Hz.
Muhammed’in kapısı çalınır bir gün. Ama ısrarla, bir
daha, bir daha çalınır. Kapıyı çalan seslenir: “ Ya
Nebiyyallah ! Namaz kaçıyor haydi, güneş doğmak
üzere...”
Bu
gayretli sahabiye bir defasında da Hz. Muhammed der ki :
” Ya Bilal (Habeşî), bana ne zaman cennet gösterilse,
orada seni ruhaniyet/nuraniyet yönüyle benden iki adım
önde görüyorum. Bunun hikmeti ne ola ki, senin hangi
amelin buna vesile olmuştur?” Der ki Habeşli Bilal:
“ Ya Nebiyyallah, benim ne zaman abdestim bozulsa hemen
abdest alırım ve akabinde iki rekat şükür namazı
kılarım. Bu olabilir mi acaba nedeni...”
Yaaa.. Niye olmasın ki, sistemde yok yok.. Bizim tırnağı
bile olamayacağımız Hz. Muhammed’in yanında İslam’ın
muzaffer olması için, canını, malını feda etmiş; akıl
almaz eza cefaya göğüs germiş ashaba, “ Bu kılıçla
yapılan cihad, küçük cihad idi, şimdi büyük cihada
dönüyoruz” denilince, diyorlar ki: “ Ya
Rasulallah, can alıp can verdik..bundan daha büyük olan
bu Cihad-Ekber de nedir ? ” Cevap veriyor
Rasulallah: “Nefs ile olan mücahede, büyük cihaddır”
Öncelikle dinin şu zahirî yönünde de bir dev âlim olan
Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin yetiştiricisi Şems-i
Tebrizî, bir gün sohbeti esnasında şöyle der: ”
Sahabe, yanlarında bir ilim denizi olan Hz. Muhammed
varken ona gerekli / yeterince sual sormadılar.”
Yine Şems’in Mevlana’ya yönelik sohbetlerini, aralarında
geçen konuşmaları Yine Mevlana’nın oğlu Sultan Veled
birebir not tutmak suretiyle kitaplaştırmıştır. Adı
Makalat (Konuşmalar) olan bu kitapta bir bahis daha
vardır. Şems şöyle der Mevlana’ya sohbeti sırasında:
“ Celaleddin, iyi dinle, gözlerini, kulaklarını iyice
aç.. Şu sohbetten istifade isteyen nice Nebi var da
onlara müsaade edilmiyor ”
Gelelim bize. Biz yola mı gelmiyor / gelemiyoruz?
Yoldayız da, çetin yol ve hava şartları rehavet,
unutkanlık mı yapıyor? Savunma mekanizmalarımız mı
devrede? Hasbelkader dünyaya gelişimizde sahip olduğumuz
burç özelliklerimiz dolayısıyla, bir de burada akıl
özelliği önde giden bir burç ise bu, bize hep kendi
aklımızı, kendi bakış açımızı sevdirirken, bizde
olmayan ve bize bir şeyler katacak görüşleri / bakış
açılarını bir türlü ilgi alanımıza mı sokmuyor ? Ya
da bir iki güzel kokudan sonra süreli de olsa koku alma
özelliğimizi mi yitirdik? Biz yoksa, bize bugünümüzü, şu
anki idrakımızı, değerlendirmemizi bahşeden “
Allah İlminin ”, bize daha önce yaptığı gibi, yine
ve yine bizi bizden alarak, bizi biz yapan göreleri ifna
etmek suretiyle bunu yaparak, olayı nerelere
taşıyabileceği hususunda iman nuru / teslimiyet
eksikliğimiz mi var?
Farklı niteliklere sahip olmakla beraber, Keşif ve Fetih
sahibi Evliya bu iman nuru ile ilgili olarak şöyle
mecazi bir işarette bulunmuşlar: “ İnsanın bedeninden
/ yerden göğe yükselen bir nur sütunu mevcuttur ”
Bugün ciddi manada algılamaya çalıştığımız Kabe
için de buna benzer tespitlerin/ifadelerin bulunduğunu
biliyoruz.
Şimdi, Rasulullah ve Ashabının, Mekke’deki Kabeyi
ziyaret hakkı için savaştığını da ayrıca
unutmadan, gönül kabesi boyutuna işin, dönersek; şu
verileri beraberce düşünmemiz gerekecek. ” “İnsan”ın
hakikati olan “ruh-u nurani” (kişinin Rabbi)
“ayan-ı sabite“ , O’nun ilimlerinden bir
ilimdir; ilmî suretlerden bir surettir.” “Kalp”
diye tarif edilmiş olan “şuur”, ne kadar kapsamlı
ve derinlikli değerlendirme yaparsa, ona göre adı da
değişir...”Sır”, “hafi”, “ahfa” gibi...” “Ve
bu nefs, kalp, ruh, sır, hafi, ahfa isimleriyle işaret
edilenin aslında aynı TEK yapı olup algılayan ve
hissedenin kavrayış mertebesine göre farklılık arz
etmesi...”
Yiğidi öldürüp hakkını yemeyeceğiz, insan, Allah’tan
ayrı bir varlık olarak var değildir. İnsanın şu günlük
yaşamı, görünen özellikleri yanında batınî özellikleri,
dolayısıyla tüm bunların dayandırıldığı mana boyutu
gerçeği. Esasen Esma ve Hiçlikten başka bir şey
söz konusu değilken, insanın tüm yaşamı ve hallerinin,
Esmadaki dönüşümler ile mevcut olduğu da anlaşılınca
geriye kalan şu; en bariz bir şekilde insan adı altında
algıladığımız şu varlıkta, kesinti ve kopukluk
olmaksızın, sırtının dayalı olduğu nokta,
bünyesinde HİÇLİĞİ barındırırken, bize dönük yüzü ile de
manalarını aşikâr eden tek, tümel bir yapı söz
konusu. Hal böyle iken ve böyle bir nimet içinde ve
bununla yan yana / paralel konumda iken, oldum bittim
yetiştim havalarında bu nimeti değerlendirmemek hangi
aklın kârı? Birimsel akıl, aklı küll , akl-ı evvel.Neyse
biz bugün için aklımıza mukayyet olalım.
Allah bir kişiyi belli bir düzeyde sabitlemek, orada
alıkoymak, kilitlemek isterse o kulda “ ben artık
oldum, bittim, yeterli düzeydeyim ” düşüncesini
oluştururmuş. Onun orada kalması, kendisinin artık
yeterli olduğu düşüncesiyle oluyor. Kendi içinden,
kendindeki anlayışla oluyor yani. Hemen hatırlıyoruz,
Allah ötede bir tanrı değildi.
Sevgi, saygı ve her şeye rağmen tefekkür ile kalınız. |