Zulüm ve Kötülük Algısı

İnsanların zihinlerindeki Tanrı-İlah tasavvuruyla ilgili olduğunu düşündüğüm zulüm ve kötülük kavramlarını irdeleyen en önemli yaklaşımlardan birini, batılı mistik düşünür Joel.S.Goldsmith, Birliğin İdraki isimli eserinde şöyle yapar:

“İnsanoğlu, binlerce yıldır, ödüllendiren ve cezalandıranın Tanrı olduğuna inanarak bu dünyanın kötülüklerinden Tanrısını sorumlu tutmuştur. Yeryüzündeki kazaların, hastalıkların ve felaketlerin, kasırgaların, hortumların, fırtınaların ve deprem dalgalarının müsebbibi O’dur. Peki, bir insanı bir an ödüllendiren ve inayet eden ve bir başka an da hiç sebep yokken felaketleri, kazaları ve ölümü üzerine salan bir Tanrıyı sevmesi mümkün müdür?”

Bu tespitte Goldsmith, insanın zihninde ve hayal dünyasında oluşturup şekillendirdiği bir Tanrı tasavvuruna vurgu yapmaktadır. Ödüllendiren ve cezalandıran bir Tanrı anlayışı, insanların zihinlerindeki en önemli blokajı oluşturmaktadır. Bu da yaşam sistemini okuyabilmelerinde en büyük perdeyi teşkil eder. Çektiğimiz sıkıntıların çoğunun evrensel inançtaki temeli, Tanrının bizleri cezalandırmak ya da bir ders vermek için kötülükleri üzerimize göndermesi düşüncesidir. Halbuki, Allah ismiyle işaret edilen mutlak varlık, bu tarz beşeri değer yargılarından münezzeh bir aşkınlıktadır. Hakikatimiz olan Allah’ı gerçekten sevdiğimizi iddia ediyorsak, öncelikle O’NUN HAKSIZLIĞA SEYİRCİ KALAMAYACAK ya da buna neden olamayacak kadar saf ve kusursuz olarak sırf güzellik olduğunu idrak etmeliyiz, diye düşünüyorum.

Çağlar boyunca ve de günümüzde savaşların, yıkımların ve benzeri fiillerin kökeninde, insani duygulara sahip ve insan gibi düşünen, yarattıklarına müdahale etmeyip onları kendi hallerine bırakan bir Tanrı anlayışı ve inancı yer almış ve almaktadır. Bu anlayış da haliyle, insanlarda vehim kuvvesini güçlendirerek kendilerinde bağımsız bir kuvvet ve irade varsayımlarına dönüşmüş, böylelikle de en büyük günah addedilen Benlik duygusunun ve şirk dediğimiz düşüncenin oluşup gelişmesinde ve de güçlenmesinde önemli rol oynamış, halen de oynamaktadır.Oysa ki Allah ismiyle işaret edilen, her an dilediği sûrette açığa açığa çıkan ve dilediklerini kudretiyle oluşturup bu oluşumları kendi varlık aynasında seyredendir. Her an dilediklerini tüm algılanan birimler adı altında ortaya koyandır. Acz sıfatı, yaratılmış birimlere özgüdür. Dolayısıyla varlık âleminde tek bir ilim, irade ve kudret saltanat sürer. Bu ezelden ebede böyledir. Allah, murad ettiği hususların oluşması noktasında her birimi belirli bir gaye ve oluşum için yaratmış ve bu amaca yönelik olarak da her şeye hak ettiğini vererek adalet sistemini oluşturmuştur. İşte, İlahi Adalet dediğimiz, bu sistemin işleyişinden ibarettir ve ta kendisidir.Bu nedenle de evrende ne geçmişte ne de gelecekte gerçek anlamda zulüm kesinlikle söz konusu değildir. Aynı zamanda yaşamda mutlak eşitlik de bizim anladığımız mânâda mevcut değildir. Herkes yaratılış programı doğrultusunda hak ettiğini lütuf ya da kahır mekanizmasıyla her an almaktadır. Bu karşılığı alış düzeyini de birimlerde açığa çıkan İlahi İsimlerin terkip kapasiteleri oranı belirlemektedir. Meseleyle alakalı misal olarak cam ve bardağı verebiliriz.Cam, bardağın özüdür; cam onun niteliğidir. “Bardak ne kadar güçlüdür” dediğimizde “yapıldığı cam kadardır” deriz.” Ne kadar güzeldir!” dediğimizde de aynı cevabı veririz. Allah, varlığın özü olduğuna göre, camı bardaktan nasıl ayıramazsak, Allah ve insanı da birbirinden ayıramayız. Çünkü Allah, insan hayatının, aklının, canının ve ruhunun özüdür.Yeryüzündeki günah, fenalık, ölüm, kaza, sefalet ve adaletsizlik gibi hallerden arınabilmemiz için öncelikle tüm bu hususları Allah’tan ârî tutmamız gerekir.O,VARLIĞIN ÖZÜ VE ESASIDIR. Bizler, sadece O’NUN SONSUZ VARYASYONLARDA GÖRÜNEN HALLERİYİZ. Öyle ise bizler için özgürlüğün başı, tümüyle iyilik ve güzellik olan yaratıcı güzelliğe sahip olmak, kendisinden sonsuzluğun ve mutlak adaletin her an zuhur etmekte olduğunun farkına varabilmemizdir. Kendimizi Allah’tan ayrı ve o varlığın dışında bağımsız bir yapıda olarak tasavvur ettiğimiz müddetçe de bu bilginin hayatımızda hiçbir etkisi olmayacaktır.

