Bazı alıntılar da yaparak dile getireceğim görüşlerin,
nasıl değerlendirileceğini çok merak ediyorum. Bu
merak-mizaç diyelim- beni bunları yazmaya sevk etti. Tüm
mevcûdatı her daim sevk ve idare eden, irade karşısında
zaten boynumuz kıldan ince. Ama bunlardan da ustalıkla
sıyrılabildikten sonra, “sırf paylaşım” gayesi-niyeti
ile başlıyorum.
Hazreti Rasulullah’ ın adı altındaki O irade ile,
asırlar asırlar boyu zamanımıza ulaşmış bulunan HAKİKÂT
İLMİ, bugün öyle bir zirve yapmıştır ki, nasıl bir nimet
içerisinde yüzdüğümüzü, kendi adıma söylüyorum, pek
değerlendiremiyoruz galiba.
“Evliyaullah arasındaki mertebe farkının, yakîn ve
tefekkür farkından kaynaklandığı “
şeklindeki Ehlinin uyarısı dikkâte alınınca, konunun
önemi iyice ortaya çıkıyor sanırım. Elden geldiğince “BU
İLİM” ışığında değerlendirme yapmaya çalışırsak;
meseleyi tek yönlü veya birkaç yönü ile ele alıp başka
bazı yönlerini gözden kaçırmadan, “çok boyutlu tek
kare resim” benzetmesinin “ruhunda” olduğu
gibi; mümkün oldukça, “bu ilmin” getirisi olabilecek bir
şekilde, çok yönlü, hatta tüm yönleriyle konuya (ALLAH’
a), yönelebilecek şekilde bir “tefekkür
mekanizmasıyla” işe koyulma zarureti ortaya çıkar.
Bu nasıl gerçekleşecek? Din ile. Peki, DİN nedir?
“ Din, ilâhi hükümler bütünüdür. Ancak, ilâhi dediğimiz
zaman, burada terkip söz konusu değildir!..Çünkü ilâhi
hükümler bütünü, neticede, ilâhi ahlâkla “Allah’ın
ahlâkıyla” ahlâklanmaya yol açar! Nitekim, “Din
nedir?” sualine, “Din mekârimi ahlâktır”, ahlâkın
mekârimidir, yâni tam kemâle ermiş hâlidir, yâni “Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmaktır” denerek cevap verilmiştir.
Bu ilâhi hükümler , dört yönde mütalâa edilebilir:
1 )
Kişinin
bedensel tabiatına yönelik ilâhi hükümler...
2 ) Terkibiyetine
yönelik ilâhi hükümler...
3 ) Nefsinin hakikâtini
bilmeye yönelik ilâhi hükümler...
4 ) Zâtını
bilmeye yönelik ilâhi hükümler...Bunlardan dördüncüsü,
sadece Ümmeti Muhammed’e, yâni Hz. Muhammed
Aleyhi’s-selâm’ın ümmetine gelmiş hükümlerdir!...Bu
lütfa mazhar olmuş kişiler, Hz. Muhammed’in
ümmetidir!.. Daha önceki hükümlerse diğer Nebî ve
Rasûllerde varolan kemâlâttır!..
Bir kişi, bedeninin tabiatından kurtulma
istikametinde belli çalışmalar yaparak ; tabiatının
hükmünden çıkmak için birtakım çabalarda bulunur...Bu
onu, kendi tabiatını değiştirme yolunda, belli
çalışmalara götürür ve bunun neticesine erdirir; ama bu
kişi, hiçbir zaman ilâhi hakikâti bulamaz, bilemez ve bu
kişi cehennemde olur ister istemez!..
Çünkü bir kere; dinin getirdiği, sadece tabiata yönelik
çalışmalar mıdır, değil midir, burayı araştırmak
lâzım!..
İkinci
olarak terkibe yönelik dedik...Terkibe yönelik
hükümler; ilâhi ahlâkla ahlâklanmaya yönelik
çalışmalardır...Yâni
Allah’ın ahlâkıyla!..
Sendeki ahlâk, çeşitli ilâhi isimlerin, varlığını
meydana getirmesiyle oluşmuş olan bir terkipsel
ahlâktır!..Ama bu isimler , senin varlığında birleşmiş
hâliyle , senin rabbın hükmündedir ve sen rabbının
hükmünden dışarı çıkamazsın...Normal yaşantın
itibariyle!..
Senin mevcùdiyetine meydana getiren bu isimler, sürekli,
seni “belli bir görüş” üzerinde muhafaza eder!..
Halbuki ise sen ilâhi ahlâk ile ahlâklanmaya başladığın
zaman, daha evvelki yaşantında mevcut olan duyguların,
düşüncelerin, idrâkin değişmeye başlar!..Görüşün
gelişmeye başlar ve açılır!...Bu ilâhi hükümler olmadan,
bulunamaz-bilinemez!.. Ancak ilâhi hükümlerin
bildirilmesiyle bu bilinir, anlaşılır!..
Nefsin hakikâtini anlamaya
yönelik hükümler; varlığın hakikâtiyle özdeşleşmek
değildir!..
Yâni, “bütün bu âlemde
mevcut olan ilâhi kuvvetler, birtakım tabîi kuvvetler,
benim varlığımı meydana getiren kuvvetlerdir; öyleyse
benim aslım ve hakikâtim ve kâinatın aslı ve hakikâtiyle
aynıdır” gibisinden bir biliş , belli bir
felsefi araştırma sonunda
oluşur ama bu oluşma hiçbir zaman nefsin hakikâtini
bulma değildir!..
Çünkü bu türden bir bulma, efal mertebesinde nefsin
hakikâtini bulmadır!..Kâinat içindeki kendini buluş,
kâinatla kendini özdeşleştiriş, evren bilinciyle kendini
özdeşleştiriş, nefsin hakikâtini ef’âl mertebesinden
buluştur!..
Halbuki nefsin hakikâtini, sıfat mertebesinden bulmak
gerekir...
Bu da ancak ve ancak gene İlâhi Din olan , İslâm’ın
hükümleriyle bilinebilir-bulunabilir ve yaşanabilir..
Nihayet “Zâtının hakikâtini bulma” ,
dedik!..Zâtının hakikâtini bulabilme hâli de yine Hz.
Muhammed’in ortaya koyduğu, ilâhi hükümler
doğrultusunda, tebliğ ettiği hakikâtlere dayanır!.. “
Üstad Ahmed Hulusi’ nin, İnsan ve Sırları
isimli kitabından, özet şeklinde yaptığım alıntıdan
sonra, konuya çok yönlü bir şekilde eğilmenin neden çok
önemli olduğunu anladığım kadarıyla izah edebilmek için
örnek vermek istiyorum.
Veli olduğu bilinen
Bediüzzaman Said Nursi, bir eserinde şöyle der:
“Gençlik yıllarımda
idim, bir gün, yakaza halinde-uyku ile uyanıklık arası
bir halde iken, şöyle bir şey müşahede ettim:”Rical-i
Gayb toplantısı varmış, yaklaştım ve oraya-o odaya
girmek istedim, bana denildi ki; “Genç, sen eşikte dur,
içeri girme, sana müsaade o kadardır” Dünyada olacak
işler ile ilgili kararlar alındı-konuşuldu ve bana da
denildi ki; “Senin bulunduğun bölgede falan zamanda bir
sel felaketi olacak. Sen bu felaketten falan adamı
kurtarabilir misin?” Evet, yapabilirim dedim. Ve
gerçekten de o tarih gelince bu sel felaketi oldu ve ben
de o adamı kurtardım”
313’ lerden bir Veli olup,
Ricali Gayb’ ın icra organında görevli olduğu dile
getirilen Said Nursi’ nin, eserlerinde özetle yine
mesela şu tip ifadeler yer alır:
“ Muhyiddin Arabi Hazretleri, şu şu konularda
(genellikle vahdeti vücud ile ilgili konularda
geçiyor..) yanılmıştır..Biz, bu meselelerin doğrusunu
anlatalım, açık seçik izah edelim..”
Ricali Gayb kavramı ve sistematiği öncelikle ele
alınması gereken bir konu. Öbür yandan Muhyiddin Arabi
dörtlerden-dört kutuptan biri olan yüksek düzeyde bir
Velidir. Said Nursi’ nin, kendi konumuna, yukarda
anlattığı, düşündürücü olan, gençlik yıllarındaki
müşahedesine ve yine Muhyiddin Arabi’nin de bilinen
durumuna rağmen, bu ifadeleri, dikkât çekicidir..
Yine Said Nursi
eserlerinde,
“İmam Gazali Hazretleri’nin kendisine manevi anlamda
yardım edip, kendisini irşad ettiğini söyler. Abdülkadir
Geylani Hazretleri’ nin ve yine Hz. Ali’ nin de manevi
yardımlarını gördüğünü söyler.” Ve ilave eder; “ Onlar
şu zamanda yaşasalardı, Risale-i Nur yolunda hizmette
olurlardı.”
Şimdi, aslında bu meselenin, çetin ve hassas bir mesele
olmasına rağmen, konumuza çok güzel ve net bir örnek
teşkil etmesi, bu zatı muhteremi satırlar arasına çekti.
Mesele açık şekilde şu oluyor: O, zamanında takipçileri
bulunmasından rahatsız olmamış, bundan son derece memnun
olmuş ve daha önemlisi ve hayati tehlike arz edeni ise,
etrafındakileri çok yönlü bir şekilde İslam’ı anlamaya
teşvik etmemiş, edememiştir. Ricali Gayb olgusuna bir
şekilde vakıf olmuş, ama buradaki düzeyleri
değerlendirememiştir. Allah’ a yönelmenin ve Allah
kavramını hakkıyla anlayarak yaşayabilmenin yolunun,
ayet ve hadisler bütünlüğü içerisinde ve de
Evliyaullah’ın her birisinin görüşlerinden,
eserlerinden, yaşamlarındaki örneklerden istifade ederek
ancak mümkün olabileceğini açıkça ortaya koyamamıştır.
Vahdet-Teklik açısından meseleye bakılınca, Said Nursi
adı altındaki, o zuhurun, ilmin düzeyi,
değerlendirebildiğimiz kadarıyla budur. Belli bir şahıs
olarak, onun hataları bu kapsamda ele alınırsa yine
yanılgıya düşeriz. Zira Velayet söz konusu. Ama ilim
penceresinden ise düzeyin tespit edilmesi lazım.
Özellikle konumuzla ilgili olarak, “tüm yönleri”
ile Din ilmine, dolayısıyla Allah’ a yönelinmezse,
muhakkak belli yerlerde, düzeylerde takılıp kalmak
kaçınılmaz olabiliyor. En azından, meselenin ilmi kamil
anlamda, sahih olarak ortaya koyulmuş olmalı ki,
istidadı ve kabiliyeti de müsait olan, doğru bir
şekilde girebildiği yolda hedefe ulaşabilsin.
Bu konu, Abdülkerim
Ciyli Hazretleri’ nin İnsan-ı Kamil adlı eserinde
özetle şöyle anlatılır:
“…Takip edilen usûlün tam olması şarttır. Özellikle
burada istidat önemlidir. Zira tabiatında değişiklik
olan, acıyı tatlı, ya da tatlıyı acı sanabilir. Bozuk
usûl takip eden de yine aynı şekilde yanılır. Kaldı ki
bir işin sıhhatli ve sağlam olması için, naklin sağlam
olması şarttır. Kemalli, olgun, yeterli durum ancak bu
yoldan elde edilebilir. Ayrıca önemli olan bir yön
kabiliyettir. Zira bunun hayal alemi ile bağlantısı
vardır. Demek ki bu kabiliyet denilen şartı başta saymak
gerekir. Çünkü özellikle bir cevher olması yönünden, ve
bu cevhere yer olabilme yönünden, hasılı kuvve için iki
şey vardır. Her iki halde de o iki şey, Kabiliyet ve
istidattır. Anlatılan kabiliyet tamsa, bunun ötesi
kolaydır artık zata geçilebilir. Şimdi işte bundan
sonra, istidat müsait, mizaç yerinde, gelen
bilgi tam; dolayısıyla kabiliyet müsait ise,
Zata yönelebiliyor ve hayal alemine yönelerek, alemlerin
aslında Hakk’a yola çıkıyor.”
Sevgi ve saygılarımla.
|