Adı
tam olarak konulamasa da, gündemden hiç düşmeyen bir
konu. Belki Onun gündeminden düşenler olabiliyor, zaten
yaptığından sual edilememesi sözkonusu. “Allah’a ermek”
demişiz adına. Her bir şeyin hakikatinde
potansiyel/bi’l-kuvve olarak sadece Allah’ın mevcut
olduğunu biliyoruz. Ama bu durum bizde-bilincimizde
(hani o biiznihi) açığa çıkmadıkça, Allah’a ait olanla
karşılaştığımızda yazılı-sözlü yahut fiilen, nasıl
anlamlandıracağız, bize ne ifade edecek o
görülen-duyulan?
Öncelikle, Allah Ehlinin, ki onların dilinde söyleyenin,
elinde tutanın Allah olduğunu duymuşuzdur, insanlığa
hakikate dair anlattıkları, ortaya koydukları veriler
acaba yine bize-beşere göre bir anlatım mı diye
düşünüyorum.
Öte
yandan, belli bir süreç olarak öncesi de olmakla
beraber, insan olmak üzere ilk adım, anne ve babadan
gelen birer damla sıvının döllenebilme başarısını
göstermesiyle atılıyor. Artık 120. günle de bildiğimiz
manada sisteme bi’l-fiil-ama fıtrî olarak dahil oluyor.
İstisnaların ise her zaman sistemle beraber var olabilme
özellikleri bilinir. Çünkü aynı özden kaynaklanıyorlar
ve birbirlerini yalanlamıyorlar. Zaten makul olanı şu
ki, sistemi var eden güç sistemin özünde mevcut. Konuyu
dağıtmadan devam edersek, döllenme aşamasından sonra
yaşama bir bebek, yeni bir insan armağan edecek o üreme
hücreleri, yiyip içtiklerimizden meydana geliyor. Tıpkı
bizim gibi, topraktan hücre olarak insanlığa
ulaşıyorlar.
Felsefenin de dönüp dolanıp takıldığı, durakladığı
nokta, insanın varlığı yani kendisini, ne olduğunu
anlama-bulma işini insan, yine kendisi ile yani kendisi
dediğimiz beyni-bilinci ile yapıyorsa, bu beyin olarak
gördüğümüzün ne olduğudur. Kendini anlama-tanıma
çabasında olan insan, bunu yine kendisi olarak ortada
olan beyni, düşünceleri, bilinci ile başarmaya
çalışıyor. Burada da iş epeyce zorlaşıyor.
Tasavvufta şöyle değinilmiş konuya Ehli tarafından : "Şu
yol ki Allah`dan kula gider, cümle saadet içinde
saadettir. O yol ki kuldan Allah`a gider, cümle dalâlet
içinde dalâlettir."
Döllenmiş olan o ilk-tek hücreden inşa edilen bedeni ile
dünyaya gelen bebek, bildiğimiz giriş-gelişme-sonuç
diyebileceğimiz dönemlerden geçerek belli yetişkinlik
düzeyine geliyor. Sonuç biziz, bizliğimiziz. Allaha
ermek (?) için nereden, nasıl yola çıktığımızı derûnî
bir düşünce ile görebiliyoruz değil mi? “Yoktan varolmuş
yoklar” tanımlaması boşuna yapılmıyor galiba insanlar
için.
Çok
mu şüpheci ve de ümitsiz bir görüntü sergiledim. Bir
hedef ve ona giden yol mevcut değil mi, ne dersiniz.
İnsan türünde, birimsel-vehmî benlik zannı ile Allah’tan
ayrı düşüldüğü noktada, fıtrî kulluk (namazda rükû yani,
belden aşağısı dik duran kısım sembolü) ile yapı anında
Allah kavramı ve varlığı bünyesinde öylesine eritiliyor
ki, bize ancak şunu düşünebilmek kalıyor; tek bir
varlık, tek bir boyut mevcutken, ayrılık ve gayrı
kavramı söz konusu değilken, olan her bir varyasyon,
ilimde, ilmen, ilmî olarak var. Varlığı yok. İlmî
olarak, sadece. “İlla Allah” yani ve “var” sonradan
ekleniyor.
Böyle
olunca, sisteme dair bir açıklama ile hafızalarımızı
yoklamamız gerekiyor. Yol, çıkış, Allah bünyesinde, bu
prensipler ışığında olmalı.
Varlığı teke indirip (tercihen tevhid denilebilir),
oluşumların sadece ve gerçekte ilimde olduğu idrak
edilince, ortada tek bir varlık ve onun mertebeleri
kalacaktır. İlahi/Mutlak varlığa ait
mertebeler-boyutlar. Zat, Sıfat, Esma, Ef’al mertebesi.
Vahid ve Kahhar olan varlık/mana, Sıfat mertebesinde
anlatılırken, bu boyutun tafsiliyle Esma mertebesi dile
getirilmiş oluyor. Sıfat mertebesinde tavsif edilen
vasıflar-özellikler ise tek bir Zatın vasıflarıdır, zata
ait olan vasıflardır. Esmanın, manaların birbirini
algılaması ile de otomatikman efal mertebesi varlık
buluyordu. O, Zatî ilmi ile dilediği manayı var eder ve
seyreder.
Tasavvuf ilmi, varlığı bu şekilde deşifre etmişken,
bugün o ilim, içerisinde kaynamakta olduğu varlık
kazanının kapağını çoktan üzerinden attı. Biyolojik
et-kemik bedenler ruh bedene, onlar ise nur yapıya
dönüştü adetâ. Rahmet ırmağına daldırılmışlar da, ancak
çıkmak nasip olan çıkabilecek bu sarhoşluk halinden.
Eski anlatımla hangi mertebe-boyut veya mana ele
alınırsa alınsın, Ahadiyyeti esas olduğu için, o boyutun
sınırı belirlenemeyeceği için, sınırsız, çok yönlü bir
algılamaya zorlanıyordu idraklar. Şimdi olay netleşti ve
tek bir boyutun geçerliliği anlaşılıyor. Tek bir boyut =
ESMA. Ötesi yok, hiç.
“Yef’alü ma yürîd”. ( O dilediğini yapar). Özne(fail),
Allah. Yüklem, yapar(fiili ortaya koyar). Ne-neyi,
dilediğini. Bir cümlede, özne, yüklem,
belirtili-belirtisiz nesne, dolaylı tümleç (mekan-zaman
anlamında), ve mahiyet bildiren edat bulunur. Şimdi,
sınırsızlık esas olunca özne, nerede, neyi, hangi
vasıfla, ne aracılığı veya ne üzerinde yapacaktır.
Bizatihi varlığının sınırı yok ki diğer öğelerini nereye
sığdıracağız cümlenin.
Evet böylelikle elde tek bir boyut kalmış oluyor. Madde
manadır, mana maddedir. Balçık anlayışından hücreye
sıçrandı, şimdi hücre algılaması da iptal oluyor. Tek
bir boyut olan ESMA = STRİNG boyutunda, “her an yeni bir
şanda oluş” demek olan dönüşümler/dönüşler, tek bir
varlık bünyesinde ve ilmi olarak belli boyutlar,
lokalizasyonlar, yapılanmalar olarak tarif edilmiş,
anlatılmış Din kapsamında. Arş, kürsi, semavat
yapılanmaları,Ef’al mertebesi, Sıfat mertebesi
anlatımları arkasındaki boyutlar/idrak düzeyleri, hep bu
ESMA(STRİNGLER) deki dönüşümlerden ibaret, başı ve sonu
olmayan bir şekilde.
İnsan
olarak bizler için ise, bir varlığımız olmaması
hasebiyle, ilmî var oluş yani seyirde, bu ilmî bünyede,
idrakı oluştuğu anda olayın, yaşamı da fiile
çıkabilecekse eğer ilme dönüşecek ve bu ilim ile başka
koku alınmayacaktır. İmam Gazali’nin de
Mişkatü’l-Envar’ında dediği gibi; “onların “bu gün mülk
kimindir? Vahid ve Kahhar olan Allah’ın” hitabını
duymaları için kıyametin kopması gerekmez, onlar bunu
dünyadayken yaşarlar”
Sevgi
ve saygılarımla. |