Allah ismiyle işaret edilen varlığı, kötülüklerin üzerinde bir güç olarak düşünmemeliyiz. O’nun şer üzerinde bir güç olduğuna inanmak, kötülüğün bizatihi bir varlık ve oluşum olduğuna inanmak demektir. Oysa ki tek bir yaratıcı kudret vardır ve O, kusur ve kötülük gibi beşeri kavramlardan münezzehtir, diyoruz. Sonsuz ve Sınırsız olan bir varlığı, sadece güneşi doğurup batıran bir kudretin sahibi olarak göremeyiz. Allah, hayatın kaynağı ve kendisi olduğu için gerçekte yaşayan tek varlık konumundadır. Başka bir deyişle, gün ışığı veren, hayatı veren, ölümü veren bir Tanrı tasavvuru bâtıldır. Allah ismiyle işaret edilen, vermek ya da geri almak gibi kavramlardan beridir.Bize akıl vermez. Çünkü bizatihi kendisi sınırsız akıldır (Aklı Küll). Sadece var olan vardır.

Allah ismiyle işaret edilen varlığı doğru bilip değerlendirmek, bize sonsuz hayatı kazandırır.O saf güzelliği, Milletleri silip süpürme ya da günahkârları cezalandırma gibi bir yatırımı ve endişesi olmayan, masum ve hatta suçlu kimselere dahi gerçekte felaketler göndermeyen, savaş ya da sefalet koşullarına onay ve izin vermeyen olarak tanıdığımızda O’nun bütün bu olumsuzlukların sebebi ve sürdürücüsü olduğu inancını da yıkmış oluruz.

Zulüm dediğimiz oluşumların kaynağı zulmettir. Zulmet ise aydınlığın zıttı değil, onun açığa çıkmayışına verilen addır. Savaşların adil olduğuna ve Tanrının taraflardan birini tuttuğuna inananlar, gerçekte Tanrı tasavvurundan arınamayanlardır. İnsanları öldüren ve bir tarafta yer alan bir Tanrı varsayarlar. Bu Tanrı, mâsumları katleden insanların tarafında yer almaktadır.Halbuki Allah ismiyle işaret edilen, kasırgaların içinde yer alan bir varlık değil, bilakis mutlak sükûndur.Ortaya çıkan herhangi bir olumsuzluk, tek ve sınırsız gücün, düalist bir anlayışla ikileştirilmesinden ve bizler tarafından sahiplenilmesinden doğmaktadır.İnsan, kendinde bağımsız bir güç vehmettiği anda menfi hâdiseler baş göstermektedir. Özgürlükler kısıtlanmaktadır. Ne zaman ki Allah’ı, içinde kötülüklerin hiçbir temayülü, kaynağı, temeli ve gücü olmayan saf varlığıyla tanırsak, şuur boyutunda özgür bir yaşama erişmiş oluruz. La Havle’nin anlamı, gerçekte insanın ve diğer tüm birimlerin havl ve kuvvetlerinin olmadığı,tüm kuvvet ve kudret oluşumlarının hakikatimiz olan Allah’tan kaynaklandığıdır. Çıkış noktanız, Allah ismiyle işaret edilen varlık noktasından değilse, gerçekte gücünüz yok demektir. Sadece aldatıcı güç gösterileri illizyonu sergilemiş olursunuz.Kudret bütünüyle Allah’ındır. Kötülüğün hiçbir gücü yoktur. Hattı zatında Mehdiyet ve Mesihiyet dairesi, kötülüğün gerçekte yaratıcı kudrete bağımlı olmadığına inanan ve kötülüğü külliyen reddedenlerin oluşturduğu dairedir.

