nsanların çoğu, günde
beş kez eda ettiği namazın gerçek manasını sanırım pek bilmez. Maun Suresi’nin dördüncü ve beşinci Ayetleri bu yargının
kanıtıdır.
“Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarından gaflet
içindedirler.”
Öyle ya, doktor olacaksın, muayene ettiğin hastanın
hastalığından haberdar olmayacaksın, veya mühendis diploman var, proje
uygulamasından bihabersin.
Burada, bildiğimiz, farz olarak kılınan anlatılmaktadır.
Namazın ne anlama geldiğini bilmeyenin, kıblesini algılaması mümkün mü?..
Diğer Ayeti Kerime’lerde geçen ‘salât-ı vusta’
(orta namaz) ve ‘salât-ı daim’ (daimi namaz) kavramları ise, namazın ikame
edilen farklı boyutlarına işarettir.
Mutlak bir adabı gerektiren namazın en alt basamağı, ‘ihsan
hali’ dir. ‘Sen Rabbını göremiyorsan da, o seni görüyordur’
anlayışıyla belirli bir intizam içinde kılınanıdır.
Ancak, evrensel kitabımız Kur’an, ‘İhsan hali’ni
dahi yeterli görmediğini vurgular ve gerçek anlamı yakalayamayan insanı, övgü
noktasından aşağıya çekerek, mutlak bilince dayandıracak işaretleri verir.
“Namazlarından gaflet içinde bulunmak” ifadesi,
uyandırılışın bir göstergesidir.
Bu çok değerli ikaz, namazdaki hareketlere de bir espri
getirmiştir. Örneğin ‘Allahuekber’ deyip ellerin kulak hizasına kadar
götürülmesi, ‘Allah ile aramdaki perdeleri arkama attım’ anlayışını,
kıyamda durulması, kişide Allah’ın varlığıyla kaim bir varlık olduğu
bilincini, rûku’nun mutlak yaratıcı yanında eğilmeyi gerektiğini, secde etmenin
ise, Hakk’ın varlığı yanı sıra, ikinci bir varlığın olmadığı
idrakını getirir.
“Kişi, bütün bunları bilmek zorunda mıdır?” sualinin
yanıtı, tereddütsüz “evet” olmalıdır. Alternatifi yoktur; zira, yaradılış
gayesindeki hikmet, kendi aslını hakikatını bilmesidir.
Kıble’ye gelince...
Resulullah (s.a.v) Medine’ye hicretinden sonra, on altı