Savaş Eren
 

Bugün   AHMED   O

Ama  dünkü  Ahmed  değil

Bugün   ANKA   burada

Ama hücrelerden örülü duvar değil..

Balçıktan yani hücresel yapılı olarak , yeryüzünde meydana gelmiş İNSAN.. Hücre, hücrelerden oluşmuş beyin, beynin fonksiyonları ve de beden aracılığı ile, beş duyuya hitap eder bir şekilde somutlaşıp açığa çıkarken; çıktısı olarak kişilik bilincini oluşturuyor. Bizler bunu beş duyumuzla algılayamasak da, yaşam sürecinde bir şekilde ve mecburen kabullenmişiz. Avamî anlamdaki yaşam böylesine bir vurdumduymazlıkla ve Allah’a emanet şekilde var zaten. Devam ediyorum; beyin de çıktısı olduğu  esma alemi denilen ,salt -(data)-enerji (string) boyutunun bizatihi kendisi olarak var. Bu aşamada insan türü bu düzeyi manalar alemi olarak algılamakla beraber, ana rahminden dünyaya  gözümüzü açtığımızda kendimizi içinde bulduğumuz  “BEYİN” , bu  Esma/String aleminin dönüşümleri sonucu bize birimsel bir yaşamı tezgahlarken, derûnunda,  e s m a yı   dahi dilediği gibi  ilminde  vareden, seyreden,  h i ç lik diye ifade edilen   ZATI   GİZliyor. Çünkü,  TEK  bölünmez bir yapı söz konusu.

Beyindeki her bir HÜCRE mana ihtiva eder denilirken, gerçek şu ki; hücre MANA denilen şeyin ta kendisidir. Artık biliyoruz ki  madde  alemi  ile  maneviyat  alemi aynı  TEK  şeydir. Beynin çalışma sisteminde ise, anlamlar-manalar, hücre bazında oluşur. Beyin, tıpkı  “ Cd. Player ” ‘ daki  “GÖZ”  gibi, hücre (nin işlevi) eli ile, boyutsal, alt-öz katmanlarına ait manaları genel faaliyet alanına taşıyor. Mikro dalga faaliyetine başlaması ile, bildiğimiz manada  SİSTEME  dahil olup, birimsel anlamda  İNSAN  adını alan  BEYİN, halihazırdaki mikrodalga faaliyeti olan işlerliğine, yine bu faaliyet özelliğine sahip olan, en küçük birimi-zerresi olan hücreyi-nöronu, bir nevi  “GÖZ” ( plağı okuyan iğne..) gibi kullanarak anlamları-manaları,  “faal”  alanına dahil ediyor, katıyor. Daha sonraki aşamada ise, bu “GÖZ” ile  “kırpma”  şeklinde bir benzetme yapabileceğim yani  “ NÖRON ” ‘ daki   “ çakma ”   faaliyeti ile, “ aldığı ”  bu  manayı, zaten öncelikle bir insan türü oluşu yani genetik formasyon, sonra astrolojik programlama dolayısıyla, orijinal haline nisbeten, örtülmüş, bürünülmüş, artı olarak bir de  “ beyindeki  ÜST  YAPI  olan kişilik bilinci “  düzeyinde bu manayı tanıma-tanımlama yoluna gidiyor  (ki başka çaresi de yok).  Böylelikle  YENİ  gelen, eskilere (veri tabanına)  “  linkleniyor  ”  ve  iyice tanınmaz hale geliyor. Kişi, dünyasında  bu şekilde, derûnundan gelenlerle varlığını devam ettiriyor. Fıtrî  KULLUK  yerine gelmiş oluyor, birim ise,  bu mekanizmada  HAL  DUASI  ile, dünyasının, derûnundan gelen  YARDIM  ile  ancak varlığını devam ettirebileceğini itiraf ediyor. Ve bu fıtrî döngü böylesine sürüp gidiyor. Bu açmazdan, kısır döngüden çıkışın, tek yolu ise “HAKİKAT” ve de onun  “İLMİ”  şeklinde insanlığa reçetelenmiştir  “öz sahipleri “  tarafından.

Burada anlatmaya çalıştığım olay , “beynin içten aldıkları” diye bilinir. ” Dıştan alınanlar ”da  ise belli bir  YÖNLENME, kapsamında “ayna nöronlar “ ın   rolü devreye giriyor.

Hücrelerden-zerrelerden (hücre kelimesine özellikle “zerre” manasını yüklüyorum)  oluşmuş beynin,  hakikatinden, hücresel faaliyet eli ile  manaların, bilincine   TAŞMASI-ulaşması    sürecinde, eğer ki  özü olan zata tam bir ayna olma hali söz konusu değilse, o mahalde (beyinde)   bu  ÖZ  (den alınanlar), zaten örtülmüş, hayalî sûretlere dönüşmüş, girişim modelleri ile tanınmaz hale gelmiş oluyor.

Bu arada,  “  ilâhî  hüviyyetin  aşikâr  olduğu  mahal ”  den,  (ki Rasûlullah Aleyhisselam başta olmak üzere, salavat işlevi ile ona yönlenmek bu konu ile ilgilidir), kişinin beynine yönlenecek bilgi yüklü dalgalar, yukarıda anlatma girişiminde bulunduğum mekanizmaya  bir  yerinden   dahil olarak, mevcut örtülülük hükmü üzere olan gidişatı, bozma, açma şeklinde bir etki yapacaktır. Söz konusu olan MAHAL, asgari düzeyde kendini bilme-velayet halini haiz olmalıdır. Daha geniş yelpazede ise, bu ilişkide (yusallûne) ortaya koyulabilecek düzey karşılıklı doğru orantılıdır. İlim Şehri  Rasûlullah  Aleyhisselâm’ın,  bu konuya şöyle bir işaretleri var; “ Köylerde (küçük yerleşim yerlerinde) oturmayın, büyük şehirlerde ikamet edin “.  Tabii bu, kişinin istidadı ve kabiliyeti dediğimiz kolaylaştırma mekanizmasıyla da paralel çalışan bir sistem ile mümkündür. (İstidat : alış , kavrayış ,güç yetirebilme, anlamındaki manevî kâbiliyettir ). İstidat-kabiliyet, dolayısıyla ilmi değerlendirme ve yaşama yönünde faaliyet  yok ise  bu bahsettiğim etki ulaşmaz kişiye, hasbelkader ulaşsa da, taş üzerine yağan yağmur gibi akar, kayar gider. Yaşam   dediğimiz,  kesinlikle,  bugün  bakkal  m e m e t   e f e n d i n i n  dahi kendisini konuya bir şekilde dahil ettiği,  z i y â desiyle  ulu orta her yerde  konuşulduğu  ve  de  ZANnedildiği gibi ,  “ S A D E C E ”   nübüvvet yönlü ortaya konulmuş olan ibadetler ve tarikat düzeyindeki çalışmalar dahi değildir. Bunlarsız olur değil, s a d e c e   bunlarla olmaz. Sistemi hiçbir akıl sahibi reddedemez. Ayrıca ince bir konu daha var burada, o da şu;  Nebi ve Rasul oluşu yanında,  Hz.   Muhammed ’  in   çok  çok  yukarılarda,   “ ABDUHÛ = İlahî Hüviyete Kulluk ”  vasfı  vardır. Allah, sistemden, alemlerden ötede bir tanrı değil. Amma, Allah da, sadece  sistem ve alemler de değil..Bu  istidat-kabiliyet ,   getirisi olan ilmi değerlendirme   ve   gerçek  manada  ve yoğun şekilde yaşam gayesi olarak konuyu   şiar  edinmiş olma  hali  varsa, bu sefer de  varlıkta ilâhî hüviyeti ihraz eden  AYNA  mahalle varlığı teslim etmedikçe,  tam manada  gaye hasıl olmaz.  Başkaca yolu yok. Çünkü, Allah Sisteminde-Sünnetullah’ ta değişiklik olmaz. Yukarda anlatmaya çalıştığım sistem-mekanizma,  U l û h i y e t   mertebesinden kaynaklanan bir şekilde var ve öylece işliyor, hayâlî dişli ise yok. Kişilerin hevâsında ittihaz ettikleri, zannî-hayâli  ilah, bu mekanizmada işlemez-sökmez, bir sivri sineğin kanadını dahi yerinden oynatamaz. Dolayısıyla  YOL  odur ki , ALLAH’ tan , ALLAH’ la  ve  ALLAH’ a  ola. Bu ise  “ yusallûne =  özden gelen bilginin, bilinçte açığa çıkması için oluşan işlev “ olarak tarif ve tavsif edilmiştir.

İşlev, aynı işlevdir. Öze ait olanın, bilinçte olabildiği kadarı ile, ORİJİNAL hali ile aşikare çıkarılabilmesidir gaye. Bu etkileşim, son derece enteresan, orijinal, ve sır ihtiva eden bir olaydır.

Dolayısıyla, bu bağlamda  hücrenin şuurundan, yapısal özelliklerinden, duygularından haberdar olmadığımızı söyleyebiliriz.

Bilelim ki şuurumuzu örten, bilincimizi örten, en büyük perdeler; Kelimeler, kelimelerin suretleri, o kelimelerin hayalimizde meydana getirdiği imajlardır!.. Biz o imajları gerçek sanarak, onların arkasındaki mutlak gerçeklerden   perdeli   olarak yaşıyoruz.

Oysa çeşitli mertebeler veya alemler, gerçekte TEK  BİR  alemdir!..Algılanması   i s t e n i l i ş i n e    ve de  özelliğine  GÖRE, detayların farkettirilmesi  amacıyla, değişik isimlerle adlandırılmışlardır.

İlahi  ZATA – hüviyete  ait olan, o orijin özellikler, beyin-bilinç-beden şeklinde, tarafımızdan sanki yoğunlaşmış, somutlaşmış bir şekilde,  hissediliyor, tanınıyor, algılanıyor;  genellikle de sahiplenilip  üzerine   binilerek  belli bir yaşam şeklinde koşturmaca başlıyor ve bu ahval ile de  kayıtlanılıyor. Böyle olunca da artık tanınmaz bir hal almış oluyor.

Bu satırlar,  Üstad  Seyyîd   Ahmed  Hulusi’nin  eserlerinden  istifade ile ,   Evliyaullahın yaşadığı ortaya koyduğu dinin derûnî yönü üzerine, sadece bir sesli düşünme ve paylaşma çalışmasından öte herhangi bir şey değildir. Zira Allah ötede olmaması hasebiyle, yine herkes özüne dönecek ve elverirse bu işi  “O”rada  bitirecektir; tabii,   o  öz   bunu,  hükmü  ile  takdir  etmiş ve   istidat-kabiliyet  denilen   kolaylaştırılma  mekanizması ile  müyesser kılmış ise.

Şimdi, düşünmeye devam ediyoruz, her ne kadar ilk bakışta göreceli bir kavram olarak algılanabilecekse de, vermek istediğim anlam başka. Şöyle ki, son derece güçlü olduğunu bildiğimiz ses veya bir ışık, bizim ise ancak algılama sistemimizin sınır ve kayıtları ile aslında içimizde olmasına rağmen dışımızda sandığımız ve bir de girip içinde yaşadığımızı zannettiğimiz odaya pardon ortama, ” o ses ve ışık kaynağı olarak bizatihi ” yaklaşır ve de ortamımızda tüm varlığı ve boyutları ile yer alırsa, bu sefer, onun zaten tezahürleri-yansımaları  şeklinde oluştuğunu da ayrıca bildiğimiz  diğer ses ve ışıklar, kaynağın burada oluşu ve güçlü ortaya çıkışı ile, hükümlerini yitirecekler, varlıklarını kaybedecekler, sesleri kesilecek, ışıkları sönecek, ortama ışık ve ses verdiklerini  zannederek  onları astığımız-kayıtladığımız  mahallerden kayıp düşeceklerdir. Zira varlıkları Türk varlığına pardon, kaynağın-gücün varlığına armağan-iade olmuştur.

Varlıkların  O’nun varlığında yok oluşları, belli düzeye kadar kabul edilen boyutları-algılama katmanları itibariyledir. Yok oluşlarının bittiği nokta, bir başka hakikatle  VAR  oldukları yani, onun varlığı ile varoluşlarının başladığı düzeydir. Buraya kadarı hayaldir. Varlıkların  O’nun  varlığı ile  BİR  oluşu, DAİMÎ-ELÂN  var oluşları, “O”nların  çokluk hükmünü kabul etmeyen  HÜVİYETLERİ  yönüyledir. Bu olay, kaynağın mekansal uzaklığı ve ya yakınlaşması değildir. Algılayanlardaki algılama özelliği ve kapasitesiyle ilgilidir. Neticede , o  öz  ,  “ SİSTEM ”  sahnesinde bir beyin-beden şeklinde izleyicilere zahir oluyor, ama  izleyiciler de  sahneye davet-dahil  edildikleri noktada, oyun-senaryo da, yazan da  hatta sahnede rol almış olsa bile gözden kaçırılıyor.

Peki, ya asırlardır insan türünün seçkinlerinin, Miraclarını yaptıkları  o mi’racın hakikati, bugün canlanıp, buraya, muhteşem bir derinlik  ve  düşünsel faaliyet şeklinde, beyinlere-düşünce dünyasına bizathî  nüzûl   etmiş ise. Elbette ki asırlardır, tespit ederek ve de keşif, fetih, his yollu  bunun yaşamını  ortaya koyanların hepsinin  sırrı kudsîdir. Ama bu hakikat, hiç bu kadar  ilmen  zahir  olmamışsa..BUGÜN , o  ekmel-tamamlanmış   olan  din ,   aynı kemalat ile  zahiren  ve de  “ ilmen ” ortaya çıkıyorsa..Bu bir fikir, sadece bir tez değil; bilakis, asırların birikimi veri tabanı olan eserler,  yaşanmışlıklar  ve dev şahsiyetler ile beraberinde    isabatı – sağlaması     ile mevcut. DAVET-İ  TAM  yapıldı, EKMEL  DİN, TAMAMLANARAK   TEBLİĞ  edildi. Şimdi ise  tam zuhur  demek olan    “”ıklama  ile ,   “yeni”leyici  eli ile ,  YENİ  =  ORİJİN  =  HÜVİYET  ,    EL-YEVM ’  de     kendisini  ilmen  zahir   kılıyor. (O , “ Külle YEVMin Huve fî şe’n “ dir. Ve yine O , “ Huve’l-Evvelü, ve’l-Ahiru ve’z-Zahiru ve’l-Batın”dır.” )

Burada bize düşen ise,    “ Şehid  olan Allah’ ın  =  O Hüviyetin zahir oluşuna “    şahid  olabilmek belki..

Bundan büyük saadet mi olur?  Saadet ilahî olmazsa hiç saadet mi olur ? İlahî saadeti , “ sistem ”  perdesi kalkınca, ahretlerindeki cennetlerinde bulacaklarını sananların hali nice olur..

O ”ysa   bu kapı ümitsizlik kapısı değil, neden, çünkü, ümitsizlik kelimesinin arkasındaki ahval,yani üst boyutlara geçişi  engelleyecek   maddî / fiilî   daha önemlisi  manevî  engelleri / değer  yargılarını, hatta bunlar   ile  varolan  ve de bunların varlığını kendisine dayandırdığı vehmî benlik hissini dahi  orijin olan hükümleri  ile yok edecek demeyelim DÖNÜŞTÜRECEK  veya  o mahalde  zahir  edecek  tüm bu kapsamı ihraz eden,  o ilahî hükümler  yalnız bu kapıdadır. Söyleyen , Hz. MUAHAMMED Aleyhisselam  yoluna  kul-köle  olmaktan öte bir vasfı olmadığını son tahlilde itiraf etmiş olan Mevlana Celaleddîn.. Mevlana  mazharında    zuhur  eden ise  o  muhammedî  ( meşreb )   ŞEMS-İ TEBRİZİ’ dir.

Çoğunlukla zuhur mahalli  görülür / bilinir de,  ZAHİR  olan idrak edilemez. Bu yüzdendir ki Mevlana türbesi ekser ziyaretçiyi kendisinde toplarken, ŞEMS ‘ten  ve  bir   nefeslik mesafedeki türbesinden haberdar bile olunmaz. Oysa  Şems-i Tebrizî  bu topraklara, imzasını  Mevlana Celâleddin  olarak atarak  gerçekte hiç dahil bile  olmadığı şu dünyadan ayrılmıştır. Evet,  toprağa münasebeti olmayan  O  CELAL  SAHİBİNİN   imzasını   M e v l a n a    mazharında atması pek tabiidir.

