“Bugün Ahmed benim;Ama
dünkü Ahmed değil...
Bugün Anka benim ;
Ama yemle beslenen kuşcağız degil! “
Bu dizeler, nasıl bir yankı yapıyor gönüllerde bilemem; ama
mekânın ve zamanın kaybolduğu bir boyuttan sesleniyor gibi... Aklın pek erişemediği
bir yerlerden.. Mevlâna adıyla sesleniyor şuurlara, sonsuzluktan bir nefes taşıyor
sanki...
Biz, zamanla sınırlandığımız penceremizden, beş duyu ile
bakıp Mevlâna Celâleddin-i Rumî adını veriyoruz Ona... Bir de şu hayat hikâyesini
ögreniyoruz kayıtlardan :
30 Eylül 1207 (bazı kaynaklarda 1182) ‘de Belh’te (bugünkü
Afganistan’ın sınırlarında bir şehir) dünyaya gelir Muhammed Celâleddin...
Adına kendisini sevenlerce eklenen Mevlâna sıfatı,
aslında “Efendimiz” anlamındadır. Rumî ise, (Eskiden Anadolu yerine
kullanılan) Rum illerinden Konya ‘da uzun süre kaldığı için aldığı bir lakap...
Soylu ve kültürlü bir aileye mensuptur. Annesi Belh Emiri
Rükneddin ‘in kızı Mümine Hatun, Babası, Sultan-ül Ulema Muhammed Bahâeddin
Veled’dir. Bahâeddin Veled ‘in nesebi, Hz. Hüseyin ve Hz. Ebu Bekir ‘e
uzanmaktadır.
Çocuk denecek yaştayken, devrin büyük alim ve sûfîsi olan
babasının medrese derslerine devam eder. İlk mânevi terbiyesini ondan alır.
Moğol istilâsı nedeniyle, Sultan -ül Ulemâ, ailesi ve
dostlarıyla birlikte uzun bir yolculuğa çıkar. Belh’ten ayrılıp Kâbe’ye, oradan
da Konya ‘ya gelene kadar birçok yere uğranır, konaklanır. Buralarda, dönemin
ünlü mutasavvıflarıyla tanışılıp sohbetler edilir. Mevlâna için muazzam bir
yetişme vesilesidir bu ziyâretler...
Nişabur ‘da Şeyh Feridüddin-i Attar, sohbet sırasında,
Mevlâna ‘nin alnındaki kemâli görüp ona Esrarnâme adli eserini hediye eder,
babasına da “çok geçmeyecek ki, bu senin oğlun alemin yüreği yanıklarının
yüreğine ateşler salacaktır” der.
Hac dönüşü ugranan Şam ‘da da Muhyiddin -i Arâbi, Bahâeddin
Veled ‘in arkasında yürüyen Celâleddin ‘e bakarak; “Subhanallah! Bir okyanus,
bir denizin arkasında yürüyor...”demiştir.
Göç kervanıyla Şam ‘dan Malatya ‘ya, oradan Erzincan ‘a ve
Karaman ‘a uğranır. Karaman’da kalındığı süre içinde Mevlâna, babasının
isteği ile Hoca Şerâfeddin Lala’nın kızı Gevher Banu ile evlenir.
Aile, 1228 ‘de Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat’ın
daveti üzerine, ilim ve kültür merkezi olan Konya ‘ya gelip kendileri için
yaptırılan medreseye yerleşir.
Mevlâna1231 yılında Bahâeddin Veled’in vefâtıyla ilk
mürşidini kaybeder. Babasının vasiyeti, dostların ve halkın isteği ile Sultan-ül
Ulemâ ‘nın makâmına geçer. Bir yıl süren yalnızlıktan sonra, Bahâeddin Veled
‘in değerli halifesi Seyyid Burhâneddin’in terbiyesi altına girer. Seyyid
Burhâneddin, onun babası gibi hâl ehli olmasını ister. Mevlâna, bu Kâmil
mürşide tam bir teslimiyet ve samimiyetle bağlanıp dokuz yıl hizmet eder. Ağır
mücâhede ve riyâzatlara girer, sohbetlere devâm ederek olgunlaşır.
