir ve cahil olan, İlimden yoksun olduğu halde, ilim zengini gibi dolaşan, caka satan, okumuşu sınırlı, camisi ve kahvesi çok, okulu az bu toplum için “sorumlu” demek mümkün olur mu?

Yoksa vurdumduymazlık, nemelazımcılık ile dolu bu dünyadan yakınanların her köşe başını tuttuğu toplumsal yaşamımızda güveneceğimiz güç olmanın verdiği cesareti kişi kendinde bulamamakta mıdır?

Bütün bunların yanında tarih süresince dile getirilen, insanın temelde ‘Allah’ın Halifesi’ olduğuna ilişkin ilahi bir hüküm ise insanların geleceğe güvenle bakması için bir etmendir, dayanaktır.

Dolayısıyla ‘Bana ne!’ kabilinden davranışlar ona hiç yakışmamakta ve insanoğlu bu tutarsız hareketleriyle sorumluluktan kaçarak kendini Allah’tan perdelemektedir. Sorumluluk duygusunu taşımak, bilinçli mahallerin bir duruşu, davranış biçimi oluyor.

(09-10-2009)

(Barış Yelkenci)

414-Yokluk TEKerlemesi!

Delikanlı cami çay ocağında meczup kılıklı adamla tasavvuf konuşmak için söze girdi:

- Önce yokluğumuzu hissetmeliyiz! Yokluğunu hissetmeden Onun varlığını sezemezsin!

 Adam, gözlerini araladı ve peş peşe sordu:

 -Emek verdiklerin; nankör çıktı mı?

-………

-Sevdiklerin, seni hiçe saydı mı?

-………

-Yargısız bağrına bastıkların, yargıladı mı?

-………

-Varını yoğunu verirken, tembel sayıldın mı?

-………

-Sofranda yemek yiyenin, ihanetine uğradın mı?

-………

-Yetiştirdiğin; başına âlim kesildi mi?

-………

-Anlatmaya çırpınırken; inadına yanlış anlaşıldın mı?

-…………

-Zanlarla hakkında dedikodu edildi mi?..

-…………

-Milletin kınamasıyla yapayalnız kaldın mı?

-………

-Samimiyetin, saflık sayıldı mı?

-………

-Konuşsanaaaaa bunları tattın mııııı?...

Makineli tüfek gibi saydırılan sorularla neye uğradığını şaşıran genç, meczup ihtiyarın celalli çıkışından hayli ürkmüştü. Dudakları titreyerek:

-Şeyy, ben, biz yokuz sadece Allah var demek istedimdi!..

İhtiyar bastonunu vurmak için hamle edercesine kaldırdı:

-Yürü git, asabımı bozma! Çık dışarııııı!

Genç, mekânı terk ederken görmüş geçirmiş ocakçı amca, meraklı gözlerle durumu takip eden oğluna döndü:

-Kitabı, kâğıttan okuyanla, hayattan okuyanın farkı budur işte! Biri TEKerleme söyleeeer, diğeri ZATen TEK!...

(13-10-2009)

(Mehmet Doğramacı)

415-Salih amele sevinilir mi ?

Bu gün anneler günüymüş. Eşim sms attı ve haberdar etti. Annelerimizi ve tanıdığımız anneleri aradık kutladık, iyi güzel de, bende ki annenin gününü nasıl kutlayacağım dedim de: Anne nedir ? Hangi manalardan, esmalardan oluşmuştur diye düşündüm. Öncelikle RAHİM geldi aklıma, fedakarlığın, vericiliğin, bağışlayıcılığın timsali anne, kendi rızkını bile evladına veren anne, hastalandığında başında bekleyip şifa veren anne...vb. AFUV, GAFUR, GAFFAR, RAHMAN, REZZAK, ŞAFİ, LATİF, VEDUD, ŞEKUR...vb. O zaman dedim bende madem ki kendinden geçercesine vermek, karşılık beklemeden, madem ki hizmet sevgi ve mutlulukla, rızkını, emeğini, zamanını belki sağlığını adamak... O zaman bugünü olabildiğince böyle olarak geçireyim. Şeytaniyetim, hava sıcak, sende oruçlusun, ibadetine engel olur...vb. Sıkıştırsa da, aldırmamam dilendi, niyet ettirildim ve tavaf edenlere zemzem dağıtmaya başladım. 4 bardak doldurup götürüyor, içmesini bekliyor, tabi beklerken onlarla dönüyor, boşu alıp tekrar yenileri doldurup götürüyordum. Baktım ki dönüyorum bir yandan, hacı kabe etrafında boşa dönme; tavafa niyet et bari buda boşa gitmesin dedim. Böyle garip bir tavaf hadisesinin neticesinde, halk suretinde HAK' ka HAK olarak hizmetin mutluluğunu yaşadım... Ama sanırım HAK olarak olduğunu düşünerek yaşamamışım ki mutlu oldum. Halk olarak HAK' kın halkına hizmet ettiğimi düşündüm sanırım. Bir dakika ya şimdi salih amele de sevinilmez mi ki ?

-Nasıl ki tövbe edilecek ALLAH' ın dununda olarak ben yaptım diye üzülecek bir olay yoksa, yine O' nun dununda olarak yaptığımız bir hayır yada bir salih amel de yok. O zaman salih amele veya hayırlı iyi bir mümin oldum diye de sevinilmez değil mi ? O zaman bu sevinç duygusu da bende olmayınca, dünyada da cenneti yaşayamazsın, ahirette de. Yani cennete gitsen de hak etmiş olarak gitmeyeceksin zaten, ama orada ne ile sevineceksin ?

-Dununda düşüncesiyle hiçbir şey yapılmaz elbet. İlla sevinmek istenirse, ALLAH bende mümin kul olarak seyri takdir buyurdu diye sevin. Eğer ki bundan ötede isen, bizzat var eden olarak, seyreden olarak varsan zaten sevinme falanda herhalde senden düşmüştür, üzülmenin düşmüş olacağı gibi.

(17-10-2009)

(Mert Kılıç)

416-Baskıcı olmamak

Yıkılmaya yüz tutmuş metruk bir apartmana benziyor toplumsal ilişkilerimiz.

Dedikodu, Nifak ve Çokbilmiş halleri bu sallanmanın başında geliyor.

Hele baskıcı olmak var ya; insana en büyük kötülüğü yapanda bu işte.

Mental hayvan bilinci ile ilişkilerin illâki kendi isteği üzerine tecelli etmesi…

Baskıcı böyle tarif ediliyor.
Allah Rasulünden bile bu tür hallerden kaçınması gereği vurgulanmış, Kur’anı Kerimde ve ona “sen sadece tebliğ edicisin” öğüdünde bulunulmuş.

Donmuş, matlaşmış bir karakter yapısının tabi sonuçlarıdır baskıcı olma haller.

İnanın birey böylesi tutumlarıyla adeta kendini taşlıyor.

Yabancı bir şekilde “okuduğu duanın anlamını bilmeyen” ama yinede bıkıp usanmadan tekrarlayan ve kendini bir mümin sananın misali gibi.

Neye faydası olacaksa!

Ama hiçbir şey onun yerini sabitleyemiyor.

Oysa benim şu karşımdaki insandan öğreneceğim çok şey var dese, değişim modeline bir inansa ve bu dediklerimin radikal bir düşünce olduğunu kabul etse, işler tümüyle değişecek.

Bir şekilde görevini yerine getirmiş olmanın, kendisinin başkalarından daha iyi basitliliğinden süfliliğinden kurtaracak.

Keskin eleştirilere aldırış etmeden, toplumsal yapıda bir boncuk gibi ışıldayacak.

Hedefi sürekli vuran bir isabetle davranacak ve kimseyi yanıltmayacaktır.

Bu aşamalardan sonradır ki; “Her koyun kendi bacağından asılır” sözü diline pelesenk olup, “Her insan YAPTIKLARININ SONUCUNU YAŞAYACAKTIR” ayetini ciddi biçimde değerlendirecektir.

Haksızlık ve zorbalık insanın işi değildir.

Baskıcı olunmaması temennisiyle.

(21-10-2009)

(Barış Yelkenci)

417-Ötedekinin ağırlığı, beridekinin hafifliği (mi?) …

Gariptir beşer, şükredecekken nankörlüğü, sakınacakken yapışmayı seçer. Öyle tavırlar ortaya koyar ki, gaflete parmak ısırırsınız!

“Ötede Aramak” da bu garipliklerden! Uzaktakinin cazibesi başkadır. Uzaktaki bir de ulaşılmaz ise, ağırdır çoğu için! Esrar perdeleri, sır nameleri üşüşür zihinlere.

İnsanın insanı, insanın bilgiyi değerlendirmesinde de buna şahit oluruz. Sekreterler aşılarak, randevular kovalanarak erişilen, üstündür genelin nezdinde.

Uzaklık- ötelemeye dayalı büyüklük (!) algısı beşerin bilinçaltına öylesine işlemiştir ki; aynı bilgiyi yanı başında, burnunun dibinde duymak işine gelmez nedense? Mesafe kat etmeli, zorlanmalı, çabalamalı, titri kabarık, muteber birinden almalıdır ilmi! Sanki hakikat; zor ulaşıldığı ölçüde kıymetliymiş gibi!

Çoğu kere önündekini görmez, görmek istemez beşer!  “Beşerce hakikat” arayışı, bilginin beşerden yansımasına da tahammül edemez! Rasüllere itirazda “meleklik beklentisi”, onların yakın çevrelerinde anlaşılmayışlarında bu etkindir!

Bedene endeksli Kurallar Dini yerine; Özdeki Hakikati benimseyen Allah Ehli için durum farklı elbette. Onlar hafife alınma pahasına samimiyeti, alay edilme pahasına açıklığı, aşağılanma pahasına maskesizliği seçmişlerdir!.. İşte bu samimiyet, bu açıklık; beridekinin hafif- boş olduğu zannını doğurur beşer beyinlerinde.

Ötedekinin ağırlığı, beridekinin hafifliği zannı; dini alanda da kalın, aşılmaz bir perdeye dönüşür.

“Hakikati, dışımdaki zatlarda seyrederim, gerçeğe ancak böyle erilir, başkaca yolu yoktur” algısına karşılık “Aynada arama kendini; sen, ""sendesin!.. ” diyen çağrının; küfür- inkâr gibi algılanması da bundandır.

Ömrünü, ötede- uzak- ulaşılması güç olan peşinde tüketip yanı başında (aslında kendinde) ki hazineyi fark edememe konumuna düşmekten, Allah’a sığınırım!...

(25-10-2009)

(Mehmet Doğramacı)

418-Elementler

Maddenin yapısını merak eden insanoğlu maddenin, elementlerden ve bu elementlerin değişik kombinasyonlarından meydana geldiğini bulmuşlardır.

Evrende çoğunlukla hidrojen elementi mevcuttur. Diğer elementlerde temelinde hidrojenden meydana gelir. Yıldızlardaki yüksek sıcaklık ile hidrojen elementi helyuma dönüşür. Bu dönüşüm devam eder ve farklı elementler meydana gelir. Bu dönüşüm sonucu dünyamızda yaklaşık 110 civarında element tespit edilmiştir. Her elementin atom yapısından kaynaklanan sebepler ile fiziksel ve kimyasal özellikleri farklıdır. Elementler içinde canlılık açısından en çok ilgi çeken oksijen ve hidrojendir. Oksijen ve hidrojen suyu meydana getiren elemetlerdir. Su ise biyolojik canlılığın başlaması için şart kabul edilir. Örneğin bir gezegende su varsa orada canlılık olabileceği üzerine araştırmalar devam eder.

Bunun gibi insan vücudununda %65-90’ı sudan meydana gelmiştir. İnsan vücudunun %99’u altı temel elementten meydana gelmiştir, oksijen(%65), karbon(%18), hidrojen(%10), azot(%3), kalsiyum(%1.5)  ve fosfor(%1.0). Bunların dışında da insan vücudunda bulunan elementlerin sayısı 20’yi geçmektedir. Kemiklerin yapısında ise yüksek miktarda kalsiyum ve fosfor elementleri bulunmaktadır.

Diğer yandan toprağın yapısı taşlar, mineraller, ölü ve çürüyen bitki ve hayvanlardan oluşmaktadır. Toprağın kimyasını incelediğimizde ağırlık olarak oksijen %47 elementini görürüz.  Toprakta ağırlıkta bulunan diğer elementler ise silikon %28, Alüminyum%8, demir %5, kalsiyum%4 civarındadır. Bunların dışında da bir çok sayıda değişik oranlarda elementler bulunmaktadır.

(29-10-2009)

(Turhan Doğan)

419-Amaç sadece vahdet mi ?

Ne zor değil mi vahdeti yaşamak ? Üzüntü yok, sevinç yok, kendine gayrı yok. Hani o Kabe'ye arkanı verdiğinde ve gördüğün manzara sonrası her şeyin sen olduğu aslını biraz da olsa hissettiğindeki yoğun yalnızlık duygusu. O katlanılamaz duygu. Hani RAB' bimden razıyım, razıyım diyorsun da, sana belli dönemde vahdeti yaşatıyorken iyi de, sonra büyük çoğunlukla bunu yaşatmadığında, ya neden şimdi olmuyor, acaba şöyle mi, böyle mi diye kuruntu yapıp sonrada halinden mutsuz oluyorsun. Rızan bitti mi hacı ? Bu vahdeti yaşayamamanı kim verdi sana ? Hani zordu çok. O zorluğun altında ezilmek mi daha iyi sence hacı. Sen ne kadar istesen de ALLAH kaldıramayacağı yükü yüklemez, sünnetullah böyle ALLAH' tan... Hani, hani o yalnızlığı yaşadığında demiştin ki; ALLAH' ım neden böyle bir varlık vehmi, kesret alemi yarattığını ve neden hakikat bilgisini gizlediğini anlıyorum... Ben sanırım bu isteğinin dışına çıkmayı arzuluyordum, arzulatmanla... Ancak görüyorum ki; dışına çıkılamayacak muradının sınırlarına yaklaşmak bile acı veriyor. Ben iyisi mi bu hakikat bilgisini bileyim, aklımda tutayım, olabildiğince bunu yaşamımdaki “boyutum” içinde uygulayayım, gerisine fazla girmeyeyim. Sana kesretten de erilir. Zaten diyelim ki; Vahdet boyutunda yaşama erdim. Bütün esmaları full kullanıyorum, tasarruf ediyorum. Ne yapacağım ? Denizi yada Ay' ı mı yaracağım ? Kavim mi helak edeceğim, kainatın iplerini elime alacağım da ne olacak ? Birine hava mı atacağım ? Kendi kulluk işimin altından kalkamıyorum ben. Hele ki önümde öyle bir Nebi var ki Resuller Resulü olduğu gibi Kullar kulu da... O böyle iken ben neyin peşindeyim ? O ki herhalde esmaların tümüne olabildiğince en tasarruf sahibi olan kişi olmasına rağmen, bütün her şeyi istediği doğrultuda, istediği gibi seyir edebilecek veya hükmedebilecekken, burada çekmediği eziyet, işkence kalmamış. O miraç sonrasında da, öncesinde olduğu gibi kulluğu seçmişken, kesretteki kulluğu seçmişken ve en mükemmel örnek diye Kuran' da dillendirilmişken sana ne oluyor hacı. O ki öyle bir kesret içine girmiş ki, günde 70 kere kendini, KENDİ'nden uzak gördüğü için belki istiğfar etmiş. ALLAH, kendini Hz. Muhammed (sas) de seyretmeyi dilediğinde bile sürekli vahdeti yaşatmamış. O zaman hacı sen ne istediğinin farkında mısın ? Sen ulaşsan da ulaşmasan da içinde yanma olanı istiyorsun. Gel kendine hacı... Hakikat bilgisini, bir bilgi olarak ve sürekli olarak, ana hafızanda şuurunda tut, olaylara bu veri tabanı ile bu operating sistemi ile bak, fakat seyredilmesini istediğin bu kalabalıkta, buranın hakkını vererek seyrini yap ki; bu tahmince zaten istenen. İstenen ki yaratılmış. Şunu da unutma hacı; ALLAH' tan uzak düştüm sıkıntısı bile RAB' den razı olmanın önünde engel. Kafir bile olduğunu düşünsen, Rıza bir başka... ALLAHu Alem.

(02-11-2009)

(Mert Kılıç)

420-Nefes

Nefes filmi bugünlerde pek çoğumuzun zihnini meşgul etmekte..
Filmi seyrederken nefes sözcüğünün işlenişi ,bu sözcüğe atfedilenler beni kendi evrenimde bir düşünsel yolculuğa çıkarıverdi.
Nefes ne anlama geliyordu bende?
Doğuda görev yapan bir subayın gözünden anlatılanlar perdedeydi,ya benim kendime söyleyeceklerim nelerdi?
Bir mektup yazabilecek olsam son nefesimi vermeden, neler söyleyebilirdim nefese dair sevdiğime?
Carl Sagan yakın zamanda vefat etmiş bir astrofizik profesörü, şöyle diyor "Evren, bakışımızın biçimini alan boşluk !"
 Ebu Hureyre'den nakil bir hadiste buyurur ki Resûlullah: “Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni andığında, Ben onunla birlikteyimdir. "

Nefes ve beyin ilişkisi...
Beyin vucuda alınan oksijenin yüzde yirmisini kullanmakta...
Nefes...
Rahmanın Nefesi...
Rahman, sünnetullahın beşeriyet boyutundaki yansıması gereği  suretleri, alınan nefesle, beyindeki nöronların yeni bağıntılar yapabilmelerini ve yeni elektriksel devreler oluşturabilmelerini sağlar...
Nefes, tefekkür edebilmenin, miracın, hayy sıfatının beşeriyetteki temelidir...
Nefes kalemidir yazarın, fırçasıdır ressamın, notalarıdır bestekarın ve dahası nefes her görünenin hakikatinde olan kudrettir...
Nefes, Dehrde anda Rabbin, melikiyetiyle, hakikati Nur olan ilminin seyrini açıp,kudret vasfı ile kadir olarak  ba's olup, hayy vasfı ile muhsi sıfatını beşeriyyette ortaya koyuşunun yani şey'in kendisi olarak varlığı kuşatış sisteminde beynin yakıtıdır..
Beyin Şems ise Mevlananın talebeliğidir Şemse nefes...yanmak içindir nefes....varlığındaki oksijeni yakmak ve beynin hakikatinnde olana dönüşmek için alınır istenir..."O dilemedikçe siz dileyemezsiniz !!" ayetince dileyenin çağırır kendine ...ve bu çağrıya icabetin şenliğidir  nefes...Veli ismi çağırır mental hayvanı...ve hakikati nefes olan yanacağını bile bile icabet eder bu çağrıya hem etmemesi mümkün müdür?
Allahu Alem..

(05-11-2009)

(Özgür Kurt Durmaz)

421-Arınmak

Kur’anı Kerim, arınmayanlar yani “bilincini arıtmayanların” kendine el sürmemesini tavsiye eder. Aksi takdirde hiçbir şeyin anlaşılamayacağı anlamına gelir bu uyarı.

Gerçekten, arınacak birçok yönümüz var.

İnanca bağlı doğru tespitlerle işe başlamak mümkün.

Şayet hatalarımızı, hakikatten kaçışlarımızı, sorumsuz davranışlarımızı tespit edip batıl inançlardan uzak durmayı sağlayabilirsek bir anlamda arınmış olabiliriz.

Tabi bu kadar değil.

Ehil kişilerin ruhsal arınma metotlarını, bir anlamda ruh halini araştırabilir, bunları yaşamamıza uygulayabilirsek, bu sistemde arınma haline yardımcı olabilir.

Ancak, en önemli arınma tarzı, bizi Kur’anı Kerim’e götürebilecek yollardır. Bunlar şartlanma, değer yargıları ve onlara bağlı yorumlar hakkında olmaktadır. Zira halkın anlayışı ile evrensel sırlara yaklaşabilmek mümkün görünmemektedir.

Ayrıca, her inanış bilgiyle donanmalı, bu meziyetlerle birlikte de arınma işlemi sürmelidir.

Unutulmamalı ki, “haseti, taklitçiliği, had bilmezliği bırakıp boş yere övünme yerine alçak gönüllüğü yaşamadıkça” insan arınamaz.

“Arındım” diyorsa yalan söylemiştir.

Allah Rasulü’nün “Bütün Müslümanlar kardeştir” uyarısını arınmaya işaret eden en anlamlı söz olarak kabul edip bu rota ile hareket etmek, arınmanın en güzel metodunu uygulamak anlamına gelecektir.

İşe bu yolu seçen dostlara selam olsun.

(10-11-2009)

(Barış Yelkenci)

422-Anahtar sanılan kilitler

Şeytaniyetin açık işveleri yanında oldukça gizli salvoları da var ki; görmek hüner ister! Öylesi bir genel- geçer kabul havasındadır ki onlar; duvarken ufuk, kilitken anahtar sanıla gelmişlerdir. Onlardan ikisine dokunalım, fincancı katırlarını ürkütmeyi de göze alarak.

1- Kaynağın Ne? Bir şeyler anlatırsınız Asr-ı Saadetten, Evliyaullahtan. Öze yönelenler, anlatılanın zahirine takılmasızın değerlendirmelere girişirken, bir kesimden sorular yükselir:

- Hangi kaynakta geçiyor? Hadis sağlam mı, zayıf mı?

- Rivayetlere hurafe, efsane karışmış olmasın?

Zahir bakışının tipik hali bu. Nebevi Metod; sözlü iken, akış gönülden gönle iken, çok sonra yazıya dökülmüşken nedense kitabi kaynak öne alınır. Kaynakta yoksa, gerçek değil midir? Kaynakta olmayan hadis, zayıf mıdır? Sorgulama, işin ruhu kavranmamışsa tartışmaya dönüşerek uzar gider. Ruhunu okumayı tercih eden, öze odaklanarak yola devam eder.

2- Kim Destekliyor, Tasdikliyor:  Tasavvuf okumaya girişenlerin ilk aşamada içlerinde duydukları vehmî ses güçlü destek ve tasdik makamı arar:

- Anlatılan aklıma yatıyor da, Diyanetten niye duymuyorum? İlahiyat Hocaları pek onaylamıyor gibi.

- Gönlüme hitap etti de, nefsime prim vermekten korkuyorum. Bunlar indî yaklaşımlar mı, asıl hakikat mı?

Destek- Tasdik beklemek ikileme düşürür okuru. Yeni ile eski arasında yoğun bir bocalama başlar. Sıkıntı, gene işin ruhunu okuyamamaktadır.

Okuma; hitaba yorumsuz kulak vermekle başlar. Sonra da kayıttan çok manayı, muhtelif kaynaklardan öte, Kur’an ve Hadisin ruhunu esas alır. Yalnız yol incedir.

Şöyle ki; yıllar evvel bu sahada ehil bir büyüğüm “Hadisleri neye göre ölçersin?” demişti de “Muteber kaynakta oluşuna göre” demiştim. O ise yeni bir bakış eklemişti ufkuma: “Hadis; bir Velinin sohbetinde, eserinde geçmişse muteberdir, sakın unutma!”

Evliya Keşfini hafife alan, Fetih Ehlinin sözlerini sıradanlığa indirgeyen kitabî kaynak takıntısı, kim bilir daha neleri perdelemeye devam edecek?..

İnsansı (Beşer)- Mental Hayvan (Bilinç)- İnsan (Veli) arasındaki derin farklar anlaşılmadan kilitler kırılacak gibi gözükmüyor!

(14-11-2009)

(Mehmet Doğramacı)

423-İsminiz nasıl çağrılsın?
Gündelik yaşam içerisinde birbiri içine geçmiş kavramlar olarak kullanmakta olduğumuz düşünce,fikir,tefekkür ve yorum kelimelerini sordum kendime...

İnsan beyninde 15 milyar hücre var. Bu hücreler birbirleri ile dentrit ve akson adı verilen uzantılar ile kenetlenip, kendilerinde olanı diğeriyle ortak kullanacak şekilde bir yapı sergiliyorlar.Her bir hücre kendine veri tabanına sahip .Herhangi bir hücre grubunun bu  muazzam kolektif  veri tabanı beyindeki bu elektrik akışı ile atıl halden harekete geçiyor manadan fiile dönüşüyor...İşte beyinde belli hücre grupları arasında bir titreşim ve belli bir elektrik akışının  oluştuğu ve  beynin fiili olarak nitelendirilen bu hareketini beyinde yönlendiren bir ana yapı  var...Bu ana yapının kendini adlandırışı istikametinde iki farklı sözcük ortaya çıkıyor bu oluş sürecini anlatmak için fikir ve düşünce.

Eğer bu hareket bir terkibiyet ile işaret edilen "ben" algısı yollu oluşuyorsa "fikir" adını alıyor ve ehlince "Kulun Allah'a bakışı" olarak tanımlanıyor.Eğer mutlak "ben"in tenezzülü yollu açığa çıkan şuur yollu oluşuyor ise düşünce adını alıyor ...

Biz fikir ve düşüncelerden ibaret bir değerlendirilmiş algı paketçikleri bütünü olarak yaşamı algılıyoruz hep.Semi bu noktada bu iki transformatörden birini kullanarak basir'e iletiyor belki de algıları.Bu algı paketçikleri de kendi aralarında bağ yapabiliyorlar ve yaptıkları bu bağlar neticesinde fiil adı verilen duyu organlarınca değerlendirilebilecek beşeri oluşlara  dönüştürülüyorlar... Fiiller de bu süreci yaşayan beden tarafından aynen kayıt altına alınıyor..Ve bu kayıtlar da her oluşun dinamiğinde belirleyici bir diğer etken olarak yer alıyorlar tıpkı bir arabanın aküsü gibi.Hem ilk hareketi veren elektriksel yapının üretiminde rol oynuyorlar mananın oluşa dönüşümünde hem de beşeri fiilleri tetikliyorlar .Bu tetikleyiş kendilerini tekrar var etmelerini sağlayan bir tür şarj oluş gibi...

Sonuç olarak algı paketçiklerinin oluşturduğu akıl yollu entegrasyon  fiilin hakikati olarak ya kulun Allah'a bakışı şeklinde nitelendirilen bir şekilde yorum sözcüğü ile isimlendirilen bir tetikleyici kuvveye yada evreni var eden mutlak varlığın ilmi ile algılananları değerlendirmesi(A.H) sonucu tefekkür  olarak algılanan hakikate etki edici bir yapıya bürünüyor..

An, yorumlar ya da tefekkürlerle hasib esmasının sonucu olarak "O her an yeni bir şen'dedir !" hükmünce   bürünüyor beşer algısında. .

Yorum sonucu söylenen söze laf tefekkür sonucu çıkan söze ise kelam deniyor...

Hangisi sevdirilmiş acaba bizlere?

(19-11-2009)

(Özgür Kurt Durmaz)

424-Kesret Bitmiyor.

