Savaş Eren
 

 “Eğer bazı  şeyleri / mânâları çok çok çok iyi anlayabilirsek, mesele bizim için çözülür. Aksi takdirde, mânâmızın , bileşimimizin getirdiği kavgalardan , tartışmalardan kendimizi kurtaramayız.”

Yine ve yeni bir Merkür rötarı döneminde, yukarıda yer verdiğim görüşleri aşağıda da devam ettirerek, tam da bu  rötar dönemi  esprisine   paralel  bir  fayda  hasıl edeceği düşüncesindeyim. Ayrıca  vicdanımız  ve  ilmimiz  ile baş başa kalmak sûretiyle bir muhasebe ve muhakemeyi oluşturacağı ümidini taşıyor ve bu mânâyı  “ilim  ve  vicdan”  olgularına sırtımı dayayarak yaymaya gayret  gösteriyorum. Böylelikle kulluk  ( ...liya’büdûn…)  kapsamındaki varlık gayemizin, irfan  (… liya’rifûn… )   ile anlamlanması ve bu farkındalığın oluşması düzeyine olan talebimizi / duamızı da izhar etmiş olacağız. Çünkü, bugün artık   yenilenebilmek  için  önce teşhis, yani yerimizi-yurdumuzu tespit ile işe başlamamız gerekiyor.

Yıllar, belli bir zümre için ilim yolunda, tahkîk ve bunu yaşamda tahakkuk ettirebilme gayreti ile geçip giderken, bu süreç içerisinde, ilim ehlinin, kendisini takip / tetkik edenleri ile, internet üzerinde soru-cevap usulü ile yaptığı bir sohbete,  alıntı yaparak, dikkât çekmek istiyorum.

SORU :         

“ Muhyiddin-i A’rabi diyor ki: “Allah” ismi O’nun Zât’ının değil, Sıfat ve Cemi Esmâ’nın adıdır…”

Bu cümleyi biraz açar mısınız?

Üstad

-"ALLAH" kelimesi bir isimdir ve bir varlığa işaret etmektedir sadece...

"ALLAH İsminin İşaret Ettiği Varlığın” özelliklerine, yani sıfat ve özelliklerine de yine çeşitli isimlerle işaret edilmektedir... Öyle ise biz, isimlerle uğraşmayı bırakıp, isimlerin işaret ettiği anlamlar doğrultusunda,  işaret  edilen  ZÂT’ı  anlamaya  çalışmalıyız  ki, bu da somut bir ismi olan obje değildir!

Bizler, gene    onun   dilediği   özelliklerle  ve  KENDİSİNİ   düşünebilecek   bir   kapasite   ve   özellikle    yaratıldığımız    için   de   bu   yönden      KULLUK     yapmaktayız...

Gerçek kulluğumuz budur!...

“İbadet” adı altında yapılan çalışmalar ise, ”Kulluk” kapsamında değil ,    yeme-içmenin insana yararı gibi değerlendirilmek zorundadır...

Bu çalışmalar, yani, zikir, namaz, oruç; bilinçli yapılmak sûretiyle beyni geliştireceği için, kendini Var eden’le arandaki perdeleri kaldırır...

Denizdeki bir bardak suyun, kendini kızdırarak camı çatlatıp-kırıp denizle bütünleşmesi misâlinde olduğu gibi!...

Yani, ana konu, sen bardaktaki su olarak;  denizle  bütünleşmeni  engelleyen  camı  yani  beşeri  değer  yargıları  ve  şartlanmalarını  kırarak,  "ALLAH"  ahlâkıyla   ahlâklanırsın  ki;  böylelikle denizle bütünleşmenin yolu açılır...

Musa Aleyhisselâm’a, -SEN, “B”ENİ göremezsin- denmesinin sebebi, bardaktakini denizden ayıran cama işarettir...

Kendini, şeffaflığından dolayı fark edemedikleri cam sananlar!!!... Ya da camı görüp, içinde  su  olduğunun   farkında olmayanlar....

Denizin bereketinden mahrûm kalmış bir halde geçip giderler bu Dünya’dan...

Su her ne kadar   deniz suyu   ise de, bardak onu   sınırladığı   için, cam kayıtları içinde yaşayıp  kendi varlığını da;  Teklik  bilgisini  almış olduğu için,  deniz sanıp   öylece avunarak ebedi yaşamlarına geçerler!...

Anlatabildim mi? .........  “

Yani, anlayabildik mi ?

“KENDİNİ TANI”  kitabından bir alıntı daha yapacağım Üstad’ın ;

“Bu terkib dediğimiz şey nedir? Ve nasıl oluşuyor?...

Bunu eğer teknik olarak izah etmek gerekirse, özetle şöyle anlatacağız...

Bir cam ele alalım... Bu cam dediğimiz şey, hamur halinde oluşur. Bu cam hamurunu eriyik halindeyken düşününün.. Sonra o hamura renk katın.. O renk daha sonra sâbit hâle geldi cam`da... Sonra o camı, renkli camı aldık herhangi bir ışık kaynağının önüne koyduk. Güneşten gelen ışık esasında renksiz!... Fakat o camdan geçerek, camın arkasına o camın rengiyle renklenmiş olarak vurdu.

Şimdi, burada dikkât edilecek husus şu:

Gelen, ışıktır ve renksiz`dir. Fakat cam`dan geçerken renklenmiş ve arkaya renkli olarak vurmuştur.

Renk, gelen ışığa değil, o camın    halitasına    aittir. Hamuruna aittir. Hamurunda mevcut olan şeydir, vurduğu yerde, yansıdığı yerde meydana gelen renk, o camın terkibinde oluşmuş olan renkten dolayıdır...

Ancak, burada şunu gözden kaçırmamak lazım...