Yüksek ilimlerde daha da derinleşmek için Halep ‘e oradan da
Şam ‘a geçer. Burada dört yıl kalır, Şam’daki âlim ve sûfîlerle tanışıp
sohbet eder.
Rivâyetlere göre, Şems ile ilk karşılaşması burada olur.
Şems-i Tebrizi halkın içinde, elini yakalayıp öper ve ona : “Dünyanın
sarrafı, Beni anla!” diye hitâp ederek kaybolur. İşte bu karşılaşmadan
yaklaşık sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek, içli dışlı sohbetleri
başlayacaktır.
Bir gün Seyyid Burhâneddin Mevlâna ‘ya “akli, nakli ve
keşfi ilimlerde Nebi ve Velilerin parmakla gösterdigi eşi bulunmaz bir aslan
olduğunu” söyleyerek “onu artık insanların ruhunu, taze bir hayat ve
ölçülmez bir rahmete boğması, alemin ölülerini kendi mânâ aşkıyla
diriltmesi” için gönderir, kendisi de Konya’yı terk edip Kayseri ‘ye gider.
Birkaç yıl sonra da vefât eder.
Mevlâna, yine yalnız kalmıştır... Fakat, şeyhinin dediği
gibi, devrinde geçerli olan her türlü ilmi hazmetmiş, bunların dışında İran,
Hind, Arap edebiyat türlerini incelemiş, Rumcayı öğrenerek klasik Yunan
filozoflarının eserlerini okumuştur. Artık verdiği dersler, vaazlar ve fetvâlarla
insanları aydınlatma işini üstlenmiştir. Dört yüz talebesi ve on binden fazla
müridi vardır. Vaazlarını toplayan Mecalis-i Seba ( Yedi Meclis ) adlı eseri
bu sırada meydana gelir.
1244 yılının 25 ( ya da 29 ) Kasım günü hayatının dönüm
noktasıdır.
Atına binmiş evine dönerken, fakir kılıklı bir derviş
dizginlere yapışır. Derin, esrarlı bir hâli vardır. Keskin bakışlarını
Celâleddin ‘e diker ve şöyle haykırır:
“Ey, Belhli Bahâeddin oğlu, söyle! Hz. Muhammed mi
büyük, Bayezıd mı?”
“ Nasıl söz bu ?!.Tabii ki, Hz.Muhammed büyük! “
“ Ama, Hz. Muhammed Allah‘a ‘Ya Rabbi ! Seni tesbih ederim,
biz seni lâyık olduğun vech ile bilemedik. ‘ derken, Bayezıd ‘Ben Kendimi
tesbih ederim , benim şânım ne büyük!’ diyor?”
“Hz. Muhammed, günde yetmiş makâm aşıyordu, her makâmda
da bir önceki makâmdan istiğfar ediyordu. Bayezid ise, tek makâmin
yüceliğinden kendinden geçti ve öyle söyledi.”
Derviş, aradığı cevabı bulmuştur. Mevlâna da bu çetin soruyu
soran dervişten hayli etkilenir, atından atlar. Böylece iki deniz,
yüzyılların hasretiyle kucaklaşır. Coşup dalgalanır.
Bu olayın geçtiği yere, ‘Maracel bahreyn’ yani denizlerin
buluştuğu yer adı verilir.
Anlaşıldığı gibi, derviş kılığındaki bu zât Şems-i
Tebrizî‘dir. Yıllarca diyar diyar kendi sohbetine, suallerine dayanabilecek bir Hak
dostu arayan, kendinden geçercesine ilâhî aşka dalmış, fikren ve ruhen hür bir
şahsiyettir. Aldığı ilhamlar sonucunda, Konya ‘ya gelmiş, aradığı aşkını
bulmuştur. Zira, Mevlâna’nın diliyle ifâde edersek;
“Dilberler ( gönül çalan mânevi güzeller) âşıkları
canla başla ararlar... Bütün mâşuklar âşıklara avlanmıştır....
Susuzlar, âlemde su arar; ama su da cihânda susuzları arar.”
Mevlâna, Babası ve Seyyid Burhâneddin’in elinde “Pişmiş”,
Şems’in aynasında gördüğü Kendi güzelliğinin ateşiyle de “Yanmıştır”.
Sultan Veled ‘e göre; “Şems ansızın gelip ona ulaşmış,
mâşukluk (sevilen ) olmanın hâllerini açıklamışıir. Böylece
sırrı yücelerden yüceye varmıştır.”
Şems- i Tebrizî ile buluştuktan sonra, artık bütün vaktini ona
adar ve bambaşka bir âleme girer. Şems ‘in çekimiyle yanıp ilâhî aşkla kendinden
geçerek semâ etmektedir. Ama, Mevlâna’nın bütün zamanını mâşukuna ayırması,
o hâle ve sırra yabancı olanların tepkisini çeker, haset yüzünden dedikodular
yayılmaya başlar. Şems, bunu sebep göstererek bütün yalvarmalara ragmen, Konya’yı
terk eder.
Tekrar hasret başlamiştir denizin bu yakasında... “Yana yana
aşkın ta kendisi olur” coşar taşar... Onun Şam ‘da olduğu haberi gelince özlem
dolu mektuplar yazar ard arda... Nihâyet, beklenen cevap gelir, Şems dönmeyi kabul
etmiştir. Mevlâna, hemen oğlu Sultan Veled’i Şems‘ini karşılayıp getirmesi
için Şam’a gönderir.
Bekleyiş sırasında
“..... O geliyor, O.
Ay parçamız, sevgilimiz, yarimiz geliyor !”
nakaratlı coşkun gazelini ve nicesini dillendirir. Şems,
kâfileyle birlikte şehre girdiğinde gazeller, Kur’an ve kudüm sesleriyle
karşılanir. İkinci kavuşmadan sonra, tekrar medreseye kendi hâllerine çekilirler.
Semâ meclisleri düzenlenir. Artık âşık ile mâşuk; mürşid ile mürid
karışmış, birbirlerine ayna olmuşlardır.
Bir süre geçince, yine dedikodular ve kıskançlık yüz
gösterir. Kendisini ortadan kaldırmayı planladıklarını fark eden Şems, 1247/48
tarihinde ansızın kaybolur.
Mevlâna, onu her yerde arar; yürekleri yakan şiirler yazar.
Kendisine Şems’ten yalan bile olsa, haber getirenlere üstünde başında ne varsa
verir, “doğru olsaydı canımı verirdim!” diyerek... İki kez Şam’a
gider. Sultan Veled ‘in ifâdesiyle “Tebrizli Şems’i bulamaz; ama mânâ
yönünden O’nu kendinde bulur. “Ve der ki; Ey arayan kişi! Ister onu
gör, ister beni, Ben O’yum, O da ben!..” Şiirlerinde de ‘Şems’
mahlasını kullanır. Artık, aramaktan vazgeçmiştir.
Daha sonra, Şeyh Selahaddin ‘i kendine dost seçer. Şems ‘e
duydugu muhabbeti ona yansıtır, böylece gönlü sükun bulur. Şems’i çekemeyenler,
bu defa da Şeyh Selahaddin‘i ümmiligi dolayısıyla küçümsemeye, ona kara çalmaya
kalkışırlar. Şeyh ise onlara hitâben :
“Mevlâna beni
herkesten üstün tuttu diye inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir
görünüşüm yok, ben bir aynayım. O bende Kendi yüzünü görüyor; ne diye Kendini
seçmesin ? “ diyerek kemâlatını da ortaya koyar.
Böylece, on yıl görüşüp sohbet ederler. Nihâyet, Şeyh
Selahaddin hastalanip ebedi âleme göçer. Yalnızlık, yine yüzünü göstermiştir,
ama artık coşku durulmuş, fırtınalar dinmiştir.
Kuyumcu Selahaddin ‘den sonra, can dostu ve halifesi Çelebi
Hüsâmeddin olur. Daha önce haset edenler de o hareketlerden kurtulmuş,
edeplenmişlerdir. İtiraz etmeden Çelebi ‘ye itaat ederler. Mevlâna, ancak onun
bulunduğu mecliste coşar, mânâlar saçar, hakikât ilminden bahis açar. Mesnevi ‘de
buna işâretle şöyle demektedir:
“Bu söz, can memesinde süttür; emen olmadıkça akmıyor.
Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, vaz eden ölü bile olsa,
söyler.”
İslami Tasavvuf edebiyatının şâheseri olan Mesnevi, Çelebi
Hüsâmeddin ‘in ricâsı ile yazılmıştır.” Mevlâna, Onun cezbesi ile semâ
ederken, ayakta, sükunet ve hareket hâlinde, hamamda otururken, devamlı beyitler
söyler, Çelebi Hüsâmeddin de süratle yazıp yüksek sesle Mevlâna ‘ya okur.”
Böylece,1259-1261 yıllarında yazılmaya başlanan Mesnevi, 1264-1268 yılları
arasında tamamlanır.
Bu dostluk da on beş yıl, fitne ve hasetten uzak bir hâlde
sürer. Ama, Mevlâna artık son anlarını yaşadığını, özlediği aleme
kavuşacağını anlar. Hastalığına üzülüp ağlayanlara, şifâ dileyenlere şöyle
hitâp eder:
“Kardeş! Mezarıma defsiz gelme; çünkü Allah meclisinde
gamlı durmak yaraşmaz.”
“.... Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız;
bizim mezarımız, ariflerin gönlündedir.”
Çünkü, ona göre ölüm, yok oluş degil; bir geçiştir, Şeb-i
Arus’tur (Düğün Gecesi )...
“Ben Tahtan inip tabuta binecek kişi degilim...
Benim yerim, sonsuzluk makâmıdır!”
der ve...
17 Aralık 1273 ‘te sonsuzluk makâmında yerini
alır, artık ariflerin gönlünden, dilinden çağrısını sürdürür; şu
mesajla ışık tutmaya devam eder, daha nice yüzyıllara seslenir.
“Gel gel, yine gel !
Ne olursan ol,
İster kafir ol, ister ateşe tap, ister puta,
İster yüz kere tevbe etmiş ol,
İster yüz kere bozmuş ol tevbeni...
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı;
Nasılsan öyle gel !”
Mevlâna’ yı Mevlâna yapan şey acaba neydi?. Gâyesiz bir sevgi
mi?.. Elbette ki hayır! Şems’i görene kadar zâhir ilmi hocası iken, neden onu takip
etti?.. Zâhir İlmi İlmi Bâtına uyuyor muydu? Neden bu ilim herkese açılmıyordu?.
Hazmedilecek yönleri nelerdi?..
Bütün bu suallerin cevabını açık şekilde Mevlâna'nın
yaşamında görebiliyoruz. Şurası kesin ki, toplumun değer yargıları içinde
yaşanan ihtirasların, kıskançlıkların, çekememezliklerin, İlmi Bâtında ve onu
yaşayanlarda asla yeri olmadığıdır..
"Bugün Ahmed benim,
Ama dünkü Ahmed değil...."
Ahmet F. Yüksel
Kaynakça
UZEL, Nezih; Mevlâna Ve İnsan, Göl Yayınları.
ÖNDER; Mehmet;Hazret-i Mevlâna, Atlas Kitabevi.
HayNet İnternet Sistemleri “Merhaba Dünya”
MEVLÂNA; Divan-ı Kebir’den Seçmeler; M.E. B.
Yayınları.
MEVLÂNA; Mesnevi, Milli Eğitim Basımevi.
MEVLÂNA; Fihi Mafih, M.E.B. Yayınları.
|