ŞEMS, Mevlana’ya  bütün  kitapları terk ettirmişti değil mi ? Ama bu sefer terk ettiremiyor-ettirmiyor; ve olayın azameti bir türlü anlaşılamıyor.

Şimdi,  peygamber bugün yaşasaydı ne güzel olurdu lakırdılarını bir kenara bırakıp, RASÛLULLLAH ’ ın  şu  AN  nasıl yaşamakta olduğuna bakalım. Ama önce bir yol tarifi alalım. Bu  YOL , “ Sen , beni göremezsin..”  hitabına muhatap olanların yolu değil ,  “  O , ne yahudi , ne nasara idi , müşriklerden de değildi, İslam idi..”  övgüsüne mazhar olanların ve de  “ ne  yana  dönersen O’nun  VECHİni görürsün..”  düzeyini izhar edip dillendirenlerin yoludur.

Şimdi, Rasûlullah buyuruyor ki :  “ Ben kendimden önceki resül ve nebilerden farklı ve kamil manada o kadar kapsamlı ve net izahlarda bulundum ki, benden sonra, geçmiş ümmetlerdeki AÇIK  ŞİRK, benden sonra kalmayacaktır. Ama benim ümmetim için korktuğum  GİZLİ  ŞİRKtir. ” Ve yine şöyle izah ediyor  “ Ya Eba Bekr, şirk sizde, kapkaranlık bir gecede,  ayın ve yıldızların da ışığı yokken, kara bir taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak izinden gizlidir. ”

Rasûlullah bir uyarısında da şöyle diyor : “ Soyumdan gelecek Mehdî çıktığı zaman diyecek ki : “ Ey insanlar, size unuttuğunuz    A L L A H  ’ ı    hatırlatıyorum  “  .   Öyle ya da böyle,  vermeyince mabûd, ne yapsın mahmud ..Kişi kendisi, anlayıp, yaşayıp, ermedikçe maksûduna,  ne fayda,  zira  ilk mektep çocukları dahi öğrendi  ki artık;  “ Kızım Fatma , Kalk namaza , babam nebi diye güvenme ..” diyen   HZ. MUHAMMED ’ in dizinin dibinde olsan ne yazar..Öbür taraftan yüzünü hiç görmeyen Eflatun’ lar,  Veysel Karanî ’ ler  çoğuna fark atar..Öyleyse biz farkın farkında olalım.

Peki,  Hateme’n-Nebî olmasına rağmen  Hz.Muhammed, onun tebliğ ettiği  KUR’AN  ve SÜNNET, yine kendi ifadeleriyle  GİZLİ  ŞİRKi  neden ortadan kaldıramıyor ? Kur’an’da, iman ehline hitaben neden  “..Ey iman edenler , iman ediniz Allah’a (…Billahi…)  “ uyarısı yapılıyor ?  “ Gördün mü o kişiyi ki , kendi hevasını-düşüncesindekini ilah edinmiş”  şeklinde tarif edilenler kimler ?

Kur’an’da ,Nebi ve Resul kelimeleri ile belirtilen zevat dışında, “İlim sahipleri, öz sahipleri, akıl sahipleri..”  şeklinde tarif edilen bir zümre vardır ki ,   “bilmediklerinizi onlardan sorun..”  denilerek, insanlar onlara yönlendirilirler.

Rasûlullah yine açıklamalarında şöyle açığa kavuşturur olayı :  “ Benim Ümmetim’in alimleri  (yok yok öyle değil, Kur’an tabiriyle   “…bilgi-kitap yüklü eşekler  “  değil  bu  alimler…)   Benî İsrail Peygamberlerinden  üstündür. “    “ Benden sonra Nebi gelmeyecek, nübüvvet benim ile hatmolundu,  fakat benim varislerim alimlerdir.“   “ Dünyanın ahvali her asırda değişir,  o günün şartlarına ve anlayışına göre dini  TECDÎD  edecek - o günkü anlayışa - asrın idrakına  dini izah edecek  MÜCEDDÎD – YENİLEYİCİ ‘ ler   ba’seder - gönderir Allah..”

Mesele çok açık ,  bir ilim devi  ( Prof. Dr. ??? )   Müderris  Celaleddin’i ,   MEVLANA ‘ ya dönüştüren ,   ŞEMS-İ  TEBRİZî ’  dir.

Bilginin  öğrenilip, anlaşılmasıyla  AÇIK ŞİRK  ortadan kalkar..Gel gör ki, bu ilmin yakîn  düzeyinde idrak edilmesi, sonra kişinin bünyesinde yaşanması, ta ki   “ İbadet-kulluk et ,  Rabbine  YAKÎN  gelene kadar “  ayetiyle işaret edildiği üzere   “EL-YAKÎN”  yani ,   ilim  ile  idrakında  başlayan yakinin,  hakke’l-yakin bir şekilde bünyede tahakkuk etmesi, ancak o halin zahir olduğu mahalle ( ..ki bu iş Batınî yön ile , tenzihle falan olmaz, çağdaşlık zırvaları da sökmez  zira  guruların  etekleri dibinde, ayaklarını öpmeler falan...ne çirkin , ne acı fenomenler..izliyoruz !.. )   varlığı  TEKe    teslim etmedikçe  o l u ş m a z .

Hz. Musa bile,  HIZIR ’ a   tabi olma talebini ortaya koydu, belli düzeyden münezzeh olmakla da beraber, HIZIR Aleyhisselam   ile   MAİYYETE   istidadı  elvermedi. (Kehf suresi : 60-83.ayetler arası )

Bu  İSTİDAT ,  İlahî  Hüviyetten ,  Kula uzanan, zaman, mekan ve adeta tüm boyutlardan mücerred, onları delip   geçen – dikey -  celâlî   mahiyette,  öyle bir mekanizma  ile  oluşuyor ki kula ulaşan   nüzûl  ile kulu ulaştıran   urûc   bir ve aynı oluyor.

“ RUH ve Melaikenin tenezzülü “  ( Kadr:4.ayet )   ve   “ RUH ve Melaikenin urûcu “ (Mearic:4.ayet )  ,   sonuçta   rableri  (hükmünün)      izni    ile olacaktır. “ RAB” lerin (rubûbiyet mertebesi)  hüküm sürdüğü yaşam boyutu algılamasında da, her bir birimin bir diğerini daima etkiler halde oluşu,  birbirleri üzerindeki   “ TESİR ” leri,  biribirleri üzerinde  hüküm-hükmünü  icra etmesi, o birimin rabbinin = esma terkibinin ,   “ zerre  boyutunda ”   RABBÜ’L ALEMÎNDEN    “ ALDIKLARI    kuvve, kapsam  miktarınca olacaktır. Bu alış ise  “ kabul ediş hükmü ” anlamında ki    “ İSTİDAT ”   gerçeğidir ki, “birimliği” (rubûbiyeti, terkibiyet hükmü) ,   hayal içinde hayal içinde hayal  sonucu  tezahür etmiş  olmasına rağmen, hayaldekinin,   “ ilminde hayal edene “     “ RÜCÛ “   edişi,  ona,  istidadı  olarak  bizatihi    ve  de    O   boyuttan    bilfiil  elverilmesiyle   GERÇEKleşecektir. Yani, iki deniz,  NÜZÛL ve URÛC   ,GERÇEK ve HAYÂL , RABBin  NAMAZInın    “  RÜKÛSU  “   sonucu   GERÇEĞİN       KENDİSİ    olarak   birleşecektir.

Ama  öyle yağma yook ,  “  Allah’ ı   ilk   tecellide  “   tanımak  lazım,  değil mi ?  Yoksa hani  o elan  var olan,  burada belli bir hale atfen    “ sonradan görme “    hükmünü verdiği gib ,  “sonradan tanıma”  gibi bir hüküm verir de, bu da makbul olmazsa diyorum..

Sevgi, saygı  ve  tefekkür ile kalınız.

 

 
 
İstanbul -05.06.2007
 http://sufizmveinsan.com