İsa Aleyhisselam, düşmanını sevme ilkesini getirmiştir.Aslında bu prensip, sistemin işleyişiyle yakından ilgilidir.Düşmanımıza beddua ettiğimizde gerçekte kendimize etmiş oluruz.Farkında olmadan düşmanlığı üreten ve besleyen bir konuma geliyoruz.Bu noktada Kur’anı Kerim, kötülüğe iyilikle mukabele etme prensibini getirerek kim olursa olsun insanı kazanmayı hedef göstermiştir.Bizce şer gibi algılanan olayların, netice itibariyle hayırlara vesile olabileceğini vurgulamıştır.

Geçmişte yaşanan büyük savaşlara baktığımızda çıkış nedenlerinin genelde savaşın kaçınılmazlığı görüşünün insanlarda yaygınlaşması ve bu amaç doğrultusunda beyinlerin düşünce yayını yapmaları olduğunu görürüz. Böylelikle manyetik şer bulutlarının oluşumunda, beyin dalgalarımızla menfi yayın yaparak savaşlara zemin hazırladığımızın farkında bile olmayız. Bu noktada kötülüğün kaynağının bizdeki terkipsel sınırlılık olduğunu ve hükmetme güdülerimizin faal olması neticesinde meydana geldiğini söyleyebiliriz.Tek bir kudretin idraki bizde varolduğunda, kötülüğü oluşturduğunu düşündüğümüz faktörlerin bu bilinç seviyesinde bizim için pek bir şey ifade etmeyeceğini göreceğiz. Dünyadaki birtakım bâtıl inanç sistemlerinin dahi hipnotik etkileri bize tesir edemeyecektir. Toplu Hipnozdan uyanabilmemiz de Allah’ın bizi ve evreni eksiksiz yarattığını ve dolayısıyla hiçbir yaratılmışta gerçekte noksanlık ve kusur olmadığını algılayabilmemize bağlıdır.

Dünyanın görüp göreceği en acımasız ve gaddar diktatör olarak görülen bir kişi dahi gerçekte kötü değildir. Biz o kişiyi kötü görürsek kötü olur. Oysa o insanı asıl kimliğinde müşahede edebilirsek bizim için hipnoz sona erer.İşte sır budur.Allah ismiyle işaret edilen varlığın ne olduğunun idraki hikmetin başlangıcıdır diyoruz. Çünkü Allah sınırsız varlıktır. Dolayısıyla evren de sınırsızdır. O halde bizler de sınırsız ve ölümsüz varlıklarız. Gerçekte, tüm kötülük ve şer algılamaları, evrensel bir hipnotik algılamanın ürünüdür.Allah mükemmel olduğu için O varlıktan tezahür eden her şey mükemmellik arz eder.Bizi kötü olarak korkutan ve kısıtlayan her şey birer hiç hükmündedir. Şer ve tahrip, ademe (yokluğa) dönüktür. Sınırsız bir zekanın da kendi varlığına ve yarattıklarına karşı tavır alması mümkün değildir ve tefekkür dahi edilemez. Bizleri, dünyada birbirinden bağımsız farklı birtakım güçlerin varlığına inandıran evrensel hipnozdan çıkabilmemiz gereklidir. Huzurumuzu bozacak hiçbir şey Allah’ın krallığında sürekli değildir.Yasası, gücü ve devamlılığı da yoktur. Bu hakikatin sessiz tefekkürüyle hipnoz bozulur ve böylelikle resim (zihnimizdeki kötülük şablonu) bozulur ve iyileşme gerçekleşmiş olur.