O camın terkibinde, yapısında mevcut olan renk de gene ışınların meydana getirdiği renktir. Dolayısıyla, o terkip gene belli bir ışıkla oluşmuştur. O`nun dışında değildir...

Bizim   varlığımız,  bu varlığın   dışında   oluşup  da  buraya   gelmiş  bir  varlık değildir!...  Allah`ın     ilmî    varlığı    bünyesinde     bir  varlıktır.

Dolayısıyla, bizim varlığımız, O`ndaki mânâların, belli bir formül altındaki halli hamuru olduğu için, buna   " terkib = bileşim " diyoruz!...

İşte, bu bileşimimizde mevcut olan mânâlar, genetik kartımızdaki yazılı veriler, özellikler, beynimizin sürecinde, çeşitli takım yıldızlardan gelen kozmik ışınımların beynimizde oluşturduğu açılımlarla ortaya çıkmıştır!.

Böylece oluşan beynimiz, yani terkipsel yapımız, daha sonra çeşitli takım yıldızlardan gelen ışınların yönlendirmesiyle belli kararlar, duygular, düşünceler oluşturur.

Bu  nokta,  kişi  ile  İlâhi  yapı  arasındaki   farkın   fark  edilmesi   noktasıdır...

İlâhi yapıda renksiz ve sınırsız olan mânâlar, terkibi yapıda ortaya çıktığı zaman,   "yaradılış"   denen mânâları meydana getirir... Yani,   yaratılmışlık noktası, İlâhi   mânâların   terkipsel   bir   hâl  alması   ile   birlikte   başlar.

Bu   konu,   İlâhiyat    konusunun,   en   ince    noktalarından    birisidir...

Yani, senin ne yönünle yaradılmış olman; ne yönünle de Allah`ın  varlığı  ile  kâim bir  varlık  olman;  Ulûhiyet  mertebelerinin  özelliklerinin  halografik  sistem üzere  "sen"de  var  olma   noktası..

Bileşimi meydana getiren o mânâların, orijinal  varlığa  ait  olması; sende  mevcut olan  bu  terkibi  meydana  getiren  mânâlarının  orijinalinin de  sende  olmasını gerektirir, özü, cevheri itibariyle... Holografik esasa dayalı bir biçimde!

Zira, varoluş   dıştan   içe   değil;   içten   dışadır!.

Bu terkib var olmadan evvel , senin izafi-göresel, birimsel varlığın da mevcut değildi...

"Allah var idi ve O`nunla beraber başka bir varlık yok idi!..."

Ve senin, terkîbî yapının derinliğine girersek, özüne girersek, zaten orada terkip mânâlar kaybolacağı için, öz kalacağı için, şu mânâ çıkar :

"An içre sadece Allah vardır ve O`nun dışında hiç bir varlık yoktur!."

"Yani, Allah var idi ve O`nunla beraber hiçbir şey yok idi; el`an da öyledir" açıklamasını, boyutsal derinliklere inme olmadan anlayabilmek mümkün değildir!..    “

Şimdi buradaki alıntılarda, “ ALLAH ” isminin geçtiği yerlerde,  “ ALLAH ” denilen varlığı ötede düşünmeyince, ortaya nasıl bir olay çıkar ? Mesela, “Bizim varlığımız,  bu varlığın dışında oluşup da buraya   gelmiş  bir  varlık değildir! Allah`ın     ilmî    varlığı    bünyesinde     bir  varlıktır.”  cümlesini bu doğrultuda düşününce, “Allah’ın ilmî varlığı” denilen varlık “KİM”in varlığıdır..Bu “bünye” kimin bünyesidir. Bu “KİM”lik  = hüviyet ortaya çıkınca, biz ne oluruz? Bu hususların,  y e n i d e n düşünülmesi / ele alınması gerektiği kanaatindeyim.

Diğer taraftan, enfüsî anlamda veya afaki manada olsun, varlık/insan, Allah’ın Esmasından oluşmuştur demek doğru değildir. Varlık , Allah Esmasının, mütemadiyen zuhur ettiği bir varlıktır.

Bir alıntıya daha yer vereceğim Üstad Seyyid Ahmed Hulusi’nin 1967 yılında yazmış olduğu TECELLİYAT isimli kitabından :

“Bazıları şu sözü söyler;  «vücudun öyle bir günahtır ki, onunla hiç bir günah kıyas edilemez!..» Ve, bunun Hadisi Kudsî olduğunu dahi ileri sürenler vardır. Buradaki «vücûd» kelimesiyle anlatılmak istenen şey "vehmî benliğin"dir!..Kendine, Hak`tan ayrı bir benlik, bir vücut vermen; kendini "var" sanman en büyük günah olan "gizli şirki" oluşturmaktadır. Halbuki senin vücudun bir  tecellîgâhı  İlâhidir. Orada her an "O" yeni bir şa`ndadır. Her yaşantı anınla, etkileyiş sonucu tecellînin zuhûra gelmesi, bir olmaktadır. Yoksa, fizîk-biyolojik vücudun nasıl bir günah olabilir ki?.. “

Belli bazı görüşleri, bugün yeni dile getiriliyormuş zannedip, YENİYİ algılayabileceğini, yenilenilebileceğini düşünmek ham hayal. Günümüzde, bilim ile de erişilme aşamasına gelinen hakikâte, 60’lı yıllardan, tecellî hükmü ile, nasıl  bir noktadan / orijinden projeksiyon tutulduğunu görerek, “kökü atide olan maziyi müşahede edebilmek” ise büyük bir zevk, ayrıcalık ve farkındalık oluyor.

Sevgi, saygı ve tefekkürle kalınız.

 

 
 
İstanbul -26.06.2007
 http://sufizmveinsan.com