Ya Hacı birde şöyle düşün; bu hakikat boyutu Vahdet boyutu Kesret boyutu...vb. Bunlar hep birbirinden ayrı mı ki ? Değil... Hepsi her an SEN de mevcut mu ? Mevcut... Yani dünyada ölümü tadana kadar kesret, sonra ölünce şak diye vahdet falan yok değil mi ? Evet... E mübarek ! Sende bunca boyut varken ve her boyuttan ALLAH' a ulaşabiliyorken, ne diye diğerlerini itipte ille de bir tanesine yapışayım onu doya doya yaşayayım diyorsun. Hz. Muhammed (sas) bilmiyor muydu mağaralara saklanmadan, yatağına Ali' yi koymadan, Taif' te taşlanmadan işini yapmayı, Ebu Bekir (ra) bilmiyor muydu ki mağaradaki yılanı başka türlü engellemeyi de, deliğe parmağını soktu, Ali (ra) namazda çıkaracağına oku hiç girdirtmeseydi ya bünyesine... Sen istediğin kadar çabala boşa. Arzu ettiğin şey muhal. Ve muhal olanı arzu ettikçe ulaşamadığından yanarsın. Sanma ki kesret bu dünya ile sınırlı. Bence ahirimizde de yine aynı boyutlar olacak. Kesretse orada da başka bir yaradılışla kesreti yaşayacağız. Zebaniler, huriler, gılmanlar, cennet ehli, cehennem ehli...vb. Kesret bildiğine şahid olma, manayı suretlendirip seyretme boyutu. Var ve var olacak. Var olan her şey gibi iyiki de var...

Hani Alemlere rahmet ne demişti ? Namaz müminin miracı. Yani senin arzuladığın gibi her an bu vahdet yaşamı bizzat yaşanıyor olsa sürekli bir miraç olayı gerçekleşmiş olacaktı. Ancak efendimiz bu durumun günün belirli zamanlarında olan namazla, onun ikame edilmesi sırasında olduğunu belirtmiş. Daha fazlası değil. Nitekim Ali (ra) bunu namazda yaşamış ki; oku o zaman çıkarttırmış. Yoksa namaz dışında da o halde olsa hemen namaza durmaya gerek kalmadan çıkarttırabilirdi. Ama bu hal anca namazla, müminin namazı ile oluyormuş.

(22-11-2009)

(Mert Kılıç)

425-Öğretmeniniz Neyiniz Olur?

Bugün Öğretmenler Günü… Öğretmenlerimize Kutlu Olsun…

İslam Eğitim Sisteminde “Öğretmen Öğrenci İlişkileri” öteden beri özel bir alan olarak değerlendirilmiş, başlı başına eserler kaleme alınmıştır. Bu eserleri okuduğunuzda öylesine ince edep ölçüleri zikredilir ki, ilk planda “Abartılı ritüeller bunlar” zannına kapılabilirsiniz. Ne var ki, ehli zatlardan ilim ve hikmeti kesbetmede, öğrenci duruşuna sahip olmak, hiç de hafife alınacak bir husus değildir!

İlkokul yıllarınızı hatırlayınız. Anne- Baba kavramlarının ilerisine geçmiyor muydu öğretmeniniz? Öğretmenin bir isteğini yerine getirmek üzere ailenizi nasıl zorladığınızı hatırlıyor musunuz? Pedagojik eserler; ilkokul öğrencisi nezdinde öğretmenin “Tanrı” konumunda olduğunu zikrediyor. Dışarıdan bakınca tespit budur, ama doğru değildir.

Henüz ötelemeyi bilmeyen, henüz negativite kendine açılmamış masum çocuk nezdinde öğretmen bir tanrı olmayıp; olsa olsa kendini ayrı hissetmeyip bütünleştiği bir yapıdır! Şirksiz bir ilişki söz konusu olduğu içindir ki; çocuk gönlünde öğretmen sevgisi tüm sevgileri ekart eder!.. Bu durum bana “Kalbi Allah sevgisiyle dolanda diğer sevgiler tutunamaz” sözünün çok tatlı bir numunesi olarak gözüküyor. İlkokul çocukları bunu başarmıştır işte. Tek ve üstün bir sevgi, su sızmayan bir bağ!…

İlim aldıklarımıza karşı nasıl bir edep kuşanmalıyız, sorusuyla uzun değerlendirmelere girecek değilim. Sadece beni epeydir düşündüren, Ehlinin şu mealdeki sözlerini hatırlatmak istiyorum bu güzel ve anlamlı gün vesilesiyle:

“Kızım, dediğim şu kedimin, bana sergilediği şükran ve minnet tavırlarını henüz bizler Rasülullah (sav) e karşı ortaya koyamadık!..”

Bahsedilen sadece bir gösteri midir? Bir duruş mudur? Yoksa daha başka hallere mi işaret var bu sözde?..

Evrensel Öğretmenimiz Rasülullah (sav) ile ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmek üzere, Hakikat İlmi karşısında ilkokul öğrencisi saflığında bir yaşam niyaz ediyorum hepimiz için!... 

(26-11-2009)

(Mehmet Doğramacı)

426-Efendimizden...

Hz. Rasulullah (s.a.s) bazı hadiseleri sisteme uygun, yumuşaklıkla öyle ince, öyle narin, öyle nazik naklediyor ki; insan ister istemez uygulamaya çalışıyor. Az veya çok.
Dileyen, bildiklerini etrafıyla paylaşıyor, nazikçe, kırmadan, insanların başına kakmadan, zorlamalara gitmeden. Çünkü bu dokümanlar başlı başına bir değer taşıyor.

Bir anlamda, eğitici-öğretici mahiyeti çok fazladır.
Meseleye doğrudan giriyorum:

İşte size Hz. Muhammed'in (s.a.s) anlattığı pek çok hadiseden bir çarpıcı örnek: 99 adam öldüren biri, kurtulma ümidiyle bir rahibe gider, tövbe yollarını sorar. Olumsuz cevap alınca onu da oracıkta öldürür. Ne var ki katil, hâlâ kurtuluş yolu aramaktadır. Ona "Falan yerde âlim birisi var; bir de ona sor" derler. Adam o âlimi bulur. Tavsiye şöyledir: "Hemen bu çevreyi terk et, falanca yerdeki kasabaya yerleş, oradaki insanlar iyidir. Hep Allah'a ibadetle meşguldür." Adam yola koyulur; ancak ömrü vefa etmez. Melekler adamın başında toplanır; kimine göre bu adamı ancak cehennem paklar; kimine göre de o adam cenneti hak etmiştir.

Cenab-ı Hak, yolcu kıyafetinde bir melek gönderir. Onu hakem yapan melekler şu cevapla karşılaşır: "İki taraftaki mesafeyi ölçün, terk ettiği şehre mi yoksa gitmekte olduğu beldeye mi yakın öldüğünü tespit edin." Adamın gideceği beldeye yakın bir yerde vefat etmesi nedeniyle cenazeyi rahmet melekleri kucaklar... (Buhari ve Müslim)
Burada esasen ölçü esas alınmış, hassas bir karar verilmiş gibi gösterilmiş, ancak ana meselede tövbenin samimiyeti-yoğunluğu aranmıştır.

Önemli olan, olup biteni doğru yorumlamak ve gereken saptamaları yapmaktır.

(30-11-2009)

(Barış Yelkenci)

427-Aşk-I Memnu
 

Son zamanların gözde dizisi. Adına bakılırsa çokta normal. Yasak/men edilmiş Aşk. Hz.Adem'e yasak sevdirilirde, ademoğullarına sevdirilmez mi ? Hele sevilen kısmında söz konusu olan Bihter yada Behlül' se, vay anam vay...

SüphanALLAH ne de güzeller değil mi ? Hiçbir eksiklik noksanlık yok güzelliklerinde. Bakınca insan ALLAH' ın vechini, Cemal isminin suretini seyrediyor. Gözünü kırpmadan 1 küsur saat seyret diziyi canım, bu gözle bakarsan o da ibadet canım değil mi ?...

İyi de, o diziyi seyretmezken, yada başka bir programı seyrederken nereye gidiyor bu SüphanALLAH ? Cemal' i neden bu kadar az ki hem ? Binlerce program içinden 2-3 tanesinde var. Dizi dışındaki baktığın yerlerde niye göremiyor ve müşahede edemiyorsun ? Oralarda gördüklerin Süphan kısmından veya Cemal' den ayrı mı ? Hayal içinde hayal olan bir karakterde ALLAH' ı müşahede ediyorsun da, öz be öz deden, senden ziyaret ve ilgi beklerken, babaannen hasta olup evinde yatarken, bir garip soğukta üşüyor, bir aç karnına taş bağlıyorken, hatta zalim zulmediyor, sarhoş olay çıkarıyorken neden göremiyorsun Vechullah' ı ? Her yer, her birim, her zerre
O'ndan gayrı olmaksızın, esmalarından oluşmuş lagalugasındasın ya, şimdi neden göremiyorsun Cemal' i..?

Neden olacak ? Nefsinden... ALLAH' ı sadece nefsine hoş gelen yerlerde ve şekillerde bulmak, seyirlerini hep istediğin şekillerde, hoşuna giden tarzlarda yapmak istiyorsun da olan. Seninki, olanı seyretmek değil güzelim, olmasını istediğin şekildekileri seyretmek ki; bu olmadıkça yanarsın da niye yandığını anlamazsın. Aşk aşk diyorsun da, Aşk-ı memnuyu/men edilmiş aşkı seyrederken, sen aşktan men ediliyorsun da farkında olmuyorsun.

Ne zaman o kel, bu fodul, şu çirkin değerlendirmelerinden sıyrılırsın, yüzünü ne yana dönersen dön Vechullah' ı görürsün ve gördüğünden de memnun olursun, o zaman televizyona hapis olup Aşk-ı Memnu seyretmene gerek kalmaz, her an AŞK-I MEMNUN olarak yaşarsın...

(04-12-2009)

(Mert Kılıç)

 

428-Şiirsel bir tapınışın çook ötelerinden...

Yasin 69- O`na şiir öğretmedik! O`na yakışmaz da! O ancak bir hatırlatma ve apaçık bir Kurân`dır!
İnzal olduğu çağ ve toplum itibarıyla kullandığı anlatım tekniğinin eşsizliğinden dem vurulan kuran bir şiir değildir uyarısı bu noktada düşünülesi...
Rasulallah'ı “Cinlenmiş şair!” ifadesi ile tenkit ederlerken bile eşyalarını eminliği nedeniyle ona emanet etmekten kaçınmayanların durumuna benzememek adına, islama yönelenlerin, Kur'an'ın şiir olmayışına dair yapılan bu vurguyu objektif bir algı ile tekrar düşünmeleri gerekir sanırım.
Şiir, beşere göre yaşanmış yani fiil aleminde suretlenmiş herhangi bir olayın ,durumun,halin bir seyreden yapı ile algılanışı sonrası, algılayanın penceresinde yansıyanın ,yansırken algılayanda yarattığı etkiyi anlatan bir tür “Ben yaşadım harikaydı sende yaşarsan işte bu denli etkileyici olur !!” mesajı iletme güdüsü açılımıdır...
Oysa Kur'an Rasulallah'a inzal olur....
Daha önce birine inzal olmuşta birde sen dene şeklinde bir yaklaşım Kur'an ruhuna terstir kanımca...
Yüzünü ,idrakını Hakka döndürenin kendinde bulduğu rasule inzal olunan kuran inzal olduğu rasule kendi hakikatini hatırlatır...
Geçmişte yaşamış efsanevi ve erişilmez kişiliklerin başlarından geçen insanüstü ,doğaüstü olayların anlatıldığı ,insanların hayretten gözlerin faltaşı gibi açıldığı ve bu hayretle kendilerini helak edecek bir cezalandırıcının öfkesini bu denli sanatsal bir biçimde seçtiği bir beşere söylettirmesinden ibaret bir kutsal metin yaklaşımı hakikatine ayna olma peşinde samimiyetle soranlar için nasıl kabul edilebilinir olabilir ki!!
Kendinden gayrı olmayan ,samed sıfatı ile kendinin som oluşuna işaret eden bir gerçeklik ,zaman kavramı zavallılığı sınırlılığına yaslanılarak “Geçmişin muhteşem şairane masallarından o kadar etkilenmeliyiz ki tüylerimiz diken diken olmalı !!“ yaklaşımı ile etiketlenmeye çalışılan bir zamanüstü ifade ile kendini açarken Fatiha okuyarak gaflet ve delaletten Allah'a sığınmaya çalışanların gaflet ve delalet tanımı ne ola ki???

(09-12-2009)

(Özgür Kurt DURMAZ)

 

429-Baklava Tepsisi

- Hocam, bir tepsi baklava gidiyor, bakar mısın?

- Bana ne?

- Ama hocam sizin eve doğru gidiyor.

- Sana ne?

Hoca Nasreddin’in duruşu, bize çok şey söylüyor:

1- BANA NE: Dışarısı ile ilgilenmiyorum!

2- SANA NE: Dışarının içime sızmasına izin vermiyorum!

Fıkradaki hoca halini açığa çıkarmada başarılı olduğumuz söylenemez! Tasavvuf; tamamıyla içsel bir yöneliş iken; “Dışsallığın şeytani zehirleri” tatlı tepsisinde, dayanılmaz iştahlarla girer hayatımıza. Daha doğrusu biz izin verirsek girer!

Gündeminiz “Dış dünya” ve “Başkaları” ise dengeli bir yaşam yörüngesine oturmak ve turunu tamamlamak imkânsızlaşır. Seyreder, izler, öğrenirsiniz ama yerinde saymaktan ötesi değildir yaşadığınız.

Gıybetin iğrenç bir tasvirle haram oluşunu -yaşamasa da bilinirken aynı ayetteki TECESSÜS ün, tıpkı gıybet gibi olduğu gözden kaçar. Şeriat Ehlince “Başkalarının gizliliklerini araştırmak” diye çevrilen tecessüs; bizce daha deruni olarak “Başkalarının gündemiyle meşgul olmak”tır!

Gündeminize bir bakınız. Ne kadar derunla, ne kadar dışarıyla meşgulsünüz? Ne kadar kendinizle ve gündeminizlesiniz, ne kadar başkaları ve gündemleri ile?

Gıybet- Tecessüsle yaşanan; cehennemdir. Tasavvufi paylaşımlar adına bunları yapmaksa “Deccalin Cenneti” kavramı ile açıklanabilir ki; “Mehdinin Cehennemi”dir bu hakikatte.

***

Fıkradaki ikinci hal, en az birincisi kadar mühim. Dışarının, kişilerin gündeminizi işgaline izin vermemek! İçsel hallerinize nüfuza; şeytanî- vehmî sızmalara kapı açmamak! Bunu nasıl engelleyeceğiz?...

Samimiyet- İyi Niyet adına paylaştığınız her durum; şeytani sızmalara açık hale gelmektir! Büyüklerin “Nasılsın?” sorusuna “Elhamdülillah ala külli hal” cevapları ölçümüz olsun. Şikayet etmeden, dert yanmadan her halimize hamd ile beyan vermek, dış dünyadan sızmalara kolay bir settir!

Efendimiz (sav) in “NE ZULMEDİNİZ NE DE SİZE ZULMEDİLMESİNE İZİN VERİNİZ” hadisini; “Ne dış dünya ile zihnini meşgul ederek dışarının negatifini çek, ne de başkalarının gündemini taklit ederek kendine zulmet”, diye anlıyoruz.

Baklava görüntüsünde ikram edilen leş sofralarından uzak olmamız niyazımla!

(14-12-2009)

(Mehmet Doğramacı)

 

430-Başarı

Toplumsal yapının kısır döngü içinde bulunduğu zaman etrafa yardımcı olmayı kim istemez ki? Bu niyet ile işe yaklaşım yapılırsa yerinde olur. Bunun adı BAŞARI dır.

Başarı böylece hedeflenen bir özellik haline gelir.

İstenilen değerleri ortaya koyabilme özelliği yanlış teşebbüslerde bulunulduğunda, yani başarısızlık ayan beyan ortaya çıktığında müteşebbisin yapması gereken şey, kabahati kendinde bulmasıdır.

Böyle bir birey hiçbir zaman başkalarını veya içinde bulundukları koşulları bahane olarak öne sürmez ve başarısızlığını önleme gafletine düşmez. "Kararı ben verdim, olumsuz sonuçtan da sadece ben sorumluyum." diyerek başarısızlığını kabul eder.

Asalet dolu bir davranışla insanlara bir örnek teşkil eder.. Devamlı başarısız olan sorumluluktan kaçar. O kişi esasen vehmi tarafından yönetildiği için pek sağlıklı karar veremez; işine gelen sonuçları kendi büyüklüğüne hamleder, böbürlenir. Ancak Allah böbürleneni sevmez.

Basit sıradan biri, beklentilerin altında somut olmayan şeyleri elinde olmadan sunduğunda bu kez, tümüyle sistemi, arkadaşlarını kötüler. Hatta eşini, aile bireylerini hatasına ortak eder, talihsizliğe bağlar; işler iyi gidip fark edildiğinde, şanstan talihten hiç bahsetmez, her şeyin kendi inisiyatifi ile gelişme gösterdiğini ve sonuca bu şekilde ulaşıldığını anlatır.

Bir bakıma başarı onun aklı, zekâsı, basireti sayesinde olmuştur.

O öyle kabul eder.

Bütün olumsuz faktörlere rağmen kendine güvenini kaybetmeyen, ağır koşullarda mesuliyetler yüklenen bu niteliğe ulaşır demek doğru olur.

Ve sonunda kendisine ağır eleştirilerde bulunanların dahi beğenisini kazanır.

İşte başarı böyle yakalanır.

(18-12-2009)

(Barış Yelkenci)


 

431-Dibi Delik Çuval

Bir çuvalınız olsa ve dibi de yarıya kadar delik olsa... Siz içini doldurmaya çalıştıkça, delik olmayan kısımda biraz kalsa da doldurmaya çalıştıklarınız, delik bölüme denk gelenler aşağıdan dökülürler. Delikten daha büyük olan cisimler delikten geçemediği için çuvaldan düşmez ve eğer deliğin önünü kapatırsa belki belli bir ağırlık oluşana kadar çuvalı doldurabilirsiniz. Ne var ki dikişin istidadına, yani sıklığı ve ipliğin sağlamlığına göre yükün artması sonucu, delik büyük cismin geçeceği kadar yırtılarak genişler ve artık tamamen dipsiz bir çuvalınız olmuş olur. Artık yukarıdan ne atarsanız aşağıdan aynen düşer...

Bakıyorum mert'e de, aynen böyle dibi delik çuval... Sorsan derki;

- ALLAH' ı arıyorum.

ALLAH aramakla bulunmaz desen;

- Bulanlarda ancak arayanlarmış der.

Değişik tasavvuf meclislerine, sohbetlere gider, yazılar okur, didinir durur. Ne var ki bir yandan sürekli bilgi toplamaya çalışırken, bir yandan da bunların çoğunu zamanla unuttuğunu fark eder. Bilgiyi kullanmadıkça, yaşamadıkça değerlendirmemiş, yani şükretmemiştir ve şükür olmayınca, bereketi de olmamıştır. Dipteki deliği kapatmadan, hala daha dibi delik bir çuvala üstten cisimler atmanın sadece kendini kandırmak ve oyalanmak, aklını kullanmamak olduğunu fark edince, bir deliğe, birde dikişli kısma bakıp, buranın işin şeriat/kesrette yaşam kısmı olduğunu anladı. Şeriat uygulamasındaki eksiklikler kapatılmadan, bu çuvala ne kadar bilgi girerse girsin bir faydası olmayacaktı. Ancak bir yandan da düşündü ki bu çuvalı tamir etse ve ağzına kadar doldursa acaba iş bitmiş mi olacaktı..? Bu çuval o zaman “ben varım” diye daha kuvvetli bağırmayacak mıydı ? “Ben buyum, nasılda doluyum” diye gerek düşüncede gerek hayalde kainata nara atmayacak mıydı ? Dolu bir çuval olmak mı doğruydu, yoksa tamamen bir hiç olduğu bilincinde; dibi tamamen delik ve ne girerse o çıkarı seyir halinde olmak mı ? Aslında bu bocalamasının temelinde belki de aldığı bilgilerin tek bir mertebede olmamasındandı. Kendisi 1. mertebedeyken, bazen 3. nün bilgilerini, bazen 6. nın, bazen 2. nin bilgilerini, değerlerini öğrendiğinden ve bunların hiçbirini layıkı ile tecrübe etmemiş olduğundan, boşta kalan, havada kalan ve bir müddet sonra unutulan bilgilere sahip olmasındandı. Unutulmayanlarda kafa karıştırıyordu. O sebeple;

- En güzeli zamana bırakmak dedi. Boşa demedi işin ehli... Sahabeler, kendilerine seviyelerine göre hitap eden tek kaynaktan beslenip, 23 senede öğrendiklerini hakkıyla yaşama geçirerek, olmuşlar... Öyle ise;

- Bana düşen şu ANki idrakım ne ise önce bunun hakkını vermek.

- Sonuçta çuval nasılsa tamamen delinecek düşüncesiyle,

- Dolmayı yaşamadan, dikişli kısmı da kesmek, olmasa gerek.

Anlaşılan o ki; bu mert, dibi delikliği de yaşayacak, dikişi tamamlayıp dolmayı da... Varsa nasibinde, dolu da olsa, boşta olsa kumaş parçası ötesinde bir şey olmadığını anlamak, o zaman belki dipsiz kalmayı da... Ona düşen tevekkülle çalışmak ve unutmamak “bu da geçer ya HU”... derken sesleniyor hala;

- Rab' bimi sınırlama! Hadi' yi ve hidayet sistemini sınırlama. Ne biliyorsun ? Belki de öyle büyük bir ilim gelecek ki; delikten büyük. Onun ağırlığıyla çuvalın dolmasını beklemeye gerek kalmadan, delinecek dibim. Görelim Mevlam ne eyler ? Ne eylerse güzel eyler...

(22-12-2009)

(Mert Kılıç)


 

432-Ama içerisi çok karanlık!

Avluda yere bakına bakına bir şey arıyor Nasreddin Hoca. Komşusu sorar:
-       Hocam bir şey mi kaybettin?
-       Yüzüğümü arıyorum.
-       Nerede düşürdün?
-       Bodrumda.
-       İlahi hoca, bodrumda kaybolan avluda bulunur mu hiç?
-       Ama bodrum çok karanlık!..

Hakikati arayanların hali buna benziyor mu biraz? Kendimizle konuşalım mı?...
-       Özüne dön, her şey sende!
-       Öyle dersem Firavunlaşmaktan korkarım.
-       İlmi değerlendir!
-       Sen anlat veya bana mürşid bul!
-       Çok dışarıdasın, içeri çekilsen!
-       İnsanları seviyorum, hem yalnızlık Allah’a mahsus!
-       Az da kendin için yaşasan!
-       Evlad u ıyal var, yüzüstü mü bırakalım?
-       Dışarıdaki rolleri yapıştırma üstüne, sen bu değilsin!
-       İşyeri, ev, çevre onca sorumluluk? Boş mu verelim?..
-       Çok konuşuyorsun, azıcık sussan!
-       Ama ben bilgiyi paylaşıyorum.
-       Gayen?
-       Allah.
-       Nerede bulunacak Allah?...
-       Bulanları okuyor, takip ediyor, hizmet ediyorum, daha ne yapabilir ki?.
-       Sahi, hizmet ne sence?
-       İnsanlara koşmak, dertlerine deva olmak!
-       Bulanlar huzura ermiş. Huzurlu musun peki?..
-       Deşme yaramı, içim sıkılıyor…

Uzar gider lakırdılar. Aranan; kaybedildiği yerde aranmadığı sürece de dolap beygiri misali turlamalar; seyir sanılarak ömür tüketilir.

Yüzük niye avluda aranıyor? Bodrum karanlık. Mazerete bakın. Bizimkinin öne sürdükleri de bir o kadar tuhaf, komik, gerçekten uzak aslında. Anlayana.

Bodrum, evin mahremi! Yüzük; ebediyet sembolü, kökeni eski Mısır’a uzanır.  En mahrem, en içsel yerde ebediyete açılan kapı!... Derunumuzda.

“Allah a’mada idi” hitabına “Şimdi de öyle” diyen zat, neyi fark etti acaba?! A’manın anlamı karanlık mıydı? Kalpteki siyah nokta?!...

“Şimdi de öyle” diyen, kaybettiği yerde aramayı akıl edip, karanlığa rağmen bodruma girmeyi göze almış olmasın?!... Kim bilir, sır denilenlerin anahtarı belki de çok basit.

Dışarıda dolanarak mı zulmediyoruz kendimize ne?... 

(26-12-2009)

(Mehmet Doğramacı)

 

433-“Ey iman edenler...”

“Ey iman edenler, "B" harfinin işaret ettiği anlam ile iman edin Allah'a, O'nun Rasûlüne, Rasûlüne inzâl ettiği (El Esmâ mertebesinden bilincine) gibi daha öncekilere de inzâl etmiş olduğu hakikat bilgisine... Kim Esmâ'sıyla her şeyi yaratmış olan Allah'a, O'nun melâikesine (Esmâ'nın işaret ettiği mânâların açığa çıkan kuvvelerine), O'nun Kitaplarına (inzâl etmiş olduğu hakikat bilgisine), O'nun Rasûllerine ve gelecekteki sonsuz yaşam sürecine kâfirlik ederse (inkâr ederse), gerçekten çok uzak bir inanç bozukluğuna sapmıştır.”

Nisa suresinin bu ayetinde açıkça görülüyor ki, iman edenlere imanı yönünde sebat edin de demektir.

İmanda sebat edip kalmak, kolay bir işlev değildir. Bazen öyle olur ki, en küçük bir dalga, yaşanan basit bir olumsuzluk imanın tazelenmesi için gereklidir.

O nedenle insan tam bir teslimiyet-inançla, ihlâsla yaşamını, ilişkilerini, sisteme dönük inancına uygun şekle sokmalıdır.

Çünkü bu inanç Allah Rasulünün gösterdiği doğru ve hidayete uzanan yoludur.

Özündeki Rabbine uzanmaktadır.

Ayetin başında belirtildiği gibi B harfinin işaret ettiği mana itibariyle iman söz konusudur. Böyle olunca önce Allah’a, daha açıkçası Allah ismiyle işaret edilen manaya ve bu kapsamda diğer boyutlara iman gereklidir.

Dikkat edilirse amentüde bir sıralama söz konusudur. O nedenle bu uyarıya uyma gereği vardır.

Ayrıca bir “Müslüman” iman dairesinde evrensel kitapta yazılı her şeyi itiraza mahal bırakmaksızın kabul eder.

Bir kısmın alıp, bir kısmını değerlendirme dışı bırakmak ona yakışmaz. Esasen imandan sayılmaz.

Uyulması gereken kurallar bunlardır. Ancak en başta bir “ilah olmadığı gerekçesiyle iman kapısının açılımı söz konusudur.

Cenabı hak cümlemize böyle bir iman nasip etmiş olsun.

(30-12-2009)

(Barış Yelkenci)

434-Rab' den Allah'a...

Fark ettiğinden de cahil olduğunu düşünüp, kendisini bu kadar bilen ve öğretenin arasına atan RAB' binin Latifiyetini, kendindeki Şekur nasibince değerlendirmesinin lüzumunu hissettiği, meclistekilerin büyüğünün hitabı geldi;

-Ya sen ?.. Ne düşünüyorsun bu konuda..?

Kartal gelmiş, kalkan balığına uçma hakkındaki fikrini soruyor. Ne denir ki ? Diye düşündü... Ortamdaki herkes bilgili ve hal ehli idi, hele ki büyükler; biri İlimde, diğeri Kalemde, öbürü Yaşamda erbap iken ne diyebilirdi ki ? Hepsi bir noktada en yüksek makamlardı ortamdaki. Kendininse hiçbir özelliği yoktu. Sonra aklına geldi; “Yere göğe sığmam, mümin kulun kalbine sığarım”. Ne müminliğine, ne kalbine güveniyordu ama umudu da kesmiyordu. Beyni durdu, kalbi konuştu;

-Şu gördüğünüz acizde ne sizinki gibi ilim, ne diğer hazretlerinki gibi kelam ve yaşam var. Ancak ben bundan dolayı en ufak bir mutsuzlukta duymuyorum. Çünkü eğer ki bu etrafımdakilerin bütün güzel özellikleri bende olsa idi, tek başıma kalıp, hiçbir şeyi seyredip temaşa etmeksizin; Ne de çok ilmim var, amma güzelim, benden iyisi, bilgilisi yok demekten başka çare kalmazdı. BEN, bu gerçeğin sadece bu şekilde cereyan etmesindense, her bir özelliği değişik kombinasyonlarla değişik yerlerde seyretmeyi yeğledim. Bu durumda şu geveleyen aciz, kainatta her algıladığının kendisine hizmet ettiğini görüyor. Aynı şekilde kendisinin de aynen kainattaki her şeye hizmet ettiğini, istese de, istemese de... Algılanan her zerre, kendisi dışında algılanan her zerre için ve kendisi dışındaki her zerre de, onun için var. Bunu bilmek kişiye, hem kainata aşk duydururken, kainatın o kişiye olan aşkını da hissetmesine sebep oluyor. Her şeyin, her şeye olan bağlılığına, aşkına ve muhtaçlığına bir bütün olarak baktığımızda muhtaçsız bir tek çıkıyor. İşte bu sebepten ben sizi de sizdeki özelliği de aşk ile severim. Aynı mantıktan kendimdeki özelliği de...

Dedikten çok sonra, farkına vardı, söylediklerinin aslında sorulan sorunun cevabı olduğunu... Rab seyrinden, Allah seyrine geçişin örneğini verdiğini...

(03-01-2010)

(Mert Kılıç)

435-Rüya

Billur sular fışkırıyor kayalardan… Mineral değerleri yüksek, saf bir ab-ı hayat köpük köpük, gürül gürül çağlıyor… İnsanlar etrafına serilmiş piknik yapıyorlar.

O da ne?.. Kabına su alanlar yok denecek kadar az. Çoğu yanında getirdiği pet şişelerden, damacanalardan içiyor suyunu. Kimininse toprak testisinde, bakır tasında su.

“Olacak şey mi, kaynağa bu kadar yakınken?” diyorum. Kimse cevaplamıyor sorumu. Kimse aldırmıyor. Herkes kendi halinde… Kaynaktan dolduranlara yöneliyor, “Siz bari uyarın, gaflet bu”, diyorum. İşine bak, dercesine derin gözlerle sükût ediyorlar.

Havaalanındayım. Şirketler promosyonu iyice abartmış. 1 liraya yurtiçi 5 liraya yurtdışı uçulabiliyor. Değerlendiren o kadar az ki… “Kapışana gitmeli biletler” diye düşünürken, birden bire tren garında buluyorum kendimi. Buharlı trene bilet alanlar hiç de azımsanacak gibi değil. Hem pek bir memnunlar hallerinden. “Uçak sudan ucuz, duymadınız mı?” diyecek oluyorum yanımdaki adama. Trenin faziletinden, kompartımanların rahatlığından, seyahatin nostaljik neşesinden bir başlıyor ki anlatmaya, susturana aşk olsun! Ağzım açık kalakalıyorum…

Sızlanan, inleyen hastalara uğruyor yolum. Hemşireler, doktorlar gergin. Yorgun gözlerinden uykular damlayan nöbetçi intörnle konuşuyorum:

-Devasız mı dertleri? Ne çok inliyor, bağrışıyorlar?!”

-İlaç kabul etmiyorlar! İlaca ön yargılarını kıramadık. Bir kabul etseler kurtulacaklar ama ne gezeeerrr!

-Peki ne kullanıyorlar?..

-Atadan görme kocakarı ilaçları ve karışımlar.

-Şifa oluyor mu bari?

-Olsa bağırırlar mı, asabımı bozma Allah aşkına!...

Doktoru daha fazla yormadan uzaklaşıyorum.  Hem acıyla inlemek hem devaya yanaşmamak?!!!.. Hiç, ama hiç, anlamıyorum…

***

Gergin ve bunalmış olarak uyanıyorum. Sabahın köründe cebime bir mesaj düşüyor:

Deme şu niçin şöyle / Yerincedir ol öyle/ Bak sonuna sabreyle / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler…

(08-01-2010)

(Mehmet Doğramacı)

436-Sistem

Neyin ne olduğunu, hangi çizginin neye işaret ettiğini, kimin nerde durması gerektiğini ifade eden bir olgu, “sistem” denen şey.

Varlığı güçlenen, gittikçe hissedilen bir boyut.

Sistem, “sebep-sonuç ilişkisini” anlatan, özetlemek gerekirse bedel ödediğimiz bir yaşam türü.

Öyle ki, giderek genişleyen, derinlere kök salan gücü ile tüm evreni kontrol altında tutmayı başarabiliyor.

Onun varlığı sürdükçe eşitlik ilişkisi hayal oluyor.

Zerre kadar yapılan hayır veya zerre kadar gerçekleştirilen kötülük bir şekilde karşılığını buluyor.

Aklımızdan asla çıkarmamamız gereken durum şu: Sistem kendi kendimizi keşfetmeye yarayan bir düzen.

Bize ölüm ötesini varoluş gayesini göstermekte oldukça kararlı.

Çünkü her canlının doğumu ve ölümü söz konusu.

Enteresan olan, dünyanın sisteminin farklı veya diğer gezegenlerin sistemleri ile öte yaşam diye nitelendirdiğimiz ahiret hayatının sisteminin çok değişik oluşu.

Sizin de fark ettiğiniz gibi bu konum, aşağı yukarı bütün evrenin katmanları için geçerli.

Bir sistemde mevcut olan değerler, bahsini ettiğimiz diğer sistemde hiçbir şey ifade etmiyor.

Ancak, arada bir kopukluğun olduğunu düşünmek de saflık olur.

Zira, bu sistemde gayretli olan, yaşam biçiminin farklı olduğu sistemde de bu özelliğinden faydalanabiliyor.

Bu nedenle “dünya ahretin tarlasıdır” denmiş.

Ayrıca, diğer boyutlarla iletişim imkânı dahi mevcut.

Özetlemek gerekirse, kâinat bizim algılayabildiğimiz ya da algılayamadığımız düzeyde sonsuz sistemler ve bu düzende yaşayan canlılardan meydana gelmiştir.

İşin ilginç yanı, ne kadar değişik olursa olsun her farklı seviyede hükmünü sürdüren astrolojik tesirlerin varlığının olması.

Bu koşul, esasen tüm sistemlerin ortak dili oluyor.

(12-01-2010)

(Barış Yelkenci)

437-Şakk-ı Kamer

Abdullah İbni Mesut'tan rivayetle gelen bir hadiste, Rasulullah'la beraber Mina'da oldukları sırada kendilerine gelen müşriklerin beyin takımı olarak ifade edilebilecek bir grubun, (bu grup  Müşriklerden Velid b. Muğîre, Ebu Cehl, Âs b. Hişam, Esved b. Abd-i Yağus, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Nadr b. Hâris vb gibilerden oluşmaktaydı.)

"Eğer, sen gerçekten peygambersen, bize yarısı Ebu Kubeys dağı, yarısı da Kuaykıan dağı üzerinde görülmek üzere, Ay'ı ikiye ayır." demeleri üzerine vuku buluşu sonrası Ay'ın iki ayrı parçasının Hira Dağının iki farklı yanına düşmesi ile sonuçlanışından bahsedilir....

Bu hadisenin gerçekleştiği gece ayın 14'üdür yani Ay'ın gökyüzünde apaçık görünüyor olduğu bir gecedir...(ay geceleri belirir yani kişi kendi adı ile işaret ettiğiğ yapıya yüzünü döndüğünde...ancak buradaki kendi zann'dan ibaret olan kendi'dir)

Ve KAMER Suresinin ilk ayeti:

"Ikterabetis saatu venşakkal Kamer;Yaklaştı o saat ve Kamer (Ay) yarıldı!"

cümlesiidir...

Yaklaşan saat islam alimlerince kıyamet olarak düşünülmüştür.

Kişisel kanaatim bu ayetteki mecazın şu yönde olduğudur:

Ay isimi ile işaret edilen yapının teşbih yollu anlatımda işaret edebileceği manaları önce bir düşündüm.

Ay bilinçaltı,insanını duygular ile ifade edilen yanı...

Ay doğrudan kendinden gelen bir ışık kaynağı değildir...Osmanlıca da Nur ve Ziya sözcüklerinin anlamları tarandığında Nur sözcüğünün bir noktadan yansıyan ışık olması söz konusu iken Ziya kaynağından çıkan şiddetli ışıktır..

Gökyüzü basit bir düşünüşle bizim semamızdır...

Ay yarılırken Rasulullah ve şahit olanların Mina'da olması da enteresandır...Mina Hac ibadetinde Mekke ile Arafat'ı birbirine bağlayan yol üzerinde bulunan ve "Şeytan Taşlama" alanının bulunduğu mahaldir...

Ay'ın iki parçaya bölünmesi ,birçok parça şeklinde paramparça olmadan iki ayrı parça olarak HİRA Dağının iki yanına düşmesi de dikkat edilmesi gereken başka bir noktadır kanımca..

Hira; Rasulullah'ın vahiy sureci öncesinde uzun uzun kendi ile kaldığı ve ilk vahi aldığı yerin adıdır...

Ay'ın iki ayrı parçaya ayrılması ise Ay ile işaret edilen yapının yani bilinçaltının yada duyguların iki yönü olarak (hem pozitif hem de negatif) kullanılması durumunda da her iki yönde de güçlü bir altyapı sağlama potansiyeli oluşu ile alakalıdır kanımca.

Bu ayetin bende uyandırdığı algı şudur:

" Kişi ,varlığındaki risalet boyutundan haberdar olarak (ona iman etse de etmese de-ayın yarılışına şahit olan Müslümanlar da var müşriklerde ve her iki grup da rasulullah'tan haberdar...)

kendinde var olan veritabanını,bilinçaltını ,kendindeki Mina'da yani kendindeki vehim kuvvesinin hakimiyetinin farkındalığı ile o kuvvenin hakimiyetine son verecek bir fiiliyata  ulaştığı noktada kendi semasından yani kendi bilincine olan tasarrufunun etkili olduğu düşünsel ve duygusal alanından aşağıya indirir..İkiye ayırmak sureti ile...

Ay yani veritabanı yani kendisine ulaşan bilginin(burada dolaylı yollu bilgiyi kastetmek istiyorum,bu bilgi bilinçaltı ile işaret etmeye çalıştığım üzere hakikat bilgisi de olabilir kendinden üst bilinçten yansıyan yahut başka türlü bir bilgi yumağı da olabilir) semadaki hakimiyeti son  bulur...Nasıl Kendi hakikatinden bulduğu kendisinin algılamakta olduğu ,dışarıdan kendine gelen değil, kendi derunundan kendisine inzal olunan bilginin kendisini kuşatması durumunda Ay yani yansıtılmış bilgi yani dolaylı bilgi yarılır ve yeryüzüne yani kişinin kolaylıkla kullanabildiği yaşamını sürdürebilmek için gıda aldığı mahale iner iki parça halinde...Yeryüzünde Hira'nın iki yanına düşer yani yeryüzünde risaleti açığa çıkardığı noktanın iki yanına düşer ..Ne amaçla?

O noktadaki kudretin hizmetinde olma amacı ile..

İnşikak ...

Yarılan bu bütün ,sert kabuk...(belki de bu kabuk içinde risalet embriyosunu taşıyan bir yumurta hükmündedir)

Kendi derunundaki özün kendini örtüsünden sıyırışı sonrası kişinin semasını,dünyasını siler ve artık dünya başka bir dünya ,sema başka bir sema olur ki Ay ışığı ile aydınlanmaktan münezzehtir artık...

Artık kendinden taşan ziya omu aydınlatır...

Doğrusunu Allah, Rasulu ve ehli bilir...

(16-01-2010)

(Özgür Kurt DURMAZ)

438-Defineciler Kahvesi

Nicedir görüşmediğim eski bir dostla pazarda karşılaştık. Yağmur birden bire bastırınca da köşedeki kahveye daldık. Define arayanların buluşma yeriymiş burası. Eskiden bu işlere epey merak salmış dostum, ne ümitler demlemiş burada senelerce…

Çaylarımızı yudumlarken yanaşan biri, define gündeminden söz açtı iştahla:

-Topkapı ile Edirnekapı arasında, sur dibinde 20 ton altın var kardeşim.

-Varsa niye çıkarmıyorsunuz?

-Nasıl çıkarırsın, gece gündüz göz önünde orası.

-20 ton altın çok uçuk değil mi, nereden biliyorsun?

-Fazlası var, eksiği yok… Alet gösterdi hem…

Derken sohbete birkaç kişi daha katıldı. Kimi Belgrat Ormanlarındaki gömülerden, kimi Kızkulesi’nin oralardaki hazineden, kimi Ayasofya’dan Kınalıada’ya uzanan tüneldeki küp küp mücevherattan bahsetti. Bol keseden atılan define hikâyelerini ibretle dinledim. Kurulan türlü zenginlik ve cennet hayallerine “hı hııı” dedim.

Çayını bitiren eli tespihli boş adamlar bir bir yanımızdan ayrılırken hesabı istedim. Dayanamayıp kahveciye sordum:

-Durmadan gömülerden bahsediliyor. Malı kaldıran var mı peki?

Kahveci bir çırpıda ocağa koştu. Az sonra elinde bir defterle döndü. İronik bir gülümsemeyle yanaklarından muziplik taşarken buhar ve kirden paçavraya dönmüş sayfaları açtı ve şöyle dedi:

-Yer altında tonlarca altın hikâyeleri anlatanlar var ya?

-Eeeee?...

-İşte bu defter onların çay borçları!… Hahahahaahahaaaa… İlahi beyim, malı kaldırsalar burada pineklerler mi?... Bu işin sohbeti güzeldir, sohbetiiiii… Geçinip gidiyooo garibanlar… Çay borçları çok da olsa hayalleri güzel be abim… Uçan kuşun kanadını kırmak olmaz, onlar anlatır biz dinleriz… Yaldızlı muhabbetler demleriiiizzzzz…Hahahahaaa…

Kahveden çıkıp metroya doğru ilerlerken derinlere dalmış olacağım ki dostumun seslenişini duymamışım bile. Kolumu çekiştirerek;

-Heyyy sana diyorum noldu?

Kim bilir kaçıncı seslenişiydi ki başımı çevirdiğimde gayri ihtiyari, ocakçının sözleri döküldü dudaklarımdan:

< BU İŞİN SOHBETİ GÜZEL... UÇAN KUŞUN KANADINI KIRMAK OLMAZ… >

(22-01-2010)

(Mehmet Doğramacı)

439-Farkında olabilmek

Kar sanki insanın makûs kaderi. En tedbirli olanı dahi çaresizlik içinde, zor durumlarda bırakabiliyor.
Aslında gündelik yaşamda akılla bazı olaylar birbirine bağlanıyor, ama belli bir noktadan sonra derinliğine inilemiyor; devamlı yağan kar misali, ne getireceği belli olmuyor.
Bu durumda akıllı ya da akılsız fark etmezken, ”lokal duyarsızlıklarla” çelişen evren ise bu durumu kabullenemiyor.
Bu bağlamda hayat hep beklentilerin dışında gelişiyor. Ve insanoğlu bir türlü gelecekle ilgili tahminlerde bulunamıyor. Bulunsa dahi hiç tutmuyor. Esasen, geçmişten günümüze yapılan bir okumanın tezahürü bu, bunun yeni olmadığını biliyoruz.
Meleki boyuttaki dönüşümler de algılama yelpazemize girmedikçe bilinemiyor. Duyu araçlarına sıkı sıkıya bağımlı hale geldiğimiz için hep ters yüz durumlarda kalıyoruz. Bizler tümüyle varsayımlara dayalı şekilde yaşıyoruz, ama bunun farkında olamıyoruz.
Ancak bulutlar varsa yağmurun yağacağını anlayabiliyor, kabul edip reddetmeyebiliyoruz.
Nitekim ayeti kerime de bu hususa işaret ediyor:
“Görmedin mi ki Allah bulutları (fikirler) sürüyor, sonra aralarını birleştiriyor (onları hikmetle bütünleştirip), sonra üst üste yığıyor (sistem ve düzen)! Böylece yağmurun (rahmetin) onların aralarından çıktığını görürsün... Semâdan, dağlar misali bulutlardan (rahmet kaynağından) dolu (hakikat ilmi sağanağı) boşanır... Onu dilediği kimseye isabet ettirir, dilediği kimseden de çevirir! Onun şimşeğinin (tecelli-i zât'ı berkî = anlık şuurda parlayan zâta dönük hakikat müşahedesi) şiddetli parıltısı neredeyse görülesileri görülmez eder!” (Nur-43, Allah İlminden Yansımalar- AHMED HULÛSİ)

(26-01-2010)

(Ali Eren)

440-Ölüm

Ölüm Allahın emri.

Anne rahminde tespit edilmiş hususlardan bir tanesi.

Dünyanın “terk edilişi, yalvarışların yakarışların” geçmediği an.

Yani hayatta kalma çabasına son veriliş.

Kimileri ahiret boyutlarının ne denli çetin olduğunu bilmeden ölümle birlikte; dinlenme, huzura erme ve istirahata erme gibi düşünüyor bu olguyu.

Tabi ki hatalı bir varsayım bu.

Bütün bir ömrün muhasebesinin birkaç saniyeye sığdırılması düşünüldüğünde altından kalkılamayacak bir ağırlığı var

ortada.

Vefat eden ve yakınım olan bir insan için gözlerimiz dolar, bir gün sıra bize de gelecek diye yüreğimiz ağzımıza gelir.

O nedenle her günün hesabı iyi yapılmalı, Allahın “Seri-ül Hisap” olduğu akıllardan çıkarılmamalıdır.

Adının siyasetle anılması nedeniyle ismini veremeyeceğim bir muhterem ölümden korkmadığını şu cümlelerle ifade ediyor; Ben yaşlı bir adamım, ölüm bana kapı komşusu artık, bir gün önce bir gün sonra bunun hesabını yapacak halim yok. Tehditlere hiç aldırmam.

Ölümle ilgili bir diğer zat ise “ölüme hazırım, 30 saniye içinde o boyuta geçebilecek durumdayım”  diyor. Ve şunları ekliyor imanın hakikisi ölümden korkmamakla tevsik olunur.

Bu şartlarda şimdi size (kendimde dâhil olmak üzere) soruyorum;

Bizler ölüme hazır mıyız?

Ölüm hak diyoruz ama şayet böyle bir kelime duyduğumuz anda içimiz ürperiyorsa sahip olduğumuz imanın ne kadar taklidi olduğu ortaya çıkar.

Ne diyordu Kur’anı Kerim de; “onlar önceden gönderdikleri ameller neticesinde ölümü katiyen temenni etmezler.” Ölümü yaşayanlardan olmak gerekiyor.

(31-01-2010)

(Barış Yelkenci)

441-Gündem yada Sırât!

 

Tasavvuf; içe dönmeyi ve derin tefekkürü gerektirdiğinden bu sahaya yönelenlerin alacağı tepkilerden biri; “Hayattan, çevreden, gündemden kopuksun!” hezeyanıdır. Dışarıdan bakıldığında haksız da değildirler hani!..

 

Gündem; kişinin meşgul olacağı günlük program, basit bir tarifle. Bu haliyle, yaşam gayenizin, yönelişinizin ana çizgilerini gündeminiz belirler.

 

Şu tip sorularla sık karşılaşıyoruz; “ Gündemdeki konular hakkında ne dersin?” “Açılıma bakışınız?” “Dün akşam ortalık karışmış, nasıl değerlendirirsiniz?” “Ülke nereye gidiyor?” “Dünyayı neler bekliyor?”

 

Dışsal Aleme ait bu sorulara tasavvuf kılıfı geçirerek cevap arayanlar da çıkar arada: “Yanlış anlamayın işimiz siyaset değil de, konuya tasavvufça nasıl yaklaşalım diye soruyoruz!” (Sevsinler…) 

Gündemi; medya olanlar… Gündemi; şehir olanlar… Gündemi; aile olanlar… Gündemi; işler, yakınlar, komşular olanlar… Gündemi; günlük çalkalanış ve dedikodular olanlar… Bilinç düzeylerine göre örnekleri çoğaltmanız mümkün.

 

Kabaca saydıklarımızın hepsinde ortak payda; BAŞKALARI- DIŞARI- ÖTEKİLER. Yani siz pasif, dışarıdakiler aktif. Siz edilgen, onlar etkin. Siz köle, onlar efendi…

 

Dışarının çizdiği zihinsel çerçeveye mahkûmiyete Kur’an pek çok ayetinde çocuklar, mallar, yakınlar, insanlar imtihan vesilesidir, diyerek dikkat çeker!

 

Kendinize, öze dönmede ve geleceğinizi inşa etmede gündeminiz sanılandan çok daha mühim! Çünkü zihnen ve fiilen ne ile meşgulseniz; iç dünyanız da yarınınız da ona göre biçimlenir.

 

Gündeminiz; sırâtınızdır! Gündemi dışarıya göre belirlemek; sırat köprüsünde kancalar, dikenler diye tasvir edilen hasımlara kapı açmak demek! Onda kancalar, ayak bağları, dikenler, daralan geçitler istemiyorsanız kendiniz inşa edin dışarıyı içinize almadan.

 

Dışarının gündemiyle işimiz olamaz! Başkalarının çürük köprülerinden geçecek kadar aptal değilsek, kendi köprümüzü kendimiz kurar, kendimiz geçeriz, sağdan soldan sataşanlara şeytani vehim ve vesveselere zerre prim vermeden!...

 

Bunun kolay yolu mu?...

 

Hiç şüphesiz Kur’an!...

 

Gündemi Kur’an olanın; günleri seyran, her anı bayram, gönlü umman, hayatı ihsan olur!...

(04-02-2010)

(Mehmet Doğramacı)

 

442-Gündem yada Sırât!

Seviyorum, ama Kimi ?

Seviyorum, ama Kimi ?

En değerli BİRini.

Nasıl anlatsam sana ?

İlk harflere baksana..!

Her halde çoğumuz ilkokul çağlarında duyduk bu dizeyi. Sevmek kelimesini genelde tek olarak kullanmayıp, ille de önüne yada arkasına bir özne koymaya o zamandan şartlanmışız. Hemen çıkıverir ağzımızdan “seni seviyorum” , “seviyorum sizi” gibi şekillerde de, acaba işin aslı böyle midir ? Yoksa aslında biz sevmeyi/sevme halinde-şeninde olmayı mı seviyoruzdur? Peki onu, bunu, şu hali, bu hali severiz de kendimizi sever miyiz ? Hiç düşündük mü ? Kendi adıma ben söyleyeyim ki sevilecek hiçbir tarafım yok. Cahilliğim, edepsizliğim, nankörlüğüm, sinirlenmem gibi bir sürü eksikliğim var çünkü. Neyimi seveyim ? Sevsem sevsem başkasını severim ben. Bu eksiklikleri olmayan ALLAH ehli kişileri, ancak onlar sevilir. Dolayısıyla ben de öyle olmaya çalışmalıyım düşünceleri, belki çoğunuza şimdi olmasa bile geçmişinizden tanıdık geliyordur...

İnşallah/ALLAH dilerse bende öyle sevilecek biri olurum bir gün, derken bir şeyin oluşması için, ALLAH tarafından dilenmiş olmasını kabul ederiz ama, mevcut halimize bakıpta, bunun da ALLAH' ın dilemiş olduğunu düşünmeyiz genellikle. Önce deriz ki; ALLAH' ın bilgisi ve isteği dışında hiçbir şey olmaz. Ama buna rağmen kilitlenmişlikle, ALLAH kötüyü dilemez, onda eksik haller olmaz, O Süphandır der ve iyilikleri O' na verir, kötülükleri ise şeytana, nefse yada kendimize alırız. O' na sınırsız derken, sadece bize göre olan iyilikler ile sınırlarız. O' nu böleriz, karşına da kendimizi, nefsimizi yada şeytanı koyarız, hem de ağzımızda şirkten ALLAH' a sığınma kelamları varken. Nitekim ALLAH ehli algısına oturtamadığımız davranışlar sonrası yaşadığımız; bu hareketi nasıl yapar, acaba gerçekten ehil bir zat mı sorgusunun temelinde de, ALLAH’ a sadece iyilikleri, güzellikleri isnat etmemiz vardır. Sanki iyilikleri yaratan ALLAH ta, kötülükleri yaratan şeytanmış gibi. O' nun asıl süphan olması iyilik ve kötülük kavramlarından/tanımlamalarından münezzeh olmasıdır diyemeyişimiz belki bizi şirke götürür, şirkte mutsuzluğa, kendimizi sevmemezliğe... Ne zaman ki fark ederiz, şu anda bulunduğum hal tamı tamına aynen ALLAH' ın istediği ve OLuşturduğu bir haldir, o zaman başlarız kendimizi sevmeye, huzura ermeye. Ne zaman anlarız ki kendini sevmek demek, et kemik bedeni sevmek değil de, bilişinin, bilişini bilişinin, bilişinden isteyişinin, isteyişini gerçekleştirişinin her anda bilgi ve yaşayış olarak algılanış hallerini sevmek demek... O zaman kendimizi severken her şeyi manası ve sureti ile sevdiğimizi ve dolayısıyla et-kemik bedenimizi de bildiklerimizi yaşamayı, şahid olmayı gerçekleştirdiğinden severiz... O zaman başlamış olan huzur, artarak devam eder... O zaman kurallar değişir/yada değişik algılanır, ateşler yakmaz, çünkü ortada ateş kalmamıştır...

Tıpkı sevmediğimiz yönleri olan, yanlışlar yapan, eksikleri olan bir birimin kalmamış olduğu gibi...

(11-01-2010)

(Mert Kılıç)

443-Hedef

Ön yargı ile olaylara bakmaktan önündeki seçenekleri görmeyen ve bu haline fazlasıyla güvenen bir insan için “kör” tabirini kullanmak mantıklı olur. Çünkü dışta kalan değerlendirmeler ile olayların derinliğine inemez, yüzleşmekten korkar, bu şekilde yaptığı odaklanmalar da hedefinden sapmış olur. Böyle bir yaşama sahip olmasından ötürü gerçekçi olduğu söylenemez. Daha da ilginci, beklentilerini karşılayamaz.

Basit bir misalle anlatmak gerekirse ;
Keskin nişancılar uzak mesafedeki hedefi vurmak için çok iyi nişan almak zorundadır. Şöyle ki, namluyu gözüyle gördüğü hedefin tam ortasına doğrultmak yerine, rüzgâr hızındaki değişimleri hesaba katar. Yoksa hedeften metrelerce sapmaya sebep olabilir. Ayrıca bunun yanında, yer çekimini hesaba katar. Aksi takdirde, atılan mermiler uçuş sırasında bir parabol çizecek ve hedef alınan noktaya isabet tutturulamayacaktır. Keskin nişancı hedefi vurmak için gözün yanında, düşünce gücünü de devreye sokmasını bilir.

Mistik konularda yürüyen bir kişi de keskin nişancı misali, hedefini iyi seçmeli, doğru bilgilerle ilmin peşinde koşmanın yanı sıra, dünyevi değerlerle uğraşmamalı, teslimiyet arzusu ile yanıp tutuşmalıdır.

Nitekim dogmatik yanılgılardan kurtularak, “hedefim ne olmalı*”diye düşünen bir insan için Kur’anı Kerim:
“Rabbin meleklere: "Ben arzda (bedende) bir halife (Esma mertebesinin farkında lığıyla yaşayan şuur sahibi) meydana getireceğim" (Bakara–30, Allah İlminden Yansımalar – Ahmed Hulûsi) ayeti güzel bir örnektir. Ayrıca "Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim Âlem`i, bilmekliğimi istedim Âdem`i meydana getirdim..." Kutsi hadisi hedefi belirleyici bir nitelik taşımaktadır.

İnsan yaşamında hedefler farklı da olsa, ona ulaşmada uygulanacak metot benzerlik taşır. Sadece bir noktayı görmek yetmez. Tefekkür etmek de gereklidir. Hedefe varmada yapılan sapkınlıklar varsa bu onun duygularıyla yaptığı seçimlerle ilgilidir. Sonuçta, insan kendini bir çıkmaz sokağın içinde bulur. 

Hedef seçmede olumlu beklentiler içinde olmanın gerekli olduğunu akıllardan çıkarmayalım.

 

(16-02-2010)

(Ali Eren)

444-Neden-Sonuç İlişkisi

“Hikmet müminin yitiğidir. Nerde bulursa onu alır” diyen Rasulullah Efendimiz (s.a.v.), bizlerin yaşadığı evrende mevcut olan bir realiteye işaret etmektedir.

Dünyamızda algıladığımız şeyler, beynimize nöronlar aracılığı ile iletilmekte ve mevcut veri tabanına göre değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Bu yapılanmada önceden edinilmiş bilgilerin ve genetik özelliklerin sözü geçmektedir. Ve gerekli bağlantıların kurulması, nedensellik arayışlarına gerekli/anlık cevapları oluşturmaktadır.

“Neden-niçin-nasıl?” soruları, hep bir bilinmezlik merakının doğal çıkışlarıdır.  Lakin cevapları da algılama boyutuna göre verilebilen türden olmalıdır. Hikmet denilen olgu, sistemli ve sisteme tabi olarak düşünen insanın kendi algılama sınırları içinde yaptığı mental bağlantılar ile çözüme ulaştırılır. Bu cevapların derinliğinde, alt boyutunda var olan realiteye mecaz yönlü işaretler ihtiva edebilir, lâkin beş duyunun etkisinde kalındığı için bu yönü pek umursanmaz.

Ancak olayın önem arz eden yanı somut gerçeklerdir. Bu yönün bilinmez/anlaşılmaz olarak kalması, sistemle kayıtlı insan için geçerlidir.

Neden sonuç ilişkisi insana birçok noktada yol kat ettirmesine rağmen bu kısır döngü, insanı belli noktada da kilitlemektedir. Kilitlenmişlik, beş duyu algılaması ile var olan sisteme bağlı bir düşüncede kalma zorunluluğudur.

Determinist yaklaşım, klasik fiziğin temel taşıdır ve her şey etki/tepki prensibine göre incelenmekte, bu normlara göre deneyler yapılmakta ve alınan neticeler de yine bu kriterlere göre değerlendirilmektedir.  Einstein’ın görecelik teorisi, klasik Newton fiziği kurallarını bir anda alt üst etmiş, var kabul ettiğimiz değerleri tepe taklak etmiş ve yerini farklı boyutta düşünme platformuna bırakmıştır. Kuantum fiziği, bizlere nedenlerin ve sonuçların bir alt boyutuna zumlama yapıldığında, algılayan ve algılanan ikileminin insanın algılamasına göre var olduğunu, asıl olan tek bir yapının, varlığın söz konusu olduğu gerçeğine ulaştırmıştır.

Tek yapı kendisi olarak ortaya koymak istediği düşüncesini diler ve bu dileme, kuantum boyutunda kaos (düzenin düzensizliği) sonsuz ihtimaller olarak, (ki bu boyutta “neden, niçin?” sorularını sorabilmeniz mümkün değildir, çünkü kendiniz olarak bu boyutu seyretmektesiniz) ve nihayetinde bizim dünyaMIZda neden -sonuç ilişkisi içinde varlık boyutunda kuvveden fiile çıkmaktadır. İşte bizler bu dışa vurumdan, işin son noktasından ele alıp gerisin geriye gidip neden-sonuç ilişkisi içinde bu konuya yaklaşmakta ve o saha içinde sınırlı kalmaktayız.

Konuya yaklaşım yapmakta tümdengelim prensibi bizi hedefe ulaştıracak, neden-sonuç ilişkisi içinde kısırdöngüye girmiş hikmet dairesinden çıkıp olayı daha geniş/öz planda irdeleme ve idrak etme noktasına götürecektir.

Barış Yelkenci

(20-02-2010)

(Barış Yelkenci)

 

445-Bir İçimlik Kaynar Su

Muhammed-15

.........(Bu misal nimetlerle yaşayanlar) ateşte sonsuza dek yanarak yaşayacak, sıcak-kaynar su içirilmiş de bu yüzden onların bağırsaklarını parçalamış kimse gibi midir?

Kaynar su içerek bağırsaklarına zarar veren birilerini duydum mu hiç ?diye düşündüm ayetin bu kısmını okuduğumda...

“Suyun kaynar olduğunu farketmenin yolları vardır!” dedim kendime düz mantıkla...Mesela bu su bir bardaktaysa, baktığımda ,üstündeki buharı görürüm yahut bardağı tutmaya çalıştığımda parmaklarımla sıcak olduğunu hissedebilirim...Hiçbiri ile anlayamasam ağzıma götürdüğümde dudaklarım ve dilim yanar buharından...

Suyu böyle kaynar içmek için bu duyularımın hiçbirinin işlevini yerine getiremiyor olması gerekir sanki...

Tam bu noktada kaynamakta olan suyun ya da kaynar suyun amacının ne olabileceğini düşündüm...

”Bir adam gelipte beni içmeye çalışsa da ben de onu bir güzel yakıversem !” mi diyordu acaba içinden?

Yoksa onun aldığı etkilerle varoluş gayesi değişmişte,yapısal bir dönüşüm gayreti ile olanca gücünü kullanıp buhar olmaya mı uğraşıyordu hiç kimseyi muhatap almadan?.....

İlim dedim su ise buhar ne olabilir ki?

Su buhara dönüşürken içmeye çalışmak ,beşeriyetimin hakkaniyetinde bedenimin hazım sürecini ifade eden bağırsaklarımı parçalamak mecazı ile inzal olunuyordu....

Su-ilim, kaynadığında;durağan halden ısıtılmak sureti ile molekülleri hareketlendirilerek hal değişimine yönlendirildiğinde yani ilim atıl halden yaşanan bir hale dönüştürüldüğü bir uyanış sürecinde ,hala beşeriyet değerleri ile yaşanan sureci değerlendirmek değerlendirme mekanizmasını çökerti verilmesi sonucunu doğuruyordu.

Kendimde ilmi yaşar hale geçebilirsem ,ilmi ilim adı ile dışarı atmaz da kendim olarak bulur ve yaşarsam, bilincim artık müdahil olmamalıydı kendi varoluşunun haddini bilmesi gereğince ...

Terkip evet vardı, kesrette sonsuza kadardı ama şuur tecessüm ederken bilinç “yok o öyle değil ama !” demeye kalkarsa işlevini yitiriverirdi tüm değerlendirme mekanizması...

Musa ile Hızır'da da böyle olacaktı sanki az kalsın...Bilinç şuura müdahale etmeyi denediğinde şuur yakardı...

Sonra kaynatılmış suyu nerede kullanabileceğimi düşündüm...Bilinç adına, beşeriyetim adına...

Kaynar su ile kahve yapılabilirdi,makarna pişirilebilirdi,meyve çaylarının üzerine dökülüp çayın bitkisel formundan özünün suda çözülmesi sağlanarak çeşitli aromalar elde edilerek hem hastalıklara şifa olarak kullanılabilir hem de tadı zevk edilebilinirdi...

Evet ya,İlim yaşanılırken yaşanan ilmi beşeriyetle değilde kendi doğası içinde değerlendirebilmek kaynar suyu bitki ya da meyve çayına dökmek gibiydi ...Hedef şuurla beşeriyetin bilincine zarar vermek değil beşeriyet bilincine efal de ,şuurda yaşananlarla tasarruf etmekti...Kesrette suretin manasını çıkarmak ve bilince o manayı kaynar su gerçeğiyle değil ,tadılacak bir cennet hükmü ile vermekti....

Bu düşüncelerle yürüdüm mutfağa,amacım kendimi bir fincan elma çayı tadında seyretmek olduğunda.... ve kaynattım bir cezve su...döküverince kurutulmuş elma kabuklarından ibaret sallama elma çayının üstüne ,o kaynatılmış ilim efal de çözüverdi hükmünce aromasını elmanın ve karışıverdi suya aroması ...Az soğuyunca bir bardak elma cennetim oldu bu beden kafesimde ....

(24-02-2010)

(Özgür Kurt Durmaz)

446-İ  N  FİLA  K

Eskiden ne güzeldi, ne de kolaydı infak adı altında, sadaka ve zekat vermek. ALLAH isimli 1 adet olan tanrının fakir bıraktığı kullarına, kendi emeğimiz ve çabamızla hak ederek kazandığımız, bunlar benim dediklerimizden vermek. Hele bir de bunu yüze kakmadan, gizli olarak ta yapabildiysek, gelsin sevaplar katlana katlana... İki eli birbirinden ayrı düşünerek, veren el olduğumuz kabulü ile, alan elden de hayırlıyız ya, oohh değme keyfe... Birisinin bir öğünlük yemek masrafını bile karşılasak, yüzündeki ifadeye bakarak, huzur duymak çok kolaydı o zaman. Farkında bile değildik, ben veriyorum, infak ediyorum derken, aslında olmayan benin, var sanısını kuvvetlendirip, şirkimizi sağlamlaştırdığımızın...

Ne zaman ki gün geldi de, o yükü taşıyamayan dağa tecelli edildi... Ne zaman ki ben dediğimiz dağ infilak etti... O zaman yıllardır birikmiş infaklarda, infilakla yok olup gitti... Ben nerede...? İnfak nerede...? Veren el de kimmiş halbuki... Hele o alan el... Öyle ya; İnfak varlığından vermektir dememişmiydi ehli ? Kabul ettiğimiz ne de çok varlığımız vardı. Hele ki o ben kabulümüz, o en büyük varlığımız. Artık “o”nu infak etmenin zamanı gelmişti, diğer bütün infakların amacı bu idi belki. Vakit geldi ve “o”nunla beraber, her şey yok oldu, fena buldu...

Sübhanlığı fark edip, tövbe ederek beka bulmaya niyetlenince her algının değişmesi gibi, infak algısı da değişti yine. Artık mutlak veren de, alan da biliniyor. Samediyet yaşanıyor. Kendin vermezsen, senden başka verecek görmediğin için veriliyor. Alanın da kendin olduğunu bilerek veriliyor. Yani almak için veriliyor, vermek için alınıyor. Seyir için veriliyor, devir daim olsun sistem işleşin, düzen devam etsin diye... Aslında hakikatta vermek muhal, olmadığı için verecek mahal. Netice de infak kavramı da infak ediliyor... İnfilak ediyor...

(28-02-2010)

(Mert Kılıç)

447-İsraf ve Tutum

Belki kimsenin umurunda ya da dikkatinde değil, ama medyadan öğrendiğimize göre dünyada yapılan gıda israfı birkaç fakir ülkeyi doyurabilecek boyutlarda imiş.

Kimilerinin dolapları tıklım tıklım giyeceklerle dolu iken, soğuk kış günlerini çıplak geçirenler var. Bunları duyuyor, hatta görüyoruz.

Bazıları, kullanılabilir halde olan eşyalarını çöpe atıyor, ama birazcık düşünüp “ihtiyaç sahibi birine vermeyi” aklının ucuna bile getirmiyor. Böyle bir işi yapmak zor geliyor. Giysiler, anlayacağınız, bir anlamda dolap bekliyor.

Güne, modaya uygun olanı alınıyor, tercih ediliyor. Her aile çocuklarına ekonomik şartlarına göre, ucuz-pahalı oyuncaklar alıyor. Ne var ki çocuklar yeni alınmış oyuncaklarının kıymetini bilmediği gibi kısa zamanda parçalayıp atıyor ve yenisini istiyor.

İsraftan-tutumdan bahsediyoruz.

Ama daha bitmedi!

Farkına varamadığımız daha bir yığın örnekleri var.

Çeşmelerden sular boşuna akıtılıyor, ısınma, aydınlanma, hareket vb. sağlayan elektrik bilinçsizce kullanılırken milyarlar boşa harcanıyor. Sonrasında faturalardan yakınılıyor.

Telefonlarda saatler süren konuşmalar var. Hâlbuki daha kısa kesilse iyi olacak, yorgunluk da yapmayacak. Herhalde insanoğlu kendini anlatma gayreti içine giriyor ve bunda da bir sakınca görmüyor. Telefon şirketleri de insanların bu zaaflarından çok iyi bir şekilde faydalanmayı biliyorlar.

Bunlar israf değil de nedir?

Anlayacağınız, garip bir yöntem içindeyiz.

Benzer olaylar zaman içinde geçerli. Vakitler heba oluyor Faydasız ve manasız şeylerin peşinde koşmaktan “beyinler adeta dumura uğrarken”, ömürler boşa geçiyor.

Hiç kuşkusuz kimse ayağını yorganına göre uzatmıyor, kazanılması kesin olmayan paralar harcanıyor. Bu dediğime kredi kartlarındaki ölçüsüz harcamaları örnek olarak gösterebiliriz.

Özetlemek gerekirse, bugünlerde dilimize doladığımız savurganlık denen illet diz boyu gidiyor.

İnsanlar gereksiz bir yaşam tarzını benimseyip israf ve tutum denen kavramlardan habersiz yaşıyorlar.

Niye böyle yaşıyoruz diyen pek yok. Olmadığı için de bu savurganlık çanımıza ot tıkıyor. Oysa kendimize gelmemiz, yapacağımız işlerin sonuçlarını düşünmemiz ve kendimizi ciddi bir eleştiriye tabi tutmamız kaçınılmaz olacaktır.

Koşullar, aynı yolun yolcuları olarak sağlıklı düşünmemizi gerektiriyor.

Hatta bizi buna zorluyor diyebilirim.

(03-03-2010)

(Ali Eren)

448-İnfak

“Hepsine tamam da nasıl infak edecek, nasıl vereceğiz” diyordu.

Fiillerin altını düşünceler, düşüncelerin zeminini meraklı yönelişler, merakın temelini de duyulan boşluk hissi oluşturuyordu.

İnfak denince vermenin derecelerini, verenleri konuşmaktan daha önemli olan; verme olgusunun altındaki ana sâiki, itici kuvveyi, yönlendirici bakış açısını çözmekti.

Evet, neydi insanı varını yoğunu verecek kudrete taşıyan?...

Nasıl bir bakış ve algılama idi bu?

Geçerken yol uğrattığı bilge dedeye açtı konuyu: “Vermek bana nasıl kolaylaşır dedem?..”

Dede, soruya sorularla cevap vererek ele aldı konuyu:

-Aşağı mahallede birinin dişi ağrıyor duydun mu?

-Hayır.

-Komşunun dişi ağrısa duyar mıydın?..

-Söylerse duyarım, yoksa nasıl duyayım?

-Çocuğunun ağrısa?...

-Elbette duyar gereğini derhal yaparım.

-Kendi dişin ağrısa?..

-Ne demek, durulmaz ağrısından, doktora koşarım.

-İnfak nedir biliyor musun?...

-Evet evet lütfen…

-Aşağı mahalledekini de, komşunu da, ötekini de kendin kadar olmasa bile en az çocuğun kadar duymak ve gereğini yapmaktır!...

-Kendim kadar da duymak isterdim.

-Haddini bil. Onun adı Ebubekir'dir; sen çocuğun kadar duymaya çalış hele.

-İyi ama dışarısı çok kalabalık, herkesin derdini nasıl duyarım, herkese nasıl koşarım?

Bilge Dede şah cümlesini sona saklamıştı:

-Herkesi olan; zaten yaklaşamaz semtine infakın. İnsanlığı tek vücut, hayatı tek bütün görenin halidir infak!..

(07-03-2010)

(Mehmet Doğramacı)

449-Domuz Gribi Sezonu Kapandı Mı ?

Domuz gribi, yani pandemik H1N1.Birkaç ay öncesine kadar ne kadarda önemliydi değil mi ?.Sanki soluduğumuz havanın %40’ı virüslüydü.Bazı veliler çocuklarını okula göndermiyordu.Maskeler taktık,jellerden kullandık,ıslak mendil taşıdık,uzaktan selamlaştık,tokalaşmadık vesaire vesaire…Ama artık böyle bir tehlike yokmuş gibi davranıyoruz.Artık haberlere konu olmuyor,konuşulmuyor diye bunların çoğunu yapmıyoruz.Tabi bazı istisnalarda var.

Bunun en büyük sebebi Sağlık Bakanlığı’nın ölü sayısını açıklamaması olabilir.Çünkü insanlar kimsenin ölmediğini düşünüp virüsün yok olduğunu düşünmüş olabilirler.Bir yere kadar ölü sayısının açıklanmasının panik yarattığı söylenebilir.Ama bu rakamları açıklamamak bizi tedbirden uzaklaştırıyorsa,lütfen açıklayın.çünkü hala virüs kapabiliriz.Ve bu oran çok yükseklerde.Mesela artık tartışma programlarında domuz  gribi konuşulmuyor.Eskiden birçok uzman bizi uyarırdı.’Dikkatli olun,tokalaşmayın,uyarılarımızı dikkate alın’ diye. Şimdi ise çalışmalar yapılmıyor.Sanki H1N1 sezonu kapanmış…

Tarihte hiçbir virüsün,hiçbir bulaşıcı hastalığın kaybolduğu görülmemiştir.Doğal olarak bu tedbirli olmamızı gerektiren en büyük neden.Hala virüs aramızda.Bunları kendim için söylemiyorum.Ben zaten aşımı olup %70 korunuyorum.O kadar tartışma yaptılar aşının zararları var diye.Halbuki bir kere bile öksürmedim.Başım ağrımadı,kısacası hiç hasta olmadım.En ufak zararını görmedim.Ama bu şansımdan değil,bilimsel gerçeklere göre olan bir şey.Çünkü aşı olan diğer arkadaşlarıma da hiç bir şey olmadı.Sadece ve sadece 1 dakikalık bir sızlama oldu.O da aşının etkisinden olmalı.

Aşı olanlarda olmayanlarda dikkatli olmalı.Çünkü domuz gribi yok olmadı,kaybolmadı.Her an bulaşabilir.Sadece domuz gribinde değil her konuda tedbiri elden bırakmamalıyız.Ölümcül bir hastalık hala aramızda.Sağlık Bakanlığı’nın sloganında olduğu gibi:’Dikkat Edelim Yayılmasın’…

(11-03-2010)

(Furkan Doğramacı)

450-Teslimiyet niye/neye ?

Özellikle tasavvufla ilgilenenler olarak biz, eksikliklerimizi fark edip, gidermek ve kendimizi geliştirmek amacı ile bu yola girdiğimizi söyleriz. Ancak her ne kadar samimi olan bu amaçla yola girmiş olsak ta, çoğu kez görürüz ki; içinde bulunduğumuz yada misafir olduğumuz ortamlardaki kişilerin, özellikle de  ilim, hal ve yaşam gibi çeşitli konularda bizden ileride olduğunu düşündüğümüz zatların bile, kendimize göre eksik yada yanlışlarına odaklanırız. Oysa yapmamız gereken; bize göre olan eksikliklerle ilgilenmeyip, bizdekinden fazla olan özellileri bir an evvel kendimize katmaya çalışmak ve kendi eksikliklerimizi gidermeye çalışmak olmalı...

Kulaktan dolma bilgilerle bile olsa, her şeyin kendimizde bulunduğunu bilsekte, eksikliklerimizi gösterecek, uyaracak, öğretecek bir ağabey/hoca/yetiştiriciye ihtiyaç duyarız. Sonrasında bu samimi duanın icabeti hasıl olur ve bizden yüksek özelliklerde bir zat ile tanışırız. Eğer ki kendimizde bulamadığımızdan, dışarıya yöneldiğimiz bu zattan istifade etmek istiyorsak, ona teslim olmamız gerekmektedir. Öyle bir teslimiyet olmadır ki; söyledikleri bize ters gelse de, doğru diye inanmalı ve şüphe duymadan uygulayabilmeliyiz. Çünkü zaten kendimizin yanlış ve eksik değerlendirmeler yaptığını itiraf etmişizdir, onu aramakla... O' ndan gelenleri kendi bilgi ve düşünce sistemimizle değerlendirmeye kalkarsak, o eksik ve yanlış filtremiz, O zattan gelenleri bizim mevcut anlayışımıza indirger ve hiçbir istifademiz olamaz. İşte bu sebeple teslim olacağımız bu zat gerçekten bize faydalı olur mu ? Doğru kişi midir gibi bir şüphe ile onu incelemeye başlarız ki, bence bu gayet doğal bir davranıştır. Çünkü ebedi hayatımızı etkileyecek bir karar olduğundan dikkat edilmelidir. Nitekim Musa (as) bile, kendinden fazla ilim sahibi olduğunu bildiği Hızır' ı (as) sorgulamıştır.

İşte bence işin püf noktası burada karşımıza çıkmaktadır. Bizler her ne kadar hatasız, günahsız  insan olmayacağını bilsekte, tabi olacağımız zatın kusursuz olmasını bekler ve O' nu adeta bizim hayalimizdeki Hz. Muhammed (sas) ile kıyaslarız, ne kadar tanıyorsak artık... Oysa hiçbir kimsenin O' nun gibi olamayacağı bellidir. Veliler ancak O' ndan bir şubedir denilir. Hz. Muhammed (sas) ResulALLAH' ın zahiri olduğundan, tüm esmaları/özellikleri tabiri caizse full çekmektedir. En pik noktada İlim, hilm, güzel ahlak, adalet...vb. Ancak mademki biz, batında değil de zahirde bir kişide arıyoruz, o zaman bilmeliyiz ki zahirdeki hiç kimse O' nun gibi olamayacaktır. Ancak bir yada birkaç yönü ile O' na benzeyebilecektir. İşte bizim yapmamız gereken, dualarımızın sonucu olarak karşımıza çıkan bu zatları kafamızdaki bazı taslaklarla kıyaslamadan, onların ResulALLAH şubesi olduğu konulardan alabileceğimizi maksimum düzeyde almak olmalı. Onlara her şeyimizle teslim olamıyorsak bile, en azından bizden üstün oldukları yönlerden kavrayabildiğimiz noktalarına teslim olmalıyız, hakikatte teslim olduğumuzun ALLAH olduğunun farkındalığıyla...

Kim bilir belki tahmin ettiğimizden daha çok konuda şubedirler...

(14-03-2010)

(Mert Kılıç)

451-Çanakkale deyince…

Çanakkale Zaferimiz üzerine yapılan muhtelif çalışmalarda bir milletin var oluş ve ayakta kalma mücadelesine dikkat çekilerek çeşitli fedakârlık ve şecaat örnekleri efsanevi, destansı sahnelerle aktarılır. Olayın insani ve evrensel yönüne eğilen yaklaşımlar nedense biraz sönük kalmıştır.

Milli ve manevi köklerimizin vazgeçilmez mayası Çanakkale’de evrensel sahneleri, insan unsurunun kalbinde titreyenleri, millet ve ırk, din ve ülke, doğu ve batı planından çıkarak yeniden değerlendirmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Bu zafer coşkusuna işte o farklı noktalardan katılmak üzere bazı sahneleri yeniden hatırlatmak istiyorum.

* * *

Her iki tarafın da ölülerini defnetmek üzere savaşa ara verilen bir öğle saati. Türk askeri fırsattan istifade Cuma Namazı kılmak istiyor. Salâ verilip ezan okununca karşı siperlerden telaş içinde gelenler arkada saf tutuyorlar. Bunlar İngilizlerin sömürge Afrika ülkeleri ve Hindistan’dan topladığı Müslüman askerler. Cumayı, düşman (!) cephede kılacaklar ve yeniden kendi siperlerine dönecekler…

* * *

Gece nöbet tutuyor askerler… Avrupalı askerlerin safından biri sesleniyor bizimkine, bir şeyler işaret ediyor. Birbirlerinin dillerini anlamıyorlar. Bizim ki çantasından bir tayın ekmeği atıyor karşıya, belli ki aç zannıyla. İngiliz askeri de yanındaki konservelerden birini yerden yuvarlıyor insan kardeşine!...

* * *

Yıl 1934… Güçlü devletler genç Türkiye Cumhuriyetine uluslararası unsurları da arkalarına alarak baskı yapıyorlar. “Mademki Çanakkale’de bizim mezarlarımız var, mezarlarımız olan yerler toprağımızdır yada en azından uluslararası toprak sayılmalıdır.” diyerek toprak isteme cüretini gösteriyorlar. 

Genç Türkiye’nin genç cumhurbaşkanı Mustafa Kemal çalışma odasında Anzaklar ve İngilizlerin de geleceği Çanakkale Günü için bir basın bildirisi hazırlıyor. Yaveri içeri giriyor: “Paşam bu emperyalistler iyice azıttı, durmadan telgraflar geliyor, öyle bir mesaj yazın ki hadlerini bilsinler, meydan okuyalım şunlara!...”

Paşa, nazik durumu değerlendirdikten sonra hem bütün güçlü ulusları susturacak, hem de annelerin yüreğine, beşerin İnsan tarafına dokunacak şu sözleri yaverine yazdırıyor:

Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır. (Mustafa Kemal ATATÜRK)

Çanakkale… Milli yanımdan çok, İNSAN yanıma, EVRENSEL yanıma, KALBİMe dokunur benim…

Gelibolu Yarımadasının gelişen yeni dünya yapılanmasında bir BARIŞ VE KARDEŞLİK ADASI olmasını niyaz ediyorum. Amin der misiniz?

(18-03-2010)

(Mehmet Doğramacı)

452-İstikrarsızlık

İstikrar lügat anlamıyla karar bulma yerleşme demektir. İstikrarsızlık ise tam aksi bir anlam taşıyor.

İstikrarsızlık neden kaynaklanıyor biliyor musunuz? Yola çıktığınız konuya yeterince inanmamanın, bir anlamda sahiplenmemenin, gürültü ve patırdıya kolay teslim olmanın, eleştiriye asla gelememenin, geleceği iyi okuyamamanın halidir. Ben bir türlü akıl erdiremiyorum; İnanmış bir kişi, ısrarla bu yolda yürürken neden birden dengesini kaybeder, istikrarsızlığın pençesine düşer ki? Neden geleceğini kurtarmak için aynı duruşu göstermez, aldığı kararlar ile perişanlığı oynar?

Kuşkusuz insanın küçümsenemeyecek bir potansiyeli var. Bu açıdan bakıldığında böyle bir şeyin olabileceğine kimse akıl erdiremiyor.

Ancak bir takım temel esaslar üzerinde yürümüyor, sırtını mutlaka bir yerlere dayama ihtiyacını hissediyorsa bu yüzden beklentilerinin olması mümkün değildir.

Bu anlayış sürdüğü müddetçe size yakışan hedefe doğru yol alamazsınız. Kim ne derse desin, istikrarın çizgisi, uzun vadede bireyi belli bir noktaya taşıyacak şekilde olmalıdır.

Ancak işler yolunda gitmeyince insanın debelenmesi, özetlemek gerekirse dengesini kaybetmesi hiç de hoş bir durum olarak kabul edilmez.

Ne yazık ki bugün çoğu insan bu halde!Adeta istikrarsız tablonun dramını yazıyor. Şayet uğraş alanı ona hiçbir şey veremiyorsa, olağan üstü meziyetlere sahip olduğu halde terkibiyetini aşamıyorsa, hem her gün benimsediği konuya biraz daha yabancılaşıyorsa ipin ucu kaçmış istikrarsız bir hale düşmüş, uyumu sıfırı tüketmiş demektir.

(22-03-2010)

(Barış Yelkenci)

453-Mesele…

“To be or not to be” ‘işte bütün mesele bu’ sözlerini Jean Paul Sartre, ‘insanın olduğu kişi değil, olmadığı kişi olduğu’ şeklinde yorumlayarak varoluş esprisine değişik bir yaklaşım yapıyor.

Aslında olmak ya da olamamak değil, mesele; farkında olmak, bireyin bu farkındalıkla hayata bakarak, hayalleriyle oluşturduğu kozasını kırıp gerçeğe dalabilmesidir. Çünkü kozasını kıramayanı bekleyen bir sürü tehlike vardır. Örneğin, sıkıntılar, çileler ve özetlemek gerekirse kişiyi rahatsız eden yakıcı etkiler gibi. Oysa kozasından çıkılabilenler için Kur’an, kimi zaman dıştaki hengâmenin yerini, gölgelik ve dinginliğe bıraktığını söylüyor;

(Nahıl-81) “Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan sığınıp barınılacak yerler oluşturdu; sizin için, sizi sıcaktan koruyan elbiseler ve savaşta koruyan zırhlar yarattı... İşte böylece üzerinize nimetini tamamlıyor ki müslimler olasınız!” (Ahmed HULÛSİ - Allah İlminden YANSIMALAR)

Anladığımız kadarı ile bu güç, insanda mevcut.

Tasavvuf, insan olmanın şartını bu olguya bağlarken, gücünü devreye sokmanın, sınırlarından kurtulmanın gerektiğini söylüyor.

Bir yandan kendini bir beden gibi kabul etmenin bitmek bilmeyen istek ve arzuları, diğer yandan toplumsal şartlanmalara ayak uydurma çabası, özündekine ulaşmayı engellediği gibi, insanın belirli bir aşama yapmasını dahi kısıtlıyor. Maalesef, engel tanımayan, kızgınlığını ve hırsını karşındakinin yaşamına son verme notasına kadar götüren, menfaatçi bir kimlik çıkıyor ortaya. Şayet beynindeki bu kilidi açamıyorsa, özüyle arasındaki bağlantıyı tesis edemiyor. Tabiri caizse, nefsine zulmediyor.

Ne ki zihnimiz hep bu “meselelere” takılıyor. Ben insanın bu olumsuzlukları azaltacak deruni yeteneklere sahip olduğuna inanıyorum.

Siz de bu fikirlerime katılıyor musunuz?

(26-03-2010)

(Ali Eren)

454-Canaydın’ın bıraktığı izler…

“Yaş otuz beş yolun yarısıdır” diyen ünlü şair Cahit Sıktı Tarancı insanlara ecelle ilgili bir tahminde bulundu. Merhum Özhan Canaydın da bahsi geçen süreler içinde hayata veda etti.

Bu yaşa ölüm hiç yakışmıyor diyenler olabilir, ne var ki ecel ne geri kalıyor ne de ileriye gidebiliyor. Ayrıca “bir yanı da bilinç” olduğundan insan ölümü hiç aklına getirmiyor.

Hatta yaşlandıkça hayata eskisinden daha fazla sarılıyor. Buna rağmen belli bir yaş sınırlaması içinde, vefat eden biri için “ölüm erken geldi” diyebiliyoruz.

Canaydın’ın ölümü, sıradan insanlar gibi olmadı.

Esasen basit bir kişiliğe sahip olsaydı diğerleri gibi yapar, ağır bir mağlubiyet sonrası rakip kulübün başkanının elini sıkmaz, “tebrik ederim” demezdi.

O bu dünyadan göçmenin de bir gerçek olduğunu hatırlattı bizlere.

İşin en ilginç yanı, “Cenazemi dolaştırmayın, Galatasaray Kulübüne, liseye falan götürmeyin” diye vasiyet etmesi.

Tek dileği; iş yerinin yanındaki, babası için yaptırdığı, camide (bayağı iyiliklerde bulunmuş, ama kimsenin de haberi olmamış) kılınacak namazdan sonra cenazesinin basitçe kaldırılması.

Ben TV’de cenaze namazı sırasında ve sonrasında onun arkasından samimi şekilde dua eden, gözyaşı döken insanları-işçileri gördüm. Özellikle fabrikasında çalışan işçilerden haklarını helal etmelerini istemiş. Bunu çok önemsemiş.

Alkışlarla uğurlanmak istenmemiş, mistik “mesajlar vererek”, ilahi hükümlere bağlılığı olduğunu ifade ederek “kefeninin iyi yapılmasını” arzu ederek ahirete intikal etmek istemiş.

Görünen bu!

Canaydın’ın tarzı, aslında toplumun tümüne birçok şeyi hatırlatıyor. Ardından da, ‘Nur içinde yat’ şeklinde dua ettiriyor.

Her şeyden önemlisi, insana insan olduğunu bildiriyor.

Benliğine sarılıp ondan ayrılmayanlara ders veriyor. Demek ki böyle yaşayabilmek de mümkünmüş dedirtebiliyor.

Kendi adıma ona “Allah rahmet etsin” derken, kederli ailesine de taziyelerimi sunuyorum.

(30-03-2010)
(Ahmed F. Yüksel)


455-Dosta

Ey BEN' deki beni, benden çok düşünen, değer verip, kollayıp gözeten,

bu edepli görünen, vehmi benliğinden kurtulamamış edepsize,

edepsiz görünen, hakikati yaşayan edepli  dostum...

 Sana bakarken, vechullahı görür ve lütuflara muhatap olurken,

Nasıl yumuşak huylu İbrahim' in dışında bir tavır sergileyebilirim ki?

Dediklerinin ateşi bana serin oluyor ve yakmıyorken,

İster terbiyeli de, ister uzun, ister berduş bir şey fark etmiyor ki...

 Yanlış anlama, ilmin de önemi elbette çok büyük ama

asıl beni olumlu manada yakan, mutlu eden bizleri uyandırman oluyor.

 Hepsi bana BEN' i anlatmaya uğraşırken, ne farkı var, ayetin, Resulün, dostun...

Bulamayacağım, eksiklerimi, açığa çıkarandan, beni hazım sahibi yapandan sonra, ALLAH' tan belamı mı isterim?

İster teklikten bakayım sana, ister çokluktan, bu nimete nasıl nankörlük ederim? Nasıl kimseyi kınarım.

Dileğim o ki; sende gördüğümü her mahalde görebilip, aynı şuurlu bu tavrımı sergileyebileyim,

Söylediklerinin beni yakmadığı gibi, yaşamada da yanmayabileyim. Yine de derim ki;

Her zaman dillendirdiğiniz gibi yaşamı sabırla bekleyip, acele etmeyeyim...

 Sonsuz selam, sevgi ve muhabbetlerim dostuma.

Umarım nankörlüğüm haddi aşacak safhaları hiç bulmaz...

(03-04-2010)

(Mert Kılıç)

456-Galipler, sadece tarih mi yazar?!...

“Tarihi galipler yazar” demiş bir bilge. Tespitin tarih için geçerliliğini kabul edenler; çoğu kez önemli bir noktayı kaçırırlar ki o da İlmi ve Düşünsel Sürece de galiplerin yön verdiği realitesidir.
Din alanında da, tarih hâkim algılar doğrultusunda yazılmakla kalmamış; galip felsefe ilmi çalışmalarda da kendi ekol ve kurumlarını oluşturmuştur.
Dini tefekkür, araştırma, inceleme yaparken bu noktanın gözden kaçtığı görülüyor. Konuşurken, “Saltanat hakikati örttü” denildiği halde; örtülü hakikatlerden biri açılınca; “İyi ama hangi yazılı kaynakta var? Âlimler ne diyor?” şeklinde itirazlar yükselebilmektedir.
Mağlupların, daha doğrusu zahiren mağlup görünenlerin temsil ettiği hakikatin örtüldüğü sözde kabul görse de iş fıkıh- hadis- tefsir- kelam alanlarına dayandığında “Ana kaynaklar yanılmaz” gibi bir handikap karşımıza dikiliyor.
Tam, hakikati okuma dönemecine gelmişken birden bire geriye dönenlerin, aklı karışanların, hatta dinden soğuma noktasına gelenlerin tıkandığı yer de işte burasıdır!...
Emevi Saltanatının Ehl-i Beyti dışladığını bilenler şunu da bilmeli ki; dışlanan sadece Ehli Beyt değil, onların düşünce, anlamlandırma ve okuma sistemidir!... O okuma biçimini sürekli baskılamada sadece kişisel çabalarla yetinilmemiş, kurumsallaşma ve ekolleşme de buna paralel gelişmiştir!
Söylemek istediğimi çok daha açık ifade etmem gerekirse, bugün gerek akademik ve gerekse yaygın din anlayışında, o galip düşünce ve değerlendirme tarzı hakimdir!...
Tasavvufa gönül veren Aziz Dostum!
Sana bir şeyler demeye çalışıyorum. Hepsini söyleyemedim ama anlarsın sen!
Hakikate dair bir gerçek açıldığında “Hangi kaynakta var, alimler bu işe ne diyor?” sorusunu hala soracak mısın, yoksa sadece tarihi değil düşünceyi de galiplerin inşa ettiğini bilerek özgür tefekkürler yapabilecek misin?...
“Tamam da nereye müracaat edeceğim?” diye sorabilirsin.
Galip algıdan çıkman gerektiğini fark etmiş ve de arayışa geçmişsen, sorunun cevabı olan müracaat mahallini çok yakınında hazır bulacağını söyleyebilirim.
Yeter ki sorgula! Arayan bulacaktır, emin ol.

(08-04-2010)

(Mehmet Doğramacı)

457-Bir devrin sonu…

“Lütfen alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayın” bir dönem rastlardık bu uyarıya, her şey nasıl da değişiyor. Değişimin karşısında durmak imkânsız gibi bir şey. Sanki yer ayaklarınızın altından kayıp gidiyor. İnanın, tutunmak çok zor. Yıkılmamak için yerçekimsiz bir ortamda yaşamak lazım ya da ağırlıklardan kurtulmak gerekiyor. Yine de geçmişle kurulan bağlardan kolayca kopulamıyor. Olaylar her ne kadar yenilikleri tetiklemeye dönük olsa da alışılmıştan farklı, beklentilere ters geliştiği için, bildik normlara sokulmak isteniyor.
Dilediğini yapma hükmü bireyin özünde mevcut olmasına rağmen, varoluşun derinliklerine girmek kolay değil. Sanki semayla iletişimi kesilen şeytan değil de insan. Madde ile mana arasında muhayyel bir sınırdan bahsediliyor. Öyle ki madde-mana iç içeliğinde bu sınırlar beyinlerde çizilmiş. Sınır ötesinden gelen titreşimlerin algılanma hükmü belli aralıklara bağlanmış, görmeden duymadan inanamıyoruz, bu noktada belki de imanımızı bir kez daha masaya yatırmak gerekiyor.
Aslında farklı frekanslardaki bu titreşimlerin değerlendirilebilmesi için, beyinlerde gerekli olan frekans ayarlarının yapılması şart.
Bazı insanlar her ne kadar derinlikli bir bakış açısına karşı önyargılı olsalar da, öze giden çalışmaları tedirginlikle karşılasalar da, Değerli bir Ağabeyimin dediği gibi, akıl hastanelerindeki kalabalığın çoğunluğunu sosyal yaşamın çıkmazlarında dengesini kaybetmiş insanlar oluşturmuş. Yani düşünmeyen insanı bekleyen tehlikeler, düşünen insanlarınkinden bir hayli fazla…
İnsanlara anlayışlarınca hitap edin sözünü, Allah insana vüsatının dışında bir yük yüklemez ayetiyle paralel değerlendiriyorum. Sınırlı anlayışların değerlendirme yetenekleri bellidir. Bu yüzden sufiler değişik mizansenler ile kendilerini örtmüşler, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az misali, sınırlı anlayışların dengelerini bozmamışlardır.
Zihnimizdeki silik suretler gerçek değil, bir devir kapanıyor, yeni bir devir başlıyor.  Gerçeklerin acımasız çarkları beşerin hayal dünyasına ait olanı çözüyor ve süzüyor. Şimdi yenilenme zamanı, anlayışlara format atma zamanı, alıcıların ayarlarıyla oynama zamanı. Bu süreç bunu gerektiriyor. Hayaller tam anlamıyla suya düştü, muhteşem ilim geçmişin mirasını sular altında bıraktı.
İnsanoğlunun maddeyi parçalayarak bir yerlere ulaşmak isterken, İlim, “madde tümden yoktur bir hayaldir” hükmüyle maddeyi de kaydındaki insanı da önüne katıp götürdü.
Ve seyir noktada başladı, noktada bitti.

(11-04-2010)

(Ali Eren)

458-Biat ve Bidat

Biat kelimesi lügat manası ile kabul ve tasdik anlamına geliyor. Kullanış yeri daha çok din alanı. Bidat sözcüğü ise, Hz Muhammed zamanından sonra MEVCUT KURALLARA sonradan ilave edilen şeyler manasını içeriyor.

Ne var ki İslâma inanan kimseler bu konuda neyin biat neyinde bidat olduğu ayrımına giremiyorlar.

Din havasında kabul edilen her şeyi makul görüp uygulama yoluna gidiyorlar.

Sonuç olarak Allaha Rasulünün yapmadığı şeyler, dinde var havasına sokuluyor. Haliyle sevap işlemek arzusu ile yanıp tutuşurken, günaha davetiye çıkarılıyor.

Allah Rasulü “Ben dinimi tamamladım derken” sanki eksik kalanları tamamlamak gibi bir arzu duyuluyor. Bunun nedenini anlamak mümkün olmuyor.

Örneğin Cum’a namazı 2 rekâttır. Bu şekilde kılınması gerekir. Efendimiz (sav) Cuma namazından sonra kimi zaman mescitte, kimi zamanda evinde 2 rekât daha kılardı. Şimdi görüyoruz ki, Cuma öğlen namazına içine alınmış.

Doğru mu bu?

Sadece bu kadar değil tabi ki.

Namaz dinin direği. Ancak farz namazlarından sonra çekilen tespihler ve dualar Allah Rasulü zamanında yoktu.

Efendimiz (sav) “Allahümme ente’s selâmü ve minkes selam. Tebarekte yaz el celâli vel’ikram” der yerinden kalkar evinin yolunu tutardı.

Diğer yandan kamet de analiz edilmesi gereken bir husus. Bir musiki nağmesine dönüşmüş. Anlamını akla getiren yok denecek kadar az.

Sanki duyguları canlandırmak için okunuyor.

Birliği beraberliği sağlayacak diye yapılan dualara, hiç anlamı olmayan mevlitler, evet onlarda Bidat kısmında yer alıyor.

Bu hususlardan bahsederken inanın kimseyi eleştirme yoluna gitmedim. Sadece gerçekleri yazmayı istedim.

Bu arada ifade etmek istediğim bir şey hadis var.

Ondan söz etmeden geçemeyeceğim Hz Muhammed derki “Ya ALİ! Sen Allah a aklın ile yaklaş.” Umarım bu söz bidatle uğraşanları dizginler.

Çünkü Din akıl işidir.

(15-04-2010)

(Barış Yelkenci)

 

459-Bölmek niye ?

 

Bölünmez, somdur, Samed’ dir,

Ahad' dir, yani Bir dir diye diye,

Hakikati; Zat ile sınırlayarak

Mana ile sureti, ayırmak niye ?

 

ZAHİR ismi aşikar iken,

İllede Batını, manası, deyipte

Şehadeti, kesreti hor görmek niye ?

 

Gülmenin hakikati; mutluluk hissi diyerek

Yüzün aldığı şekli boş görmek niye?

 

Her şahid olduğunun, zikrini görmeyi bırakıpta,

Her an, her yerde zikir halinde olmaktansa,

Sadece göz kapalı tespih çekiş niye ?

 

Her şey diri, ölü yok, Hay var da, fani yok iken;

Her bahar canlanır gördüğün, ölü dediğin yer iken,

Toprak olupta süren bedeni; fani, Ruhu baki kılıp,

Manayı yaşatıp, Sureti öldürmek niye ?

 

Zahir, Batın, Evvel, Ahir “O” derken,

Bu hakikati, bu da algısı/vehimi demek niye ?

 

Varlık ve fiil, O’ ndan gayrı değilken,

Narı da, nuru da hoşu hissetmeden,

Şeytan-melek, hayır-şer ayrımı niye ?

 

Hem doğrusal, hem dalgasal ışığı bile,

İlle de biri ile tanımaya çalışmak niye ?

İlle de ilim, ille de hilm, ille aşk diyerek,

İlla ALLAH’ a tek yoldan varma kaydı niye ?

 

Bütünleyip, BİRleştirmek varken,

Sonsuz, sınırsızı, bölüp ayırmak niye ?

 

Ey bölmeyin diyen, dönüp sor bir de kendine,

ALLAH' ım, niye diye sordurtmak niye ?

Cevabı al ve rahatla kulum da, boşa debelenme;

Bölen de, Birleyenle aynı, artık anla diye...

 

(20-04-2010)

(Mert Kılıç)

 

460-Kıblesiz Namaz Olmaz, İlim Olur mu?

 

Bazı söylemler; vehmî benlikten doğdukları halde sevimli birer hakikat ışığı gibi öylesine yaldızlı, öylesine ikna edici bir örtüye bürünürler ki; çekimin şuur boyutundan geldiği zannına kapılıverir insan. Onlardan en güçlüsünü; hani şu “HAK GÖRME” konusunu müzakereye açmak istiyorum.

Elbette bunu yaşamak durumundayız. Ne var ki “YÖNELİŞ NOKTASI” ile “SEYİR UFKU” zannediyorum birbirine karıştırılıyor. “Allah’a giden yollar nefisler adedince” söylemi de işe eklenince “kavram simülatörü”ne binen hakikat yolcusu, evrensel seyre çıktığı zannıyla bir güzel zevk ediyor.

Hakikati arayana soruyoruz; “Hangi kanaldan ilmi takip ediyorsun?” Cevap; “Efendim ben her yerden alıyorum, hepsi Hak!” Peki, “Düşünceni hangi sistematik üzerine inşa ediyorsun?” Cevap: “Anlatılanların hepsi güzel, hangisine uysak buluruz yolu. Hem hadis de var, onlar yıldızlar gibi, hepsi ışığımız!”

* * *

Mevcut her durumu Rasülullah (as) ve Sahabesinin çıkış ve bakış noktasından değerlendirmek ve görmek durumunda olduğumuzu düşündüğümden konuya onların uygulaması ile yaklaşmak istiyorum.

 

Acaba, Ebubekir (r.a), Hz. Muhammed’(s.a.v)e kilitlenirken, başka zatların söylemlerini Hak görerek (!) ona denk saymış mıdır?.. Hz. Ali (k.v) ilmi değerlendirirken Efendimizin dışında söylemlerden alıntılar yapmış mıdır?...

“Onlar başka, biz başka, o döneme kıyas etme” diyorsan seninle hiç konuşmayalım!...

Dostum;

Kıblesiz salat geçersizdir!... Salatta dilediğin yere nasıl dönemiyorsan; ilimde de kıble bildiğin bir metot ve düşünce sistematiğine odaklanmak durumundasın!... Kıbleye yönelmeden namaz, TEK NOKTAya kilitlenmeden ilim; kendini kandırmaktan öteye geçmez, bilesin!...

“Her yerde Hakkı Görme konusu ne olacak” mı diyorsun?..

TEK NOKTAYA KİLİTLENEN; HER NOKTADA SEYREDER emin ol!...

Hala, “Ben eşit görüp her taraftan eşit besleneceğim” diyorsan, sen bilirsin.

Kusura bakma, ben bu İLİMDE TEK NOKTAYA YÖNELİŞ konusunda biraz tutucuyum!

Senin gibi her yerden besleneceğim diye kesret girdaplarında fazlasıyla yandığım ve bazı bedeller ödediğim için yanmayasın diye söylüyorum. Alınma, ukalalık da sayma olur mu?..

Bilirsen, Ehlinin işareti, söylemeye çırpındığım şeyin harika bir özeti: "Çokluktan TEK`liğe giden yol kapalıdır; TEK`ten çoka bakmasını öğrenenler sırlara ererler!" (AH)

 

(24-04-2010)

(Mehmet Doğramacı)

 

461-Değişim

 

“Yönetimler değişmeden halk değişmeli” diyor Hz. İsa,

İnsan, rahatsızlık duyduğu ya da monoton bulduğu noktalarda değişime gitmek istiyor. Ama bu değişimin ne düzeyde olacağı ve nasıl gerçekleşeceği de çok önemli doğrusu. Hiçbir şey insana hazır gelmiyor. Bir şeyi görmesi değerlendirmesi ve özümsemesi bir uğraşı ve zaman istiyor, ayrıca hazmını da gerektiriyor.

İlk insanın dünden bugüne kat ettiği yol onun tekâmülü olarak kabul edilirken, gelinen noktada kimileri oldukça iyi, kimileri i ise bir arpa boyu dahi yol almamış görünüyor.

Her ne kadar teknoloji ve tıp alanındaki son durumlar, memnun edici olsa da bu koşullar, insanın sosyal yaşamdaki kolaylıkları olarak değerlendirilmiş, ama mistik boyutlarla uyumu açısından gerekli yapılanma oluşturulamamış.

Kuran’ın toplumu, insanlığı nereye götürmek istediğini düşünüyorum. Şekiller dünyası mı, yoksa şekillerin göçüğü altında kalmış öz benlik noktası mı?

Efendimizden bugüne o ruhu yakalayabilmiş olanlar, şekiller üzerinde durmayarak, hayatı yorumsuz ve bir seyir zevki ile ortaya koymuşlar.

Bu seyrin sır noktası, ona yönelen mahaller için kendilerini görecekleri bir ayna özelliği oluşturmuş.

Kuşkusuz, kişinin kendini böyle bir aynadaki görüşü, bilincini oluşturan huy ve karakter bütünlüğünü bilmesi ve onlardan kurtulması demektir. Bu biliş neticesinde devreye sokulacak otokontrol mekanizması ile daha da önemlisi, aynalık vasfına sahip mahallerin yardımlarıyla değişim başlayabilir.

Değişim çerçevesinde dogmatik eksiklik ya da eğrilikleri düzeltmek, insanın saçını başını düzeltmek kadar kolay değil. Zira o kişiyi oradan tutup bir anda çekip alamıyorsunuz.

Genlerle intikal eden özelliklerin astrolojik tesirlerle harmanlanması neticesinde kişide değişmesi mümkün olmayan bir program oluşmuş.

Bu onun kaderi!

“İki dağ yer değiştirse inanırım, bir insan huy değiştirse inanmam” kelamıyla Efendimizin (s.a.v) ortaya koyduğu bir gerçek var. Buna göre, değişiyor gibi görünenler dahi zorlanıyor.

Aslında genler, kaderin biyolojik boyutta aldığı isimdir, dersek yerinde olur. Her şeyin bir program dâhilinde oluştuğunu düşünürsek, insan hayatının da bir kaostan değil, genler ve derinliğindeki kozmozdan varlığını aldığını düşünmek gayet normal olacaktır.

İlginç olan bir nokta da bu programın kendisine uygun çevresel etki ve düzenleri oluşturarak uygun açılımları yapması. Hz. İsa’ nın “yönetimler değişmeden halk değişmeli” sözünde bu anlamın olduğunu düşünüyorum. İnsanda mevcut genetik program kendisini ortaya çıkaracağı uygun çevresel koşulları oluşturuyor. Bu noktada tek taraflı bir değişimin olabileceğini düşünmek imkânsız gibi görünüyor.

Her tohum kendi toprağında ve uygun şartlarda yetişip büyüyor ve yine aynı yerde sararıp soluyor.

Değişim denen şey yani farklılaşma da bu aşamada gerçekleşiyor.


(28-04-2010)

(Ali Eren)

462-İpekten yumuşak bir rüzgâr

 

İnsan yaşamını kimi zaman düz, bazen engebeli ve kimi zamanda aşılması güç engellerle donatılmış bir yola benzetebiliriz. Bu yoldaki keskin virajlar bazen insanı uçurumun kenarına getirmekte, oldukça sıkıntılı anlar yaşatmaktadır.
Hayatın artı (+) ve eksi (-) yanları her an oluşmakta ve böylece insan yaşamını sürdürmektedir.
Düşünüyorum da; sürekli kolaylık ve güzelliklerin olduğu bir yaşam ne kadar sıkıcı ve bunaltıcı olurdu. Her isteğin olduğu bir hayat düşünüldüğünde, insanın gelişimi, yaratıcılığı olur muydu?
Oysa var olan ve zorluklar gibi görünen şeyler, hayatın bir sonraki aşamasında rahatlığa kavuşulmayı temin edecek ve ayrıca bu şekilde gelen huzurun kıymetinin daha içten ve samimi olduğu anlaşılacaktır.

Efendimiz bir hadisinde; “Allah Teâlâ hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen'den gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre miktar iman bulunan hiç kimseyi hariç tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder. (Kütüb-i Sitte: 5006)” demektedir.

Allah’ın Rahman isminin tecellisinin bizlerde yansıması zorlu ve meşakkatli bir yaşamı oluşturur. Hazırlıksız ve inançsız bir insanın başına gelen olayları rahatlıkla karşılaması ve kabul etmesi mümkün görünmez.
Olayların figürlerinde hatayı arayarak çıkış yolu bulmaya çalışır.

İnançlı bir insanın bu zorlu aşamaları karşılaması ise; Bu olay Allah’tan gelmiştir. Benim buna razı olmam isyan etmemem gerekir. Amentüdeki iman esaslarına göre hayır ve şer o’ndandır bakışı ile sabitleşir. Buna göre her zorlukta bir kolaylık vardır düşüncesi akla gelir ve yaşanır. Bu nitelik insanı diğerlerinden ayırır, onu tecrübeli ve deneyimli kılar. Nitekim mümin vasfındaki insan son nefesine kadar bu düşüncenin kapsamından dışarı çıkmaz.

Diğer yandan Hadiste geçen “..İpekten daha yumuşak bir rüzgâr” ifadesi takdir edilir ki mecazi bir yaklaşımdır. Kıyamete yakın zamanda meşakkatli sıkıntılı hallere razı olabilen insanların günahlarının affedilmesi, bu oluşumun arındırıcı bir vasıfta olması yanısıra insanı ipeksi bir güzelliğe yani içselliğe kavuşturması şeklinde yorumlanabilir. Böylece o insanın ruhu kabz olduğunda artık arınmış ve günahsız olarak ahirete intikal etmiştir.

(02-05-2010)

(Barış Yelkenci)

 

463-Yaşasın Devrim!...

Cuma vaazında çok tatlı açılımlar getiriyordu hoca efendi. Gündem; Rasülullah’ın sünnetini yaşamaktı. Nebevi önerilerden bahsediyor, peşine bir dizi tespit sıralıyordu.

“Okçuluk, ata binme ve yüzmeyi öğreniniz” dedikten sonra, eski devirlerde at binmek olarak algılananı şimdilerde sürücü ehliyeti sahibi olmak, ok atmayı modern savaş gereçlerini kullanmak olarak yorumluyor, yüzmenin sıhhat ve önemine dair bir dizi delil sıralıyordu. Cemaat, imamın İslami bilgisi yanında genel kültürüne de hayran hayran dinliyordu.

Dışarı çıktığında, her zaman farklı noktalardan konuları ele alarak düşüncelere deprem yaşatan bir dost girdi koluna. “Gel seninle biraz laflayalım”. Cemaat çay ocağına girdiler.  Konu yine vaazda söylenenlerdi:

-       Atıcılık, binicilik ve yüzme biliyor musun?

-       Silah kullandım askerde. Ehliyetim de var. Boğulmayacak kadar yüzebilirim.

-       Sünneti anladın, uygulandın öyle mi?...

-       Eh, öyle gibi…

-       Zırva!… Saçmalık hepsi!... Kalıbına yazık!..

Dostundan yeni idrakler patlayacağı zaman ilk işaretler böyle gelirdi. İçinden; “Volkan buhar salmaya başladı, görelim neler patlar özden” diye beklemeye geçti. Çayından bir yudum alan aykırı adam, biraz hırçın, biraz heyecanlı ama yüksek tonlarda devam etti:

-       “Dua müminin silahıdır” hadisini duydun mu?

-       Elbette.

-       Dua mekanizmasını gereği gibi kullanabiliyor musun?...

-       ...

-       Bazı hayvanlara binilir değil mi?..

-       Evet.

-       Beden Hayvanına binebiliyor musun?

-       Beden Hayvanı?!...

-       Evet, boyun posun, kalıbın. Onun bir hayvan olduğunu, “Sen” diye tarif edilenin onunla kayda girmemesi gerektiğini bilmiyorsun galiba.

-       …

-       Kendini beden sanana beden hayvanına bin diyorum. Pardon. Çok pardon.

-       …

-       Yüzme?... Deniz?...

-       Bir şey diyemeyeceğim.

-       Bilinç okyanusu şu alem. Dalga frekansı; görünen ve görünmeyen. Sudan da havadan da habersiz balık mısın, dibinde boğuluyor musun, yoksa dalgaları köpürte köpürte, suları yara yara gidecek kabiliyetin var mı frekans denizinde?..

-       …

-       Yazık, çok yazık! Rasülullah’ı anlamak ha? İlim okumuşmuş… Hey yavrum heeeyyy!

* * *

Çıktı gitti. Hakaret miydi sergilenen, uyarı mıydı, aşağılandı mı, yukarı mı çekilmek istendi, seviliyor muydu, dövülüyor muydu anlayamadı. Anladığı tek bir şey vardı:

Bir düşünce ve algı devriminin ayak sesleriydi söylenenler. Yol ayrımına gelinmişti. Kurulu düzenden mi, yoksa devrimden yana mı olacaktı?!

Kalbini dinledi ve coşkuyla haykırdı:  YAŞASIN DEVRİM!...

 

(06-05-2010)

(Mehmet Doğramacı)
 

464-Eyyy..Sen Diyen...!

 

Baktın ekrana, okudun aylarca yazılanı hakkında,

Ara denildi durma! Ama ne ararsan kendinde ara.

Bil ki; ne içeride bir iç var, ne de dış var dışarıda,

İç de, dış da kendinde, bizzat sende, bir arada...
 

Dostum sence anladın mı, denileni layığınca ?

Hissettin mi hiç, okuduğunu bizzat yaşamında ?

Öyle olsa bakmazdın değil mi, sen diyerek bana,

Okumazdın yazanları, başkası yazmışçasına...

 

Söylesene dostum, sen dediğin ben, şu an nerede ?

Kapat gözünü de, anla artık; her şey tamamen sende,

Değil asla ne ekranda, ne diskte, ne de internette,

Gör ki; Sen bağlı değilsin, internet senin beyninde...

 

Düşünsene dostum bir an, eğer ki sen var olmasan,

Ne, Adem ile Havva olurdu, ne de Tevrat ile Kur’an.

Ver kararını; sen mi varlık içinsin, varlık mı senin için ?

Rahman Zat için, Zat da Rahman, tüm bunlar ALLAH için.

 

Kimi sarıdır; hüznü çağrıştırır, kimi de kırmızı; yaşamı, aşktır.

Kimisi beyazdır; hep diye tanımlanır da, tüm renkleri barındırır.

Kimi de siyahtır ve hiç diye anılır. O renklerden de arıdır ya hani,

Senin rengin de bil ki gri, eğer beyaz ve siyahtan değilsen gani.

 

(13-05-2010)

(Mert Kılıç)

 

465-Güven

Dönemin teknolojisine göre çok tehlikeli bir iş yapan, vahşi hayvanların fotoğraflarını epeyce yakından çeken bir adam vardı:

Ünlü Kodak firmasının kurucusu Mr. Eastman. 1930’lu yıllarda basit film makineleri kullanıp Afrika’da vahşi hayvanların fotoğraflarını yanlarına yaklaşarak çekme cesaretini gösteren bu adama, dostları bunu nasıl gerçekleştirebildiğini sordular.

Mr. Eastman şöyle açıkladı: “Yanıma güvendiğim bir avcı aldım. Makinemin 10 metre kadar önüne bir çizgi çizdim. Avcıya, ben film çekerken, herhangi bir hayvan bu çizgiyi geçme teşebbüsünde bulunursa, derhal vurmasını söyledim.”

Bu kez, dostları daha da heyecanlanarak; “Ya avcı vuramazsa? Onun, söylediklerinizi yerine getireceğinden nasıl bu kadar emin olabilirsiniz? Canınızı nasıl bu kadar kolayca tehlikeye atabiliyorsunuz?” diye sorduklarında,

Mr. Eastman şöyle cevap verdi: “Dostlarım! Hayatta başarılı olmak istiyorsanız, yanınızda çalıştırdığınız insanlara güvenmeyi öğrenmelisiniz.”

Yaşanan bu olay, bizlere güven duygusu ile korkulardan kurtulmak gerektiğini anlatıyor.

Gerçi endişeler, vesveseler insanın yakasını bir türlü bırakmıyor, ama inanç ve güven duygusu da onları bir yerde pasifize etmesini biliyor.

Önemli olan, güven duygusunu açığa çıkarmak, hayatın elinde bir oyuncak olmaktan kurtulmaktır. Yoksa korku, bireyi istismara kadar götürür, adeta kördüğüm eder.

Herkes korkularıyla baş başa kalırsa, ortalık cehennem hayatına döner.

Bu nedenle, kimi zaman da güvenmek zorunda olduğumuzu bilmek zorundayız.

Güven, insanların bir arada yaşaması için belki de en “mukaddes duygu” olarak göze çarpıyor.

 

(16-05-2010)

(Ali Eren)

 

466-Ey Allah’ım…

 

Beni senle aldatanlardan eyleme! Şeytanın eylemlerimizi süslemesine, bizi benlik sevdası içersinde bırakmasına izin verme! Şeytanın süslediği amelleri bize güzel gösterme! Bana Hz. Âdem’in tövbesini, tövbeyi nasuhu, Hz. Nuh’un metanetini, direncini ver! Hz. İbrahim’in imanını olaylara bakış açısını, Hz. İsmail’in teslimiyetini nasip et!

Hz. Yakub’un dirayetini, Hz. Yusuf’un iffetini ver! Hz. Musa’nın celâlini, Hz. Harun’un sadakatini ver! Hz. Davut’un kader anlayışını, Hz. Süleyman’ın olağan üstü gayretini ver! Hz. Eyüb’un sabrını, Hz. Lokman’ın hikmet anlayışını ver! Hz. Zekeriya’nın hizmetini, Hz Yahya’nın şahadetini ver! Hz. Meryem’in adanmışlığını, Hz. İsa’nın safiyetini ver! Ve Hz. Muhammed’in muhabbetini ver, onu tanımayı kolaylaştır.

Ya Rab!

Bana eşyanın hakikatini göster! Beni gerçeğe ulaştır. Batılın bana yaramadığını idrak ettir. Bana isyanı yaşatma, algılamayı nasip et. Seni tanıma bana kolaylaştırılmış olsun. Dostlarımın derdini derdim kıl, “bana ne” demeyi nasip etme. Müşkülatlarımda, üstesinden gelemediğim hususlarda bana yardım et. İradeli bir insan olarak yaşamayı nasip et. Bilgimi savunur bir halde olmayı dile. Fisebilillah verenlere örnek alıp, yaşamayı nasip et. Efendimizi gerçek yönleriyle tanımak idealimiz olsun. Zorluklara hep birlikte yaklaşalım.

Dualarıma karşılık ver yarabbi. Biliyorum ki benim Duam senin dilemen sonucu ortaya çıkıyor.

Beni daima bu bilinçle yaşat ve son nefeste iman nasip et ya RAB Bİ.  

(20-05-2010)

(Barış Yelkenci)

 

467-MuavvizeTeyn Kimi Kimden Koruyor ?

Hani vardır ya; Korunma duaları MuavvizeTeyn... Madem varlık bir ve hepsi de Bende, kimi kimden koruyor ALLAH aşkına bu dualar ?

Aslında cevap kelimenin içinde... Muavvize; koruma, koruyucu demek, Teyn iki. Ben kendi dünyamda bunu ikilik olarak ta düşündüm ve ikilikten koruyucu dualar olarak algıladım. Müşrikler pislikse, cehennemlikse, yani ikilik, çokluk görüşü, bizi yakıyorsa, işte bu dualar (sureler) bizi bu yakıştan kurtarıcıdırlar. Lafızla tekrar ile değil, bence aşağıdaki şekilde algılanıp, yaşanılmasıyla...

Felak : Allah’ tan yada Ben’ den ayrı olarak yaratılanlar varmış düşüncesi ile, Hakikat güneşinin aydınlatıcılığından mahrumiyet sonucu oluşan, hakikatimi örten karanlıktan, duygusallık, değer yargıları ve şartlanmalar vesileleri ile yapamazsın, edemezsin gibi düğümlerle (bağırsak beyin), sonsuz ve sınırsızın açığa çıkışını, sadece sınırlı fiziksel bir beden kabul etmeme neden olan ve bu sonsuz muhteşem özelliklerime (esmalar) hased ederek, farkındalıkla kullanmamı istemeyenin şerrinden, aydınlatıcılığı ile tüm bu karanlık ve kasveti dağıtacak olan esma özelliklerime sığınırım.

Nas : Gerek bende yanma ve sıkıntı oluşturmayan, algıladığımı ve müşahede ettiğimi düşündüklerim, gerekse beni içten içe yakan algılayamadığım ve vakıf olamadıklarımdan oluşan ve bana tekrar tekrar yinelemelerle düşük frekanslı sinsi vesvese yayını yaparak, maddesel birimsel bir beden kabulüne düşmeme sebep olanların bu etkilerinden, onları Ben’ den ayrı kabul etmeyip, hatta ve hatta onların hükmedicisi, sahibi ve oluşturup açığa çıkarıcısının bizzat ben olduğum farkındalığına sığınırım. (Ben cini ve insi yalnızca (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) kulluk etmeleri için yarattım! Zariyat 56)

Bir de bu iki sure ile birlikte okunan 3. koruyucu sure İhlas suresidir. Zaten bu sure de, bütün çokluk algılamalarını önüne set çeken bir şekilde, tamamen ALLAH’ ın kendini anlatışı değil mi ? Hadi buna da üçlükten koruyucu diyelim, teslis inancından... Eş/ortak yok, doğma doğrulma yok, Ahadiyet, Samediyet var. Nerede kaldı baba, oğul, Hz. Meryem...!

(27-05-2010)

(Mert Kılıç)

 

468-Aklımda!

İki arkadaş karşılaştı. Neler konuşuyorlar kulak verelim:

- İşlerim ters gitti. Sıkma sürüyor ne hikmetse.

- İşlerin varsa, ters gitmesi doğal. Hikmetten bakınca da sıkma- genişleme hep olur.

- Ne yani, çalışmayalım mı, geçim- hayat mücadelesi.

- Hayat mücadelesi?!... Nedense leşe koşan çakallarla kurtların kapışmasını hatırlatır bana.

- Bak şimdi!.. Kendim için değil ailem, çocuklarım, rızkım için.

- Çocukların, ailen, rızkın varsa sana ait, haklısın, bir kapışmada bulursun kendini.

- Aaaa insanız. Hepimizin ailesi, çocukları, sorumlu oldukları var.

- İNSANın ne ailesi olur, ne çocuğu, ne de sorumlu oldukları…

- Nasıl yani?..

- İnsan yalnızdır. Yalnız ve Tek!...

- Ya iş, güç, hayat…

- Atına arpa lazım olsa “Ben acıktım” der misin?..

- Niye diyeyim acıkan hayvandır!

- Acıkan hayvandır, tuttum bunuJ))

- Hayvan?..

- Bedenin ve ona bağlı Bilincin… Bineğin ihtiyaçlarını kendi ihtiyacı sanmak, ne tuhaf?! Onun tanımlarını kendine yapıştırmak ha?.. Gaflet!!!!

- İyi de ben bunlarla varım.

- Ana karnında kimsen yoktu. Kabirde de olmayacak. Aslında şimdi de yok. Görüntüyü gerçek sanmışsın. Yazık, çok yazık…

Konuşmaları uzadı gitti. Düşük Frekansta debelenen, dinledikçe hayretlere düşüyor, beyninde depremler oluyordu. Yüksek Frekanstan seyredende ise engin bir eminlik ve huzur.

Düşük Frekansla kayıtlanan sordu:

- Tamam, anlar gibi oldum da, gaflete düşmemenin kolay yolunu söyler misin?..

- Lades oyununu bilirsin? Karşı taraf lades deyip galip gelmesin diye napıyorduk?..

- Bir şey uzatınca alırken AKLIMDA diyerek alıyorduk.

- Hayat kaosu; eş- dost çengeli, çevre duvarları, yakınlar fitnesi sarmak, seni beden zannettirmek istedikçe şunu söyle…

- Evet lütfen…

- AKLIMDA. BEN BU BEDEN DEĞİLİM, BEN HAYVAN DEĞİL İNSANIM… AKLIMDA…

Düşük Frekans seyrindeki uyanıyordu.

- Zikir; hatırlamak, aklımda demek o zaman?!...

- UyanıyorsunJ)) Bunalınca aynaya koş, görünene şunu söyle: “Ben, sen değilim. Sorunların beni bağlamaz. Ben sorundan da senden de münezzehim. Aklımda!…”

Biraz düşündükten sonra bizimki son bir şeyler daha sordu:

- Aklımda diyemezsem?...

- Hayvan lades der, tutuşturur Cehennemini. Aklımda deyince, inşa edersin Cennetini.

- Ben kimim peki?..

- İhlas Suresi!..

- Ama orada Allah anlatılıyor.

- Karıştırma fazla, “Aklımda” dediğinde İhlas Suresisin, o kadar!!!!

(31-05-2010)

(Mehmet Doğramacı)

 

469-Meşruiyet

Meşruiyet; bir işte, düşüncede, yasalara, dine uygunluğu gösteren bir sözcüktür. Ancak kendini bilme aşamasındaki birey için bu kavramının kapsamı farklı olabilir. Sıra dışı boyutlara geçiş yapmak isteyen biri, sadece fiillerini değil, düşüncelerini de tartmak zorundadır. Zira düşünceler fiillere, fiiller ise yaşam boyutumuza gebedir.

Düşünce, beyinde kalan soyut bir işlem olarak kabul edilmiş ve fiile çıkmadıkça yasal olarak her hangi bir değerlendirmeye tabi tutulmamıştır. Oysa insana kendini bildirmek için var olan mistik yön, daha hassas bir yaklaşımla gerekli uyarıları yapmıştır.

Düşüncenin fiile dönüş yolu “dil” dir. Halk arasında da buna “dile kolay”, “söylemek değil, yapmak zor” sözleriyle işaret edilirken, bu noktada dikkat edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Evet, insan düşüncelerinden olduğu kadar o düşünceleri sağlıklı bir biçimde dışa yansıtmada da sorumluluk altındadır. Rasulullah efendimiz, “İnsanlara akılları ölçüsünde söz söyleyiniz.” diyerek bizleri uyarmıştır.

Kendi anlayışı üzere dengesini bulmuş bir insanın, düşüncelerinin değişemeyeceği noktalarda, yanlış ve eksik anlatımlarla dengesini bozmanın gereği yoktur. Her ne kadar bilgisizlik sonucu bu durum normal kabul edilse de onun vebali, vesile olanın üzerinedir.

Hayat öyle ya da böyle devam ederken, duygular istekleri, istekler de sonları belirliyor. Çoğunlukla bilinç bedenin önünde boyun eğiyor ve farkındalığın olmadığı meşru kabul edilen noktalarda sıkıntılar başlıyor.

Geçenlerde bizim hanım bana, “neden bu kapıdan birlikte çıkamıyoruz!” diye sordu.
“İkimiz de çıkmamız gereken saatin bilincindeyiz. Farklı zamanlarda çıkmak zorundayız.” dediğimde bana hak verdi. Yani bir anlamda, MEŞRU BİR EYLEMDE BULUNDUĞUM KANAATİNE VARDI.

Genel anlamda kadının erkeğin gerisinde olmasının meşru nedenleri mevcut.
Aslında kıldan tüyden meseleler sadece kadınlara özgü değil.
Zira hiyerarşi, Allah’ın sisteminde bulunuyor. Resul ve Nebilere duyduğumuz saygıdan kimse yüksünmüyor. Çaresiz kaldığımız noktalarda bize yardım edecek,bizi aydınlatacak bilgi ve etkiyi onlardan bekliyoruz. Onlara olan saygı, insanın özüne saygısıdır. Bu hal, iman ile tanımlanır.

Bu bakımdan, şeytaniyet ile özdeşleştirilmiş bedenin isyan hali ve onun kendine uygun değerlendirmeleri terk edilip ilme dayalı bir anlayışla ve meşruiyet kavramı ile tekrar ele alınmalı, düşünce ve fiiller yerli yerine oturtulduktan sonra edepli bir yaşam yolu seçilmelidir.

(04-06-2010)

(Ali Eren)

 

470-İyiliği başa kakma!

Hiçbir mantığa sığmayan, ister doğulu ister batılı, ister inanç sahibi, isterse inançsız olsun, insanlık boyutunda en çok ayıplanan şey, “geçmişteki iyiliklerin hatırlatılması, karşılığında mutlak bir şeylerin istenmesi gibi saçmalık kokan şeylere” tevessül edilmesidir.

Ancak en cahil insanımızdan tutun en okumuşumuza kadar çoğumuzda yeri geldiğinde böyle talepler olur.

Bazı bireyler maalesef, ikiyüzlülükle bir yandan kardeşlik sloganları ile yaşarken; diğer yandan menfaatinin gerektirdiği yerde böylesine girişimleri yapmakta “bir dakika dahi” tereddüt etmiyorlar.

Bunun nedeni gayet açık!

Huy ve karakter yapısına dayanıyor bu anlatmak istediğim rezalet.

Üzerine gidilip çökertilmezse, insan yedisinde neyse yetmişinde de bu acayip işe başvuruyor.

Utanmadan, sıkılmadan.

Yaptığı bir iyilikten ötürü, muhatabından minnettarlık bekliyor. Şayet minnettarlık gerçekleştirme yoluna gidilmezse bu kez duyguları ağır basarak iyilikte bulunduğu kişiye baskı uygulamaya başlıyor.

Şu hususu dikkate almadan bazı şeyleri göz ardı etmek imkânsız gibi:

Kur’an-ı Kerim der ki; “Arınmayanlar Kitaba el sürmesin”. Gerçekten insanoğlunun değişime uğraması için her alanda olduğu gibi, en basit ama üzerinde mutlaka durulması gereken konularda da daha hassas daha duyarlı olması gerekiyor.

Aksi takdirde, başına umulmadık işler açacağı netlik kazanıyor.

(09-06-2010)

(Barış Yelkenci)

 

471-Gümbürtü Kopmadan

 

Küpü küp üstüne koysalar

Gökyüzüne bağlasalar

Altından birini çekseler

Seyreyle gümbürtüyü

 

Yunus’a ait olduğu söylenen bu dörtlük; sağlam temeller üzerine inşa edilmeyen ve uygun malzemelerle bağlanmayan idraklerin, dışarıdan yapılacak basit bir müdahale karşısında kökten yıkılmaya mahkûm olduğunu sevimli bir misalle tasvir ediyor.

2012 sürecine doğru ilerleyen zaman içinde büyük gümbürtüler kopacağı aşikâr. Elbette dünyevi ve maddi bir yıkımdan bahsetmiyoruz. Bilim alanında hızla ortaya konan gerçekler, evrensel sistemin değişmez yasalarını bir bir onaylarken bilim-din, madde-mana, gelenek- modern ikilemleri ile düşünen ve yaşayanlar için kaçınılmaz son; şiirde tasvir edilen hazin yıkımdır!..

Hiçbir Peygamber kendi öğretisini kurumsallaştırmamışken, din adına kurumsal yapılar ağı kuranlar…. Yaşamını, geleneksel çizgiden çıkamamış sığ fetvalara bağlayanlar…. Kendisi adına başkasının düşünmesinde keramet arayanlar…. Edep ve sadakat perdeleri ile eski anlatımlara bağlılığı kutsayanlar…. Düşüncesini, inancını; vahiy, akıl, bilim, mantık düzleminde derin tefekkürlerle inşa edemeyenler; gök yüzüne erdiklerini zannetseler de, ister istemez bu zelzeleden fazlasıyla nasiplenecekler.

Felaket tellallığı gibi bir yaftayı üzerime yapıştırmamanız için şunu da belirteyim ki; mucize ve keramet olgularının iki kere iki dört edercesine formüle edilip çözüleceği süreç başlamıştır.

Tanrının ve tanrısal öğretilerin çöpe atılacağı, madde- mana ikileminin kalkacağı, bilimin din adına uydurulan geleneksel perdeleri yeni keşif ve tespitlerle gözümüzün önünde ateşe vereceği süreç başlamıştır.

Tüm dünyada dini kurum (!) ve din adamları (!) nın insanlığa dayattığı sözüm ona dayanaksız prensiplerinin, görüşlerinin sadece düşünen ve araştıran beyinler nezdinde değil, kamuoyu önünde komik duruma düştüğü dönem başlamıştır.

Gümbürtü kopmadan ayakta kalabilmek için ne mi yapmalı?...

Kim olduğunuzu objektif kriterlerle araştırın ve sorgulayın yeter!...

Kim olduğunu objektif olarak ve sorgulayarak araştıran her kişi; eninde sonunda kendini Muhammedi Eksende bulacaktır.

Sorgulayan gönüllere selam olsun!...

(15-06-2010)

(Mehmet Doğramacı)

 

472-ZORUNLU BİR UYARI!..

 

Ağırlıklı olarak "Hakikat ilmi" yönüyle açıklamaya çalıştığımız Kurân-ı Kerîm çözümü, maalesef bazı anlayışlarda herşeyin insanda başlayıp bittiği anlayışını oluşturmuştur.

İnsanın Hakikati itibariyle tüm yazdıklarımız elbette ki tüm hakikat ehli tarafından paylaşılan şeylerdir.

Ne varki...

Her şey bundan ibaret değildir.

İçinde yaşadığımız Evrende, Galaksimizde, hatta Güneş Sistemimizde, beş duyuya dayalı bilimin henüz tesbit edemediği ama şartlanmasız objektif düşünen beyinlerin son derece makul gördüğü sayısız değişik türlerin varlığı inkâr edilemez!

İnsanın hakikatini oluşturan oluşum mekanizması-sistemi muhakkak ki diğer türlerde de olabilir.

Kur'ân-ı Kerîme göre ise bunlar vardır!

Gerek İbrahim a.s., gerek Lut a.s. ve gerekse Hazreti Meryem olaylarında "Resuller" olarak tanımlanan bu tür varlıkların olaylarını defalarca görüyoruz.

Ayrıca Cibrîl adıyla işaret edilen ve "melek-kuvve" olarak tanımlanan varlığın da, beynin ürettiği hayal mahsulü bir varlık olmayıp; algılama sistem ve kapasitemizin ötesindeki bir tür olduğunu; ancak ona dair görüntülerin beynin işleyiş mekanizması sonucu olarak oluştuğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Kezâ diğer isimlerle anılan "melek"lerin de!

Beynin çalışma mekanizmasını henüz kavramaya başlayıp dile getirdiğimiz bu süreçte şimdilik bu konuda daha fazla konuşmanın uygun olmayacağını söyleyebilirim.

Şunu da eklemeliyim ki, inanıyorsanız samimiyet ve dürüstlüğüne, Başta Abdulkerîm Ceylî ve Muhyiddin Arabî olmak üzere pek çok hakikat ehli zevat, bu türlerle bilemeyeceğimiz bir şekilde iletişim kurmuşlardır. Bunlardan başka şu âyet de dikkat çekicidir:

"Ma kâne liye min ılmin Bil Meleil A'la iz yahtesımun;" - "Mele-i Âlâ'daki tartışma hakkında ilme sahip değilim." (38. Sâd: 69)

"Mele-i Â'lâ" diye isimlenen bir kısım varlıklar ve bazı işlevleri hakkında, İlâhiyat Profesörü Hayreddin Karaman tarafından dilimize çevrilmiş "Şah veliyyullah Dehlevî"nin çok ünlü eseri "Hüccetullahil Baliga"da da çok enteresan açıklamalar mevcuttur.

Rasulullah Aleyhisselamın "Beni Refiki â'laya arkadaş et" şeklindeki duası ehline büyük ışık tutar bu konuda!

Dolayısıyladır ki...

Olayın yalnızca içsel boyutuna kapanıp, dışsal-evrensel boyutundan da perdeli olmamak gerekir düşüncemize göre.

Bu arada 40 yıl önce yazmış olduğumuz "RUH-İNSAN-CİN" kitabında vurguladığım gibi, günümüzde pek çok cinni olayların "meleki ilişkiler" gibi pazarlanmasına karşı da uyanık olmak gerekmektedir.

(18-06-2010)

(Ahmed Hulûsi)

473-VİCDAN 

İster Vicdan de, ister Resul, ister ALLAH seslenişi,

Ham, pişer de olur belki, yoksa senin dışında yönelişi,

Nasipsizdir, Seni ana, baba, candan çok, sevmeyen kişi.

 

İşte böyle aşka geldim de, sana hediye vermek istedim,

Sonra düşündümde bir an, Samed dedim, vazgeçtim...

O zaman hakkını vereyim... Ama bu nasıl olur ? dedim,

İnsan olsan yeterli, fazlasına gerek yok dedin.

 

Bari olana kadar dedim, yazayım kendimce,

OL denilip de olanı, evvel ahir seyrince...

Bırakırsam sana eti de, kemiği de, öylece,

Ancak o vakit senden faydalanırım gereğince.

 

Kement yapar atarsın, o zaman ALLAH ipini,

Atma sen yorulma, ben boynuma takarım, sevgili.

Kah kırmızı kemendi takarım temsilen sevgiyi,

Kah beyaz, bozmamak için gündüzdeki düzeni,

Kah siyah takarım, yaşarken gecedeki birliği.

 

Anladım ki; Değilsin ne erkek, ne de dişi,

Ne sen var, ne de ben, bunu yapan BİR kişi.

 

Susma sakın ne olur, hiçbir zaman vicdan,

Ancak dinlersem seni, olurum belki İnsan.

Kime ne minnetin olur ki, Rahimli Rahman,

Sana verilemez, çünkü sen kendinsin armağan.

(25-06-2010)

(Mert Kılıç)

 

474-Zina

Kontrolsüz dışa vurumlar neticesi oluşan hareketler, bilinci alt boyutlara hapseder. Bu parazitler, emaneti yüklenmiş, özüyle arasında kutsal bir bağ oluşturmuş insana telafisi mümkün olmayan sonuçları getirir.

Zina hükümleri de böyle doğar.

Zina denince aklımıza, kadın-erkek arasındaki meşru olmayan, toplum yapısına ve mistik verilere ters gelen bir davranış biçimi, bir anlamda da ihanet gelir.

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

-Allah âdemoğluna zinâdan nasibini takdir etmiştir! Hiç şüphesiz, âdemoğlu takdir edilmiş olan bu akıbete erişecektir!

İmdî göz zinâsı bakmak, dil zinâsı konuşmaktır. Nefis, temennî eder ve iştahlanır.

Tenâsül uzvu ise bu organların hepsinin arzularını ya gerçekleştirir yahut yalanlar. (Buharî-Tecrid-2132)

Zinanın kaynağı, karşı konulmaz duygu ve isteklerdir. Birtakım seviyesiz hoşlukları yaşama isteği, nefsi cezp eder. Ve o hal bitene kadar insan “ben ne yapıyorum?” demez, ancak sonunda “ben ne yaptım!” diyebilir.

Allah Rasulü’nün hadisinde belirtildiği üzere, tenasül uzvuna gelene kadar gözün de dilin de zinası vardır.

Sonuç, malum akıbete ulaşmak oluyor.

Bu durumda sisteme uygun olmayan bir fiilin, bireyin aklını çelmesi, hayvani bir içgüdünün ortaya çıkması zina olarak değerlendirilmektedir.

Bedensel dürtülerle hareket eden bir insan için, yaşam çoğunlukla cinsellik hormonların egemenliğinde devam eder ve zinaya ulaşan yol bu şekilde belirlenir.

Bu dürtülerin insanı ne kadar zor durumlarda bıraktığı herkesçe malumdur.

Örneklerini toplumsal yaşamda sıkça izlemekteyiz.

Duyguların zihni faaliyetleri ele geçirdiği bazı anlar vardır ki, o akışın yönünü tahmin etmek hiç de zor değildir. Bu süreler içinde insan kelimesinin anlamı ne kadar da daralır. Adeta kişiyi kendisini bekleyen feci sona götürecek şartlar başlamıştır. Taş yere düşmeden evvel gölgesi düşeceği yere varmıştır.

Ve olacakları tahmin etmek hiç de zor değildir.

İşte zina böylesi anlarda bireyi bulur.

Artık yapacak hiçbir şey kalmamıştır.

Önemli olan, bireyin kendini daima hazır halde tutması ve bahsini ettiğimiz bu aşamaya getirmemesidir.

(02-07-2010)

(Ali Eren)

 

475-[Takdir 1]
 

Ünlü yazar Plekhanov, “Tarihte Bireyin Rolü” isimli eserinde Fransız Devriminin yarattığı tartışmalara dikkat çekerken, Napolyon’dan bahsetme gereğini duymuş ve bazı gerçekleri dile getirmiştir.

Napolyon için; Ordu içindeki pek çok yetenekli generallerden sadece biridir.

Diğerlerinden çok üstün değildir.

Ancak şans ona en tepede yer vermiştir.

Orası bir kere dolduğunda, öbürlerinin dışlanması, aşağıya veya kenarlara itilmesi kaçınılmaz olur demiştir.

Buna göre “üst” olanın doğal üstünlüğü, “ast” ların ise astlığı ister istemez kabullenilecektir.

Bunun gibi eski Roma da köleler efendilerinden kabiliyet açısından daha yeteneksiz değillerdi.

Tam tersine bulundukları koşullar, onları ruhen ezip bozuyor, aşağılığa mahkûm ediyordu.

Kur’anı Kerimde de bu anlatılanlara paralel enteresan bir uyarı var. “Yerde ve Gökte iki ilah olsaydı, bunlardan birini katletmek vaciptir.”

Bu ayet anlatılanlara oldukça benzerlik taşıyor.

Varlıkta tek bir ilah var ve düzeni, otoritesi, onun rububiyeti, ulûhiyeti hâkimdir.

Eğer varlıkta iki ilah olsaydı fesat  (çatışma, bozulma) çıkardı. Orada iradeler, otoriteler çatışırdı.

Pekiyi, eğer varlıkta fesat yoksa, beşeri hayatta kaos olmaması için neye dikkat etmek gerekir?

Böyle düşünenler yanılır.

Zira Kur’anda “Allah sizi de yapa geldiklerinizi de yaratmış” demektedir.

Olayı şeriat sevdası ile illâki cüz-i iradeyle bağlantılandırmak isteyenler, yanılır.

Nedeni şudur;

Tek bir varlık ve tek bir irade vardır.

O tek varlığın, değişik suretlere girmesi, bu algıladığımız boyutu kapsaması, sonucu değiştirmez.

İlahi hükümlerde bir sistem dâhilinde çalışır.

İslâm her şeyden önce bir tevhid dini geleneğine, (İbrahimî gelenek) çalışır.

Burada ki temel nokta Tanrıya değil Allaha iman etmektir.

Bu imanın toplumsal ve dünyevi gerçeklerden ve bağlamlardan uzak olduğu çok açıktır.

Çünkü bu iman dünyevi anlamda sorumluluk üstlenmemek te belli bir siyasal perspektiften dikkatle kaçınmaktadır. Kesin olan bir şey var ki, bu perspektif, mazlumların yanında olmayı zorunlu kılar.

Elbette burada akla bir yığın farklı ve değişik sorular itirazlar gelecektir.

Tevhit inancına aykırı olan bu sapmalarla dolu örnekler giderek eğilimlere dönüşebilir.

Tüm bunlar hakikati görmeye engel teşkil etmediği gibi ondan uzaklaştırmak anlamına da gelmez.

(07-07-2010)

(Barış Yelkenci)

 

476-Hakikatte riya olur mu ?

BENim dışımda, dunumda bir şey, bir birim yoksa, riya olur mu ? Riya hakikatte elbette olmaz, kim kendinden gayrı kime riyakarlık yapacak ki ? Ancak yaşadığımız boyutlardan kesrette riya olur. Çünkü dışımızda diye algılama her ne kadar hakikatte yok desek te, burada var. Mesela şimdi ben bu edinimleri, sonradan hatırlamak ve üzerinden geçmek üzere not alıyordum. Bu bilgileri, kendimden bilmeyerek, infak amacı ile başkalarıyla paylaşsam; Bu Hakikatte de, kesrette de riya olmaz, kulluk olur. Aslında zaten bu bilgilerin hiçbiri yeni değil, özellikle tasavvufla biraz ilgilenen kişilerin tümü “ya ne bu şimdi ? Zaten bilinen şeyler, niye tekrar etmiş ki yeni gibi” diyecektir ve gerçekte riya olabilecek, hava atılabilecek durumda yoktur. Ancak bu duruma rağmen, bu bilgileri az da olsa kendimden bilerek %1 de olsa nefsimi tatmin için anlatsam, başkaları öyle algılamasa da ben kendi içimde riya yapmış olurum. Mesela resuller veya diğer uyarıcı birimler, tavsiyelerde bulunurken yapmadıkları şeyi tavsiye etmez. Örneğin Üstad bağlamalı oruçlar tuttum yıllarca..vb. diyor. Şimdi bunu söyleşinde ben asla riya görmüyorum, teşvik ve uyarı görüyorum. Ama o hangi halde söylüyor ancak kendi bilir...  

RAB' bimiz bizi Resulullah eylesin, O' ndan en iyi derecede isitfade edip, olabildiğince O’ nun gibi olan, O' nun ahlakı, Kuran ahlakı, ALLAH ahlakı ile ahlaklanan, O nun yaşadığı gibi yaşayıp, vefat ettiğindeki hali gibi vefat edip, Ahiri gibi ahire sahip olabilmeyi RAB' bim en kolay şekilde nasip ve daim etsin. O' nun istediklerini isteyebilmeyi, kaçındıklarından kaçınabilmeyi nasip etsin ve istediklerimize nail, kaçındıklarımızdan da muhafaza eylesin. En makbul ilmi, en makbul imanı, en makbul amelleri, en makbul duaları, ibadetleri, infakları, en makbul dünya yaşamını ve en makbul ahireti, en makbul kulluğu da... İlim, hilm ve teslim... En güzeli, en makbulü, en hayırlısı, en kolay şekli ile üzerimize olsun.
(14-07-2010)
(Mert Kılıç)

477-Şuursuzluk

Bu yorumu yazmadan önce epey zorlandım. Topluma böyle bir yaklaşımda bulunmayı asla düşünmedim. Ne var ki peş peşe gelen akıl almaz boyutlardaki trafik kazalarını görünce, “tamam” dedim “artık yazmak zorundayım.”

Çok net bir şekilde söylüyorum; toplumsal yapımız “şuur itibariyle” şoför olmaya muktedir bir yapıda değil.

Bir kere, kuralda sınır tanımıyor. Işıklara asla riayet etmediği gibi, kavşaklara son süratle girebiliyor. Azami hızın 40 km olduğu düzeylerde 70 hatta 80’lere varabilen hızı temin ediyor.

Minibüsler, yolun ortasında göz göre göre yolcu alıp indiriyor.

Cezalar on kat değil, yüz kat dahi artsa buna aldırış eden yok.

Etmemekte bence haklılar.

Çünkü insanımızda bu şuur bulunmuyor.

Nasıl etsin ki!

Ve aşağı yukarı bütün kazalar, hayatı kararan insanların yaşamları ile noktalanıyor.

Sürücüler dur durak bilmiyorlar.

Bir bakıyorsunuz, “ana arterde bir araçla kapışıp sakin giden başka bir aracın sıkışmasına, devrilmesine, hatta içindekilerin ölümüne” sebebiyet veriyorlar.

Bütün iş, enkazı kaldırmaya geliyor. Bir türlü önlenemeyen bu kazalarda büyük çileyi ise trafik polislerimiz çekiyor.
Hatta bir kazaya sebep olan olayı durup seyredenlerin taşıtlarına arkadan şuursuzca gelen bir bindirme yüzünden birkaç araba birbirine giriyor.

Ancak, o anda rapor tutmakta olan polis memuruna çarparak durabiliyor.

Dahası süratle otobüs duraklarına giriyor ehliyetsiz sürücüler. Birkaç kişinin ölümüne neden olabiliyorlar.

Ve maalesef, çok fazla bir ceza almadan yakayı sıyırabiliyorlar.

Buna benzer gariplikleri defalarca yaşadık.

Bir insan bunu niye yapar?

Niye hem kendi hayatı ile oynar, hem de hiç tanımadığı insanların hayatını bitirir.

Anlayan varsa beri gelsin.

Neden insanlarımızı trafik terörüne teslim edelim, anlayabilmiş değilim.

Bunları yan yana koyduğumuzda şu sonuca varabiliyoruz:

Eğitim yok, saygı yok, başkasının hakkına riayet de yok, bütün bunların üstüne şuursuzluk da eklenince doğrusu, başka bir sonuç da beklenmiyor.

(19-07-2010)
(Barış Yelkenci)

 

Eski köye yeni adet

Yaşam, kendine özgü sistemiyle, durmanın mümkün olmadığı, ayakta kalmanın ise belli şartlara bağlı olduğu, acımasız çarkları içinde bir makine.

Kendisine yüklenmiş değerleri geleceğine hedef yapmış insan, bu şartlar içinde dik durmaya ve ilerlemeye çalışıyor. Ama beklentileri dışında gelişen olaylar onu bir anda büyük sıkıntılara sokuyor ve dengesini bozuyor. Akvaryumundan çıkarılmış bir balığın panik dolu depreşmeleri gibi. Onu tutan elin her şeyi kontrol ettiği fikrinden uzak, kendini kurtarma çabasıyla nereye düşeceği belli olmadan ondan sıyrılmaya çalışıyor.

Görmezden geldiği gerçekler, onu büyük bir hayal kırıklığına itiyor. Oysa başını ve sonunu hesap edemediğimiz her olay, aslında bize gizli bir iradenin varlığını hissettiriyor.

İyi ya da kötü sürprizler, bize değerlendirme sahamızın darlığını anlatmıyor mu?

O gizli irade ile bütünleşme isteğini bir kenara bırakıp, bir sıçanın kendi duygu dünyasını güvenli karanlık deliğine kaçırması gibi, birçok insan yenilikler karşısında ağzından, burnundan, kulağından ve göz çukurlarından içsel karanlığına kaçıyor.

O yeniliği görmüyor, duymuyor, koklamıyor, onun güzel kokusunu alamıyor ve haliyle ona dokunamıyor. Bu söylediklerim, herkese olduğu gibi benim için de geçerli.

Küçük dünyamızın kocaman genişliğinde, ona yön veren dalga okyanusundan habersiz bir o yana bir buyana savruluyoruz.

Yapageldiğimiz yegâne şey, kısıtlı bir alanı değerlendirmek ve o alanda bildik şeyler üretmek.  

Aslında bizim alımız al, morumuz mor, kendi doğrularımız var. Bu doğrular kafaya ilk konulan şeyler… Sahipsiz toprağa ayak basanların, oranın sahibi olmaları misali. Onlar da beynimizin ilk sahipleri, istedikleri gibi ekip biçiyorlar… Ne zaman yeni bir şeyle karşılaşsak, “eski köye yeni adet” diyerek ondan kaçıyorlar. Köyde yaşadığını sorun etmiyor, yeni olanı eleştiriyorlar.

Biz bu gemide doğuyor, bu gemide ölüyoruz; altımızdaki okyanusta neler olduğunu hiçbir zaman bilemiyoruz. Çünkü atalarımız buna izin vermiyor, onlar bizi kendi hayal dünyalarına hapsetmişler.

Ve biz o hayali delemiyoruz.

 

İstanbul -24.07.2010
alieren@ulcbilgisayar.com

Nerede bu alemlerin rabbi ?(1)

RAB' bim, RAB' bim diyoruz da bir de RABBUL ALEMİN diyoruz. Hani sanki bizde olan RAB' bimiz de, bizim haricimizde kalan bir bölüm var, bunun tamamına da RABbul Alemin diyoruz gibi. Her şey BEN de ise ve ben yoksam bu nasıl oluyor ya ? RABbul Aleminde BEN de. Ancak daha önce bahsettiğim gibi benim “Farkındalık” dahilimde olanlara RAB' bim diyorum, farkındalığımın dışında kalan, örttüğüm kısmıma ise RABbul Alemin. İhata edemediğim, tasarruf edemediğim esmalarım + ihata ve tasarruf ettiklerim = RABbul Alemin. İşte RABbul aleminden istendiği zaman bu bilinçle istenmeli. Belki bununla beraber benim Levhi Mahfuz dediğimi de bu mantıkla değerlendirmeli. Hiçbir şeyi dışarıda, olmayan bir yerde aramamak lazım... Sadece ALLAH' a yönelmek lazım... Ama hangi şiddette ve şekilde ?

Burada tavaf esnasında birilerine çarpmamak, onlara sıkıntı vermemek için bir önüme, bir kabeye bakıyordum. Önüme baktığımda mesela bir bayan var daha dikkatli olup biraz daha mesafe bırakıyordum, arkadan biri beni itince çarpmamak için dikkat ediyordum...vb. Bu tip meşguliyetlerim oluyordu. Kesret oyalamaları, şeytaniyet fitneleri derken bu vahdet mekanının hakkını veremediğimi düşündüm. Sonra dedim ki ya bunlarla ne oyalıyorsun kendini. Her şey sende, bırak şimdi onu bunu düşünmeyi buradaki herkes birbirinden razıdır. Rahatsız olmaz sen Kabe' ye, ALLAH' a odaklan sadece. Sonra sadece ALLAH' a  yöneldiğimde ve buraya hiç bakmadığımda, millet ayaklarıma bastı, tekerlekli sandalyeler çarparak kesti, bastonlar ayağımı çiğnedi...vb. Yani bir sürü kesret sıkıntısı yaşadım. Küçükte olsa ne kadar iyi bir örnek oldu dedim benim için. Sadece ALLAH' a yöneldiğinde birtakım zorluklar yaşayacaksın burada. Buna Razı mısın ? Ha başa çıkamayacaksan, bir gözünle O na yönel bir gözünle buraya dikkat et... Belki orta yol veya sıratı müstakim budur... Herkes kendine göre olanı seçsin... ALLAH herkese kapasitesi ölçüsündekiyle yük yüklüyor nasılsa. Kimseye zulüm ve zorlama yok ne güzel ahlak ne güzel boya...

 

İstanbul -07.08.2010
yelkencibaris@gmail.com

yelkencibaris@hotmail.com

Ben almayayım!...

 

- Kuruyemişçilerde kompostoluklar sergilenmeye başladı.
- Market reyonlarında kahvaltılıklar ateş pahası.
- Fırıncılar, Halk Ekmeğin ucuz pide çıkarmasına öfkeli. Gene de fırın önleri uzun kuyruklarla bereketleniyor.
- Belediyeler iftar çadırları kuruyor. Akşam yemek, teravihten sonra eğlence!
- Davulcular sokakları bölüştüler.
- Uzak semtlerden gelenler yüzünden cami önünde otopark sorunu yaşanıyor. Jet İmam, 20 dk.da hallediyor teravihi.
- TV’lerde şiirimsi hüzünlerle Asr-ı Saadet anlatılıyor.
- İğne, sakız, denize girme orucu bozar mı? Oruç Fıkhı üzerine büyük tartışma bu akşam ekranlarda…

***

Hepsi de her yıl bu ayda şahit olduğunuz durumlar. Öne çıkan ana unsur? Ramazan mı? Oruç mu? Nefs Tezkiyesi mi? Lütfen, kendinizi aldatmayın!

Altı çizili yerleri okuyunca öne çıkanın “MİDE” ve “GELENEK” olduğu çok açık. Yani, daha net ifade ile İKİNCİ BEYİN YAŞAMI sürenlerin algısına göre bir Ramazan. Bağırsak Beyin yaşamının aslında ne yaşamı olduğunu açık yazamıyorum, ağır kaçar!.. Anlayan anlasın!

Sahi, böylesi bir Ramazanı ve genele yayılan bu yaklaşımı seviyor musunuz? “Belki ana ruhu yansıtmıyor ama ecdadımızın gelenekleri yaşıyor, insanlar yakınlaşıyor, birlik- beraberlik, kardeşlik pekişiyor, fena da değil” diyorsanız sözüm yok size.

Kur’an’ın inzal olduğu Ramazan, mushafa sıkışan Kitabın Özümüzden bize inzali için gayret ve çalışma dönemi olmalı değil miydi? Orucu, mide açlığına ve onun fıkhına sıkıştırmadan İMSAK ve İFTARı hakikati ile anlamalı ve yaşamalı değil miydik? Ve Ramazan, Rasülullah (sav) ve Sahabesinin yaşadığı ruhla insana HALİFE- KUL olduğunu hatırlatan ve yaşatan bir deneyim, bir kondisyon dönemi olmalı değil miydi?..

Toplumsal bazda olur mu bilemiyorum ama ferdi planda bunları yaşamak elimizde. Tabii genelin havasına kapılmaz, düşünsel planda aklımızı iftariyeliklerle  yutmazsak!...

Mide ve Gelenek eksenli Ramazan boy gösteriyor her yerde. Özür dilerim, ben almayayım.

Oruç aynasında, benden içre beni, bana gösterecek; Kur’an deryasında kulaç attıracak bir Ramazan için, pazarlanan Ramazana sırtımı dönüyor ve eve çekiliyorum!

 

İstanbul -12.08.2010
m_dogramaci@yahoo.com

 

Kalender

 

“Ben kalender meşrebim./ Güzel-çirkin aramam…” eski bir şarkının hafızalarımıza kazınan sözleridir bunlar.

Anlamını düşündük mü hiç bilmiyorum; eleştirmek, kusur bulmaktan ziyade olanlarla yetinmeyi bilen, mutlu olmaya çalışan, umursamayan, takmayan bir yapıya sahip olan kimsenin ruh halini yansıtıyor…

Kalender, Farsça bir kelimedir. Mistik boyutta dünya ile alâkasını kesip Allah'a yönelen kimselere denir. Bunların özelliği, hoşgörülü, af edebilen, sevecen ve genellikle fakir olmalarıdır.

Halk arasında kalender; yoksul, kimsesiz kişiye dendiği gibi, her şeyi hoşgörüyle karşılayan geniş meşrepli, herkesle anlaşabilen ve geçinebilen niteliklerle de anılır.

Manevi değerlerin aşağılara çekildiği, insanların madde dünyalarında büyük bir iştahla “en”lerde dolaştığı günümüzde, bu vasıfta bir ruh halini benimseyenlerin sayısı epeyce az olsa gerek.

Anlayacağınız, sürekli şikâyet halinde ve çıkmaz sokaklarda tatmin arayışı içindeyiz. Toplumun gerginliği giderek artıyor ve birbirine tahammülsüz yapılara bürünüyor.

Artık insanlar düşüncelerini daha sert bir dille ifade ediyorlar, karşıt fikirli olanı kırmaktan, hatta ona zarar vermekten geri durmuyorlar.

Üstelik bundan büyük bir zevk duyuyorlar.

Tartışma ortamları ve kutuplaşma artıyor.

Paylaşım, neredeyse sıfır düzeyinde seyrediyor.

Sanırım, insan olmanın anlamını unutuyoruz, giderek daha bencil yapılara dönüşüyoruz.

Dünyevi istek ve arzularını sınırlandıramamış kimselerin mutluluk ibresindeki oynaklık, içinde bulunduğu tatminsizlik, kararsız ve korumasız yapı onları bazı güçlerin hedefi haline getiriyor.

“İnsanların ekseriyetini hükmünüz altına aldınız” diyor Kur’an-ı Kerim, cin adı verilen yapılar için. İster “cin” deyin, ister “tabiatının esiri”, isterseniz “trend” deyin, zaafları olan güçsüz kişilikler için her zaman yönlendirici ters etkiler olacaktır. Eğer onlardan kendilerini korumazlarsa.

Yaşamlarındaki önemsiz kareler felsefi bir nitelik kazanacak, iyi yemek-içmek, salınarak gezmek ve bu çürük yapıya yatırım yapmak hedef haline gelecektir.

Şurası bir gerçek ki, biz tatmini yanlış yerlerde arıyoruz, gözde, kulakta şekilde bulmaya çalışırken, küçük bir azınlık için bunlar sadece hoş bir temaşadan ibaret o kadar…

Hoş bir temaşa!

Onlar kalender meşrep, güzel-çirkin aramıyorlar…

 

İstanbul -16.08.2010
alieren@ulcbilgisayar.com

Nerede bu alemlerin rabbi ?(2)

 

Bu arada ALLAH boyasıyla boyanmak deyince, ALLAH'ın RAHMANiyeti gereği kulun işlevine, makamına, bakmaksızın vermesinden hareketle, bu boya ile boyandığında günahkar ile günah bile işlenebileceğinin konuşulduğu bir meclis geldi aklıma ki, bunu bir türlü kabullenememiştim. Yani onlarla konuşabilirsin, vakit geçirebilirsin, her şeyi yapabilirsin ama günaha girmene gerek yok. Bunun Rasulullah’ta da örneği yok demiştim.

     Hala daha öyle düşünüyorum. Bir de mübarek yani ALLAH boyası deyince sadece bu mudur yani Rahmaniyeti midir, hatta Rahmaniyete tek örnekte bu mudur ? Hani Rezzakiyeti, Şafiyeti, Latifliği, Afuvluğu, Halimliği...vb. Yolda kalmıştır açtır, parası yoktur ihtiyaçları vardır, senden isterde ALLAH versin dersin geçersin, şirkinin farkına varmadan. Yada ALLAH veriyor deyip; Rezzak olur giderirsin, hastadır, doktora götürür ilaç alır ŞAFİ olursun, Latif olursun karşılık beklemeden verirsinde verirsin, Afuv olursun hataları affedersin,

     Halim olursun hoşgörülü olursun, Alim olursun cahile ilim öğretirsin...vb. Yani ALLAH' ın tüm özelliklerini, esmalarını layıkıyla, kul olarak en güzel ve hayırlı şekilde, fark gözetmeksizin, iyi kötü ayırt etmeksizin kullanırsın gibi düşünüyorum...

     Zaten bu özellikleri sergiledikten sonra ALLAH gibi düşünüp, ALLAH gibi yaşamış olursun ki, istersen bir gün gibisi de kalkar lafına muhatap olabilirsin. Sen değiş, göreceksin sendeki manalarda, ortaya koyduklarında mahsullerin de değişir.

     Mesela  ben buradayken, huzurda iken ve olabildiğince teslim olmuş vaziyetteyken dua ederken hiperaktif oğlumu da unutmuyordum. İsmail gibi teslim olan İbrahim gibi yumuşak başlı olan olsun Hz. Muhammed (sas) ahlakı ile ahlaklansın diye dua ediyordum. Tıpkı İbrahim RAB' bine karşı öyle bir teslimiyetteydi ki, o sebeple oğlu da aynen ona teslim olmuştur dediklerindeki durum gibi. Telefonla aldığım haberlerde, onun öyle uslu, yumuşak ve söz dinleyen tavırlar sergilediğini söylediler ki, bu lafla kendimi kıyasladım hemen. Bütün değişimlerin başlangıcı kendini değiştirebilmek. Her şey seninle değişecek. Dışardan seni de değiştirecek bir değişim etkisi bekleme. Haydi Bismillah de ve başla...

İstanbul -21.08.2010
mslmert@gmail.com

Süje ve Obje

   Felsefi bir görüş olarak süje-obje kavramını ele alarak tasavvufi noktada nasıl bir bakış açısıyla yaklaşım sağlandığına bakalım dilerseniz.

   Süje felsefede bilene verilen addır. Yani bilgi ilişkisindeki insandır. İnsanın diğer varlıklardan en temel farkı düşünebilmesidir. Düşüncenin mahsulü olarak ortaya konan bilgi ve bilgi demetleri, bilinmezlik noktasında bilen/bilgi sahibi olan insanın varlığını ortaya koyar.

   Obje, felsefede bilginin konusu olabilen her şey olarak tanımlanır. Yani algılanan, ya da algılanamayan her şey zerreden kâinata kadar her aşama bilginin kapsamındadır.

   İnsan temelde beş duyusu ile hareket eder. Beyne ulaşan nöronlar bu 5 duyu ile desteklenmiştir. Sonuçta insan nöron aktivitelerine göre bilgi ve tecrübe sahibi olur.

   Felsefe görüşünde obje varsa bilgi vardır, objenin olmadığı, algılanmadığı noktada bilgi yoktur. Yani maddeye dayalı nesnel bir insan varlığı söz konusudur. Buna göre felsefi anlayış içinde, madde sahasının dışındaki konularda fikir üretemez.

   Çünkü süje-obje ayrımı olmadan yol alabilmek, fikir üretebilmek imkânsızdır. Bu açıdan bakıldığında beş duyunun içinde kalan bilgiler, insanı felsefe sahasında bırakmakta, bilen ve bilinen ayrımından yola çıkarak bir ikilemin/perdenin içine sokmakta, sınırlı bir boyutun 3000 angströmlük dalga boyutunun içine hapsetmektedir.

   İşte mistisizm bu noktada bizlerin imdadına yetişiyor ve bizleri çok boyutlu düşünce sistemine davet ediyor.

   Evet, 3000 angströmlük sahada evren sınırlı olabilir. Ancak 3000 angströmlük sahanın dışında sonsuz dalga boylarının varlığı mevcuttur ve insan bu boyutları algılayabilecek şekilde yaratılmıştır. Beş duyunun dışında beynimizin birçok algılama kapasitesinin varlığı söz konusudur. Bunların varlığını haberdar edip buna ulaşmanın yollarını tasavvuf anlayışı getirmektedir.

   İnsanın gayesi puzzlelardan var olmuş bu çok boyutlu yapının varlığını müşahede edebilmek için mevcut kapasiteyi arttırıp,  üstten bakış açısıyla resmin tamamını görebilmesidir. Akabinde de bu resimler gibi sonsuz resimlerin varlığına şahit olup tüm bu resimlerin varlığının tek tümel bir yapıdan var olduğunu fark etmesi ve bunu yaşam boyutunda seyredebilmesidir.

   Bu durum insanın kendini tanıması ile mümkün olmaktadır. Bu noktada artık bilen ve bilinen gibi bir ayrım kalmamakta mutlak bir seyir söz konusu olmaktadır.

 

İstanbul -26.08.2010
yelkencibaris@gmail.com

Fetva

 

   Televizyonların Ramazan Programları ve Diyanetin Fetva hatlarına dini alanda her türden sorular sorulabiliyor. Bugünlerde sorular haliyle oruç odaklı. İki telefona kulak verelim mi?

   Hocam, dayanamadım okuldan gelen çocuğa yaptığım köfteden bir lokma atıverdim ağzıma. Orucum bozuldu mu?..

   Bilerek yiyip- içmek orucu bozar hanımefendi…

   Şimdi de bir başka konuşma:

   Hocam, gündüz işyerinde arkadaşlarla laflıyoruz. Haliyle birilerinin dedikodusunu da ediyoruz. Orucumuz bozulur mu?...

   Yeme- içme ve cinsel ilişki dışındaki günahlar orucu bozmaz evladım. Ama sevabını azaltır. İbadetine zarar verir.

***

   Bir lokma eti ağzına attın mı orucun bozuluyor!... Ama onlarca insanın etini çiğniyorsun ağzında sakız gibi, hem de ölü etlerini, yani leş yiyorsun, hem de bir lokma ve bir defa değil bunu gün boyu yapıyorsun ama orucun bozulmuyor!... Ne dersiniz?.. Fetva sizin aklınıza, gönlünüze, ruhunuza yatıyor mu?...

   Bakın Ehli, ne söylüyor fetva konusunda:

   Dinde fetva bir kurum değildir!. Fetva kimseyi bağlamaz!. Fetva denen şey sadece birisinin kendi anlayışı kadarının sonucu olan yorumudur!. Yanılmışsa şayet, fetva size asla mazeret de olmaz!. Yalnızca ALLAH Rasûlü’nün bildirdiklerini esas almanız yaşamınıza sizin ebedi mutluluğa ulaşmanız için yeterlidir.

   Diyanet İşleri, Müftülükler ve Hocalarım kusura bakmasınlar. Bir lokma etin orucu bozmasına karşın, gıybetin orucu bozmaması yönündeki fetva, tanıdığım, okumaya çalıştığım, Rasülullah (as) ve Kur’an Öğretisine uymuyor dostlar!...

   Onun için dini alanda payesi, yetkisi, unvanı ne olursa olsun kişilere değil; Rasülullah (sav) den gelen sağlam ve sistematik Hadislerle Kur’an’a danışıyorum. Neden mi?

   Durumun ciddiyetini görerek bitirelim:

   Fetva, mazeret olmaz!. Fetva, DİN’den sayılmaz!. Fetva ancak istişarî fikirdir! Hiç kimse, hiç kimseyi bahane ederek, bana yanlış bilgi verdi diyerek, kendini kurtaramaz!. “Sistem”de mazerete yer yoktur.

(*) http://www.allahvesistemi.org/ahmedhulusidekavramlar/
kavramlar/fetva/index.htm

 

İstanbul -31.08.2010
dogramacimehmet@gmail.com
http://sufizmveinsan.com

NEDİR BU NAMAZ ? -1-

Hani bunu bölerler derler ki işte fatihasız namaz olmaz, işin sırrı Fatihada, yok besmelede yok şunda...

Ya güzel kardeşim Resulullah bilmiyor muydu neresinde de onu açıkça söylemedi size. İşin sırrı orada burada değil komple namazda. Bütününde. Ne var bütününde ?

Resulullah miraca başladığı nokta kabenin içinden sayılan bölgede. Ve bildiğim kadarıyla kalbi öncelikle zemzem ile yıkanıyor ve sonra yolculuk başlıyor öze... Şimdi Kabe ye teklik, tevhid dedik. Demek ki bir kere bu eksende olacağız. Sonra kalbi zemzem ile yıkamak. Fiziki olarak bu mümkün olmasa da namaz öncesi abdestte bunu düşünebiliriz. Zemzem ne amaçla içilirse ona yarar diye duymuştum.

Ben içerken şöyle dua ettirildim: ALLAH' ım bu zemzem nasıl içenlere şifa ise benimde zahiri batıni bildiğim bilmediğim bütün hastalıklarıma şifa ver. Her türlü şirk ve putlarımdan, günahlarımdan beni temizle. Senin dışında kalbimi dolduran her vehmi benden temizle ve beni boşluk kalmamacasına seninle doldur. Bana en temiz en makbul ilimi, Efendimizin Kevser havuzunca ver ve beni kerim bitmez bir rızıkla rızıkla...

Şimdi buradaki içerikten bazısını bile alsak, namaz öncesinde, tüm günahlardan ve kalpteki vehmi olan tüm ALLAH dunundakilerden temizlenme ve O' nunla dolma var. Bu halde başlıyor miracımız. Sonra yavaş yavaş tüm peygamber makamlarını geçerek en üst noktaya ulaşıyoruz. Ancak burada kalmayıp tekrar yolculuğa çıktığımız yere geri dönüyoruz.

Namazda da öncelikle abdestle ALLAH dunundakilerden arındıktan sonra, Tekbiri yaşadıktan sonra Fatiha var ki her ayeti ansiklopedi doldurur. Yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım dilerim. Kim kime kulluk ediyor kim kimden istiyor ? Hani gayrılardan yıkanmıştık. İşte kıyamda yani hakikat bilgisinin farkındalığı ile özdekinin kudreti ile halifelik ile dimdik ayakta iken, değerlendirmek ancak ALLAH' a mahsus derken, ancak ALLAH' a mahsus dediklerini sen dile getirirken ki her şeyin SENden olduğu bilinci ile... Maliki yevmiddin de SEN de ve bu bağlamda Kulluk ettiğinin ve yardım dilediğininde SEN de olduğunu bilir ve ister vaziyette. İstemek ki sonuçta olacak demektirken...

(Buradaki ince nokta farkındalık. Layıkıyla değerlendirmende farkındalığın kadar, rahman ve rahim olmanda, din günün sahibi olmanda, ettiğin kullukta istediğin ve aldığın yardım da. O' dan gayrı yoksa, değerlendiren de, isteyende, yapan da O ise, ama sen bunu yapamadığını düşünüyorsan, farkındalığın azdır. Farkındalığın kadar, sende seyir etmek istenen suretin sınırları kadardır bunları yapabiliten, hissedebiliten.)

İşte bu durumda ayakta kıyamda iken, sonra bunun sadece sende değil algılayabildiğin ve algılayamadığın tüm birimlerde olduğunu hatırlıyorsun ve yaratılmış her şeye Yaratandan ötürü sevgi ve saygı ile eğiliyorsun ruküha. Eksikliklerden münezzeh ALLAH ne azametli değil mi ? Bu azamete karşı oluşan hiçlik ve kulluk bilinci ile secdeye varmak sana şart oldu. Haydi doya doya yaşa hiçliği. Kafana takacağın, üzerinde yük olduğunu düşündüğün her şey silinip gitsin, rahatla hiçsin şimdi.

Mert kılıç

İstanbul -06.09.2010
mslmert@gmail.com
http://sufizmveinsan.com

 

NEDİR BU NAMAZ ? -2-

Kalk bak bakalım silindi mi ? Rahatladın mı ? Huzura erdin mi ? Bu sana nasip oldu mu ? Haydi şükret ve bunu değerlendir artık. Bir daha secdeye... Ohh ne güzelmiş değil mi ? Dille, ağızla ve bedenle yaptığın ibadetlerin ne için olduğunu anladın mı ? Geçmişteki Peygamberlerin ve salih kulların da neden bunları yaptığını, neler hissettiğini anladın mı ? Haydi tahiyatta selam et onlara da. Sayılarının artması rahmet ve bereketin üzerlerine olması için dua et. Kendin için hem dünyada hem ahir de, annen ve baban için ve tüm müminler için esenlik ve mağfiret dile. Dileyenin kim olduğunu unutmadan. Dilendiyse yapılacağına inanarak. Ve bunu yapanın dileyenle aynı kişi olacağını düşünerek. Bunu da SEN yapacaksın. Unutma, dışarıda yukarıda gayrı bir yer değil. Farkındalığın kadar yapacaksın. İşte bu bilinçle ver selamını ve dön kesrete, halka... Bir işle meşguliyetin bittikten sonra hemen yenisine başlamak üzere göreve, seyre, şükre... Tıpkı efendimizin miraçtan dönüp halka karıştığı ve o görevi yerine getirmek üzere yaşadığı gibi.     Evet Elif, Lam, Mim. Elif gibi bir kıyam, Lam gibi bir ruku ve mim gibi 2 secde. Teklerin içindeki çift. Hem secde eden, hem secde edilen boyutlarından bakış. Muhammed' in (sas), hamdın, mimi ile secde... Her namazımız böyle ola... Her mahalin mutlak kulluğundan ziyade, bilinçli ve şuurlu kulluk etmek nasip ola... Bu öyle bir makam ki, Kendi için alemler yaratılmış olan bile buna talip. Önce abdiyet sonra, risalet geliyor. Zaten inanmadığın ve kabul etmediğin neyi tebliğ edeceksin ki. Bu zamansal sıralamada da böyle. Önce fark edeceksin, doğruyu idrak edecek kavrayacak, iman edip yaşayacaksın, kul olacaksın ki, sonra bu inandığın ve yaşadığını tebliğ edesin... Kulluk güzel de zor biraz değil mi ? :)  Zor olanlar güzel oluyor, zahmetsiz, Rahmet olmuyor iyi tamam da. Bence bu zorluk tam kul olamamaktan kaynaklanıyor. Hala daha hiç olamadığın için zor. Hiç olsan ne zor, ne kolay böyle bir ayrımın bile olmayacak. Yaşadığımız kesret boyutunda zorluk elbette olacak. Çünkü bu boyutta hiç olmak diye bir şey söz konusu değil. Hiçlik hakikat boyutunda ve şuurda yaşanılıyor. O sebeple burada fiziki zorluğu çekeceksin ama bu çektiklerin şuurunda sana zor gelmeyecek. Sanırım bu gerçekten böyle.

- Birde öyle ki denilir ya hani ne kadar zor şartlarda yaparsan ibadeti yada başka bir çalışmanı o kadar makbuldür.

- E zorlaştırmayın, kolaylaştırın da var... Ne yapacağız ?

- Bize düşen zorlaştırmak değil. Her zorluğu, her şartta kolaylaştırmak. Ancak karşılaştığımız şartlar bazen zor bazen daha kolay olabilir. En zor şartta bile bu görevleri, üzerimize düşenleri, tüm sıkıntılara rağmen yerine getirebiliyorsak bu imanımızın ve kararlılığımızın büyüklüğünü gösterir ki makbul derken buna işaret vardır. Ama bize düşen bu en zor şartı bile nasıl olurda daha kolaylaştırırım olmalı. Mesela şu an öğlen vakti; Bu sıcak belde de güneşin en tepede olduğu  vakit. Hem sıcaklığın verdiği sıkıntı, bir yanda Güneşin radyoaktif etkisi, enerjimizin daha çabuk bitmesi gibi bir sürü negatif etki ve zorluk. Şimdi ben burada gece gündüz kalabiliyorken ve günlerce de kalacakken, zor daha makbul diye tavaf yapsam. 1 en fazla 2 tavaf yapıp sonra bitmiş bir vaziyette geri döneceğim. Belki bu yorgunlukla ne düzgün namaz kılabileceğim, ne tefekkür yapabileceğim. Yatıp uzanmak isteyeceğim ve belki otelime gitmek isteyeceğim. Sonra belki ikindi veya akşam vakit namazını kabe de kılma fırsatını kaçırmaya sebep olabilecek bir uyku uyuyacağım. Bütün düzenim bozulacak. Ama nasılsa sabah, akşam ve gece buradayım. Ve o zamanlarda daha kalabalık ve yürünen mesafe de çember genişlediği için daha fazla da olsa, daha kolay bir tavaf söz konusu olacak. Belki 3-4 kez sağlam kafa ve dinç vücutla bu ibadeti yapabileceğim. Sonra dinlenirken tefekkür ve namazlarımda aksamayacak. Hiçbir vakit namazını da kabe dışında kılmamış olacağım. İşte burada olduğu gibi kolaylaştırmanın sağladığı fayda ki. zor olandaki ısrar bir müddet sonra o işi terke bile götürebilir zaten... Bu da gözden kaçırılmaması gereken bir konu. Ama günlerce vaktim yok. Sadece 3 saatliğine mekkeye uğradım ve tavaf etmek istiyorum öğle vaktinde diyelim. Evet bu zor şartta, aman şimdi çok sıcak bir daha ki sefere yaparım diye ertelemektense, o an tavaf yapmak elbette çok makbul. Ama gene bize düşen, bu zor şartı nasıl kolaylaştırabilirim olmalı. Mesela tavafa başlamadan önce, takkemi soğuk su Zemzemi ile iyice ıslatayım, yüzümü yıkayıp, zemzemi içeyim...v.b. Önlemlerle kolaylaştırmalıyız...

- Evet... Doğru en doğrusunu Alemlerin Rabbi bilir.

 

Mert kılıç

İstanbul -12.09.2010
mslmert@gmail.com
http://sufizmveinsan.com

 

Bayram; “Kur’an Bayramı”dır!...

 

Bir insan düşünün ki; “Müslümanlık Gelenekselliği” içinde “Tanrılaşarak örtülen Allah” kavramını o güne değin hiçbir âlim yada arif tarafından ifade edilmemiş “Allah ismi ile işaret edilen” yaklaşımıyla ele alsın ve geleneksel nakillerle köhnemiş bilinçlerde şimşek çaktırsın!.. Ve ileride gerçeği aramak üzere sorgulayacakların, sonsuz- sınırsız ufuklarda kendilerini arayacakların, ışığa koşan kelebekler misali yöneleceği bu Nurun ilk huzmesini yansıttığı dönemde o insan sadece 21 yaşında olsun!..

 

Bir insan düşünün ki; herkesin gündelik işlerle ve yaşam gayesi sandığı meşgalelerle, heva ve hevesi ile meşgul olduğu süreçte; tek ve biricik gayesi ALLAH SİSTEMİni anlamak ve anlatmak, yaşamak ve yaşatmak olsun!...

 

Bir insan düşünün ki; “Ruh sorgulanmaz, onu bilemeyiz” zannedenlere ruhun hakikatini açmak üzere ilk ve geniş kapsamlı eseri yazarak ruhun, cinin, meleğin ve insanın hakikatini söylenmemiş sözlerle anlatsın. Hologramdan, enerjiden, dalga bedenden bahsettiğinde “Dalga, mikro dalga fırında olur” diye ilim çevreleri tarafından güya alaya alınmak istesin de, sonra, çok sonra, 10 sene 20 sene 30 sene sonra modern gelişmeler kendisini hep doğrulasın!...

 

Bir insan düşünün ki; İslam Dinine ilk kez “Allah Sistemi” tanımını getirsin ve de “Sünnetullah” işleyişindeki duygu, gelenek, şartlanma ve alışkanlıkların ötesinde değerlendirmelerle ele alarak, işin anayasasını yazarcasına ayet ayet, hadis hadis, adeta nakış nakış dokusun!...

 

Bir insan düşünün ki; 65 yaşı bulan bir ömre onlarca kitap, binlerce makale, yüzlerce sesli ve görüntülü sohbet sığdırsın da 21 yaşında yaptığı ilk tespitler ne ise aradan geçen 44 yıla rağmen aynı çizgide yayınına devam etsin ve dün ne dedi ise bugün aynı noktada devam etmesine rağmen, hiçbir tespitinde yanılmamış olsun!...

 

Bir insan düşünün ki; dillerde sakız olmuş tasavvuf kavramlarını, B sırrını, Ahadiyeti, Rububiyeti, Uluhiyeti ve benzerlerini en anlaşılır biçimde ilmi verilerle 7 den 70 e herkesin anlayacağı biçimde idraklere sersin, adeta karşılıksız ve zengin bir ilim ve irfan sofrası açarak tüm insanlığa karşılıksız ziyafet çeksin!...

 

Ve bir insan düşünün ki… Evet, bir insan düşünün ki, 45 sene üzerine yoğunlaştığı Kur’an’ı yeniden ele alarak hiç şaşmadığı çizgide yorum ve açılımlarla bu asrın insanına takdim etsin de, adına tefsir yada meal demekten özenle kaçınarak  ALLAH İLMİNDEN YANSIMALARLA  KUR’ÂN-I KERÎM ÇÖZÜMÜ desin!... Ve sahasında yazanların aksine hiçbir paye ve unvan kabul etmeyerek kendini sadece ALLAH KULU olarak tarif etsin!...

 

Ve bir insan düşünün ki; Kur’an’ın, Meallerin, Tefsirlerin, İlmihallerin para karşılığı satıldığı, Diyanet gibi bütçesi ve vakfı oldukça zengin bir kurumun dahi ücretsiz hizmet veremediği bir ülkede ilk kez Kur’an’a dair çalışmasını ücretsiz, bedelsiz insanlığa hibe etsin!...

 

Bayram; bu seneki bayramdır bizce!.. Bayram; Kur’an Bayramıdır!…

Bayram; Allah İlminden Yansıyanlarla Hakikate Koşma bayramıdır. Mübarek olsun…

 

Hakkın ödenmez ama, naçiz şükranlarımızı lütfen kabul et Güzel İnsan!

Ömrün uzun, feyzin daim, ışığın kâim olsun her dem!..

-----------------

Ücretsiz Bayram Hediyeniz: http://www.ahmedhulusi.org/kuran_talep.php

 

 İstanbul -19.09.2010
 

Mehmet DOĞRAMACI

Gözlemek, ama neyi?!...

   Gözlemleyerek !!. Biz gözlemlemeyi daha çok dış dünya diye kabul ettiğimiz gözümüzün gördüklerini gözlemlemek olarak algılıyoruz. Peki zihnimizi gözlemlersek neler olur ?

    Biliyoruz ki zihni oluşturan genetik ve astrolojik tesirlerle birlikte , doğduğumuz andan itibaren beynimizde depolanan kayıtlar, veri tabanını oluşturan girdiler..

    Zihin bir olayla karşılaştığında mevcut veri tabanına ya da kayıtlara gore tepki veriyor. Yeni tepki yeni kaydı oluşturuyor. Bir olayla karşılaştığımızda ben neden bu tepkiyi verdiM ?? demek yerine zihnim hangi kayıt yüzünden bu tepkiyi verdi şeklinde gözlemlemek hem o kaydı tespit etmemizi hem de benzer olayla yeniden karşılaştığımızda daha uyanık davranmamızı sağlayacaktır.

    Bir tepki verdiğimizde bu tepkiyi neden verdiM diye hayıflanmak , pişman olmak da ayrıca en büyük şirktir. Mevcut kayıtlara BEN demek Allah yanı sıra varlık edinmektir. İşte burada zihnin tüm süreçlerini hallerini gözlemlemeyi ben NEFSİNİ BİLİP RABBİNİ tanımak olarak algılıyorum. Zaten burada gözlemleyen noktasında durduğunuzda Rabbül Alemiyn noktasından bakmakta, kayda girmemekteyiz. Bu süreçte geldiğim son noktada, yok edilecek, öldürülecek, ıslah edilecek bir varlık, bir ego yoktur. Tüm bu düşünceler hiç varolmamışa varlık vermektir, yani şirktir. Bugüne kadar egoyla, zihinle uğraştım. Şimdi onu tanımak istiyorum. Zihin ya da ego olmadığınızı bildiğiniz, onu karşınıza alıp izlediğiniz anda zaten kaydından çıkmış oluyorsunuz.

    Bu tanıma gözlemleme sürecinde yeni bir kayıt eklemeden, eskilerin silinmesi de kendiliğinden olacaktır diye düşünüyorum. Ve son noktada da şuur hakimiyeti ele alacaktır…

    Gözlemcilik, bir adım geri çekilip zihin sanki başka biriymiş gibi gözlemlemek, Rabbül Alemiyne açılımdır kanaatimce….

Dr. Sühendan Coşan Ketenci

İstanbul -24.09.2010
suhendanc@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com

Takdir 2

  İlahi hükümlerin “bir sistem dâhilinde” çalıştığını biliyoruz.

İslâm her şeyden önce bir tevhid dini geleneğini, (İbrahimi gelenek) takip eder.

Burada temel nokta da tanrıya değil, Allaha iman etme şartı bulunur.

Bu imanın; toplumsal ve dünyevi gerçeklerden ve bağlamlardan uzak olduğu çok net ve açıktır.

Çünkü bu bakış açısı, dünyevi anlamda sorumluluk üstlenmemek te, belli bir siyasal perspektiften dikkatle kaçınmaktadır.

    Kesin olan bir şey var ki, bu perspektif, yinede mazlumların yanında olmayı zorunlu kılar.

Elbette burada akla bir yığın farklı ve değişik sorular itirazlar gelecektir.

Tevhit inancına aykırı olan bu sapmalarla dolu örnekler giderek eğilimlere dönüşebilir.

Tüm bunlar hakikati görmeye engel teşkil eder.

Ama hakikatten perdelenmesine karşın, ayrılmak anlamına gelmez.

Çünkü Din, adı üstünde “tevhid” dinidir.

    Tevhid ayrı gibi görünen şeylerin tek bir asıldan, (merkezden) kaynaklandığını gösterir.

Esasen aksi de düşünülemez.

Şayet böyle olsaydı, teklik ve kader olgusu algılanamaz, yerine oturamaz ve tam bir kaos hali oluşurdu.

 

29.09.2010

barış yelkenci

 

Âh Mekke!

 

   Toplumu, inancı, hayat algısı; içinde filizlenen gerçeğe uymasa da onu çok seviyordu. Nur Dağının tepesinde yıldızları seyrederken o kelimeler dökülürdü dilinden; “Âh Mekke!...”

   Kâbe’nin şehrini mi, yoksa şehrin Kâbe’sini mi seviyordu? Sıkma ile gelen açılım sürecinde hayat arkadaşıyla gittiği bilge; “Ömrüm olsa da seni buradan çıkardıklarında safında olabilsem” dediğinde şaşıracak; “Mekke’den çıkarılacak mıyım?” diye soracaktı…

   İşkence, boykot ve tehditler yoğunlaşsa da içerideki “Âh Mekke” sedası hep canlı idi. Onu bırakmak; aklına dahi getirmek istemediği en son şeydi…

    Medine’den gelen daveti, dayanaklarının altından çekilmesi; eş ve amcasının peş peşe ölümü takip edecek, yeni destekler aradığında uzaklaşamayacak komşu şehre gidecekti. Taşlandığında, Kâbe’ye sığınacak, isra edecek, mirac edecek ama hicreti en son devreye koyacak, ayrılırken yine “Âh Mekke” diyecekti…

    Gitti. Gerçeği inşa etmek üzere. Geçen yıllar içinde, “Hangisi daha güzel?” dediklerinde de hep benzer kelimeler söyleyecekti: “Medine’yi severim, ama Mekke başkadır! Âh Mekke!...”

    Savaşlar, savunmalar, zorunlu anlaşmayla gerisin geriye dönüşler, derken şanlı Fetih. Ve yeniden Mekke!... Hasret bitip, sılaya dönülmüşken Ensarın gözlerinde aynı kaygı okunacaktı: “Mekke’yi çok seviyor. Medine’ye dönmez artık. Muhacirler çifte bayram yapacak? Ya biz? Biz ne olacağız?”

    İşte tam o esnada haber yayılacaktı: “Haydi, hepimiz Medine’ye dönüyoruz!”

    Demek, onca sevdiği, dilinden düşürmediği, şimdilerde arınmış Kâbe’si ile kendine teslim edilen kenti bırakıyordu öyle mi? O halde neden hep; “Âh Mekke” demişti?...

    “Kâbe? Onu da bırakacak mıyız?” şeklinde akla gelen soruları cevaplarcasına şöyle diyecekti: İbrahim Mekke’yi haram kıldığı gibi ben de Medine’yi haram kıldım... İbrahim’in Mekke’ye yaptığını ben Medine’ye yaptım”

***

    İnsan, maşuka kavuştuğunda ne oluyordu ki; vuslatı zevk etmek yerine dönüş tercih ediliyordu? Şehrin Kâbe’si mi, yoksa Kâbe’nin şehri miydi sevilen, âh edilen? Vuslata eren; uğruna yanıp tutuştuğu “Kâbe”sini kalbine saklayıp bir başka yere çoktan taşımıştı da dışarıdakiler fark etmesin diye adını “Mescid” mi koymuştu yoksa?... Kim bilir?!…

    Sahi, bir asr-ı saadet güzellemesi mi kaleme aldım? Bu saatten sonra duygusallıkla da nostaljiyle de işim olmayacağını bilirsiniz siz…

    “Âh Mekke” diyerek geçen bir ömrün zaferle taçlanan zirvesinde, maşuka sırt dönüp geri dönmek midir son sahne?..  

    Yoksa?..

    Yoksa daha başka bir gerçek midir açığa çıkan?...

İstanbul -04.10.2010
m_dogramaci@yahoo.com

 

 



Üst Ana sayfa e-mail