Bosna savaşını hatırlayacak olursak birçok insanın kanına giren bir Sırp gencini düşündüğümüzde bu gencin yaptıklarından sonra bir vesileyle pişman olup tam tersi bir kişiliğe bürünebileceğini ve kendisinde iman kuvvesinin bir şekilde açığa çıkabileceğini dahi düşünebiliriz. Bildiğimiz gibi savaş ortamında insanlar farklı bir kişiliğe bürünürler. O ortamda bazı şeyler daha kolay yapılabilir. Kin ve nefret duyguları kabarır. Acıma duygusu, mantık gibi şeyler ortadan kalkar. Yalnızca öldürmek ve yok etmek güdüleriyle hareket etmeye başlar insan. Savaş sonrası normal hayata dönüldüğünde ise geçmişte yaşananlar kişinin zihin ekranına yansır ve kişide farklı birtakım hissedişler yaşanabilir. Neden olmasın ki? Ölüden diriyi çıkaran kudret buna da muktedirdir.

Kötülüklerin ve hayatımızın diğer olumsuzluklarının kaynağı bir bakıma biz olduğumuz için onları düşünmekten vazgeçer geçmez yok olmaya başladıklarını görürüz. Çünkü, bizim düşüncemiz dışında varlıkları yoktur. Bizim düşünce dünyamızda şekillenir ve varlık kazanırlar. Dünyevi korkularımızı düşüncemizde taşımaya devam ettikçe onlardan kurtulma şansımız da azdır. Kötülük algılamalarının tümü evrensel bir hipnotik yanılgıdan ibarettir. Şayet içinde yaşadığımız yaşam sisteminin tesadüf olmadığını kabul edebiliyorsak,olumsuz ve kötü gücün ona inanan zihin dışında bir oluşumu olamayacağını da kabul etmeliyiz. Tüm zulüm ve kötülük algılamaları, insan ve Tanrısı şeklinde birbirinden bağımsız farklı iki güce inançtan doğan evrensel bir algı yanılmasıdır. Bu algı yanılmasından korunabilmek için de Allah’ın varlığı dışında var kabul ettiğimiz tüm güçlerin gerçekte varlığının olmadığına kanaat getirmemiz gereklidir. Esasında felaketlerle, günahla, sellerle, tayfunlarla boğuşmuyoruz.İlahi ve sınırsız kudretten bağımsız olarak algıladığımız güçlere inanmamızdan ve var kabul etmemizden kaynaklanan evrensel bir yanılgıyla uğraşıyoruz. Bize gösterilen resimleri oldukları gibi görüyoruz. Ressamın gözüyle resmi değerlendirmek yerine yalın ve sathi bir bakışla değerlendirmeye çalışıyoruz. Hatta diyebiliriz ki ahlaki çöküntü yaşayan insanlar da aslında kudretin bölünmezliği gerçeğini fark edemeyenlerdir. Onlar da bu evrensel yanılgının kurbanlarıdırlar. Ortaya koydukları ve negatif enerji doğuran fiillerinin sınırsız bir ilim ve kudret doğrultusunda sistemde yerini almakta ve değerlendirilmekte olduğunun farkında olamayanlardır.

Bu dünyanın güç olarak adlandırılanlarının güç olmadığının idraki, yer yüzünde cennetin kurulmasına vesile olacaktır. Ne iyi ne de kötü güçlerin gerçekte olmadığı, sadece Allah’ın gücünün varolduğu inancı bizleri huzura kavuşturacaktır. Bu yüksek şuur seviyesine geçebilmek için de insanların zihinlerini iyi ya da kötü vasıflarla şartlandırmamaları gereklidir. Varlığımızın ruhsal özünü açığa çıkarabilmemiz lâzım ve elzemdir.Dünyada mutlak iradenin sınırsızlığı noktasında tek bir özgürlük hâlinin yaşandığını, onun da iyi ve kötü inancından kurtulmanın getirdiği özgürlük hâli olduğunu fark edebilmeliyiz. Hakikati olan Allah’ı yaşayabilen biri için ölümler ya da savaşlar bir korku sebebi olamaz. Geçmişe müdahale şansımız olmadığı için olanın, olandan başka türlü olmasının mümkün olamayacağı gerçeğini kabullenebilmeli ve hazmedebilmeliyiz. Bununla birlikte, dünyanın neresinde olursa olsun zor durumdaki herkese ayırım göstermeksizin yardım ellerimizi uzatmalı ve onların dertlerine ortak olabilme erdemini de gösterebilmeliyiz. Başka bir deyişle Tekli Boyutundan yaşamı ve olayları değerlendirirken çokluk boyutundaki oluşumlara kayıtsız kalmamalıyız. O boyutun hakkını da sonuna kadar verebilmeliyiz. İnsanlığın barış ve sükunu noktasında insansı varlıklarla aramızdaki farkın farkına varabilmeliyiz. Gayemiz, kötülüğe ve düşmanlığa aynı yöntemle karşılık vererek bunları yaygınlaştırmak değilse bu yöntemin çözüm getirmeyeceğine inanıyorsak en kısa sürede elimizdeki imkânları paylaşım ve hizmet yoluyla değerlendirmeliyiz. Savaş harcamalarının trilyonda biri, çağdaş bilimler eşliğinde Hakikat ilminin yayılması yolunda değerlendirildiğinde cehalet ve düşmanlık en büyük darbeyi yiyecektir. Kafa keserek kimse yeryüzünden zulmü kaldıramaz. Düşman arayan, sonunda kavga ve savaş, selameti arayan ise yaşam sisteminin hakikatine erecektir. Allah ismiyle bizlere tanıtılan varlığın bilincinde yaşayabilmenin gereği, şerre dahi olsa “karşı” gelmek ve karşıtlık üretmek değil, hayırdan, barıştan ve sevgiden yana olabilmektir. Bu gerçeği Atatürk, ”Yurtta ve Cihanda Sulh” ilkesiyle dile getirmiştir. Karşıt düşüncelerimiz zihnimizi işgal ettiği müddetçe de beynimiz onun dışındaki yönelimlere ve yeni anlayışlar doğrultusunda yeni açılımlara kapalı kalır. Karşısında olduğumuz şey şiddet dahi olsa, karşı olduğumuzda karşıtlık düşüncelerimiz ve davranışlarımızla sürekli dış dünyaya yönelik olur ve sürekli sorunun bir parçası konumunda oluruz. Selametten ve barıştan yana olduğumuzda ise çözüm üretmiş oluruz. Asıl marifet, nefrete karşı durmak değil, rızadan ve barıştan yana olabilmektir. Barıştan yana olabilmenin en güzel yöntemi de çevremizin Allah bilincine ermelerine vesile olma noktasında ilmin yayılmasına hizmet etmektir.Hakiki Din ilminin AHAD olan ALLAH’ı özünde bilip bulup aslımız ve orijinimiz ve her zerrede her an her şeyin var edeni olarak yaşama ilmi olduğunu görüp Tanrının insanlara zevk ya da ceza vermek için kafasına göre yolladığı emirler gibi tanıtan din tacirlerine fırsat vermemeliyiz.

Kısacası, zulüm ve kötülük gibi algılamaları ortadan kaldırabilmenin yegane çaresi, Allah’ın yegane kudret olduğu gerçeğine kararlı bir şekilde inanmak ve bu gerçeğe teslim olabilmektir. Bunun dışındaki her şey ister maddi ister zihni güç olarak adlandırılsın geçici güçtür, gayri insanidir, hiçliktir. Algı düzeyimizdeki iyileşme, gayri şahsileştirme ve hiçleştirme prensiplerinin idraki noktasında gerçekleşecektir.

İstifade Edilen Kaynaklar:

Ahmed Hulusi (Dinin Temel Gerçekleri)
Ahmed Baki ( Gizli Gülşen)
Joel.S.Goldsmith (Birliğin İdraki)
Bediüzzaman Said Nursi (Sözler)

ahad103@hotmail.com
17
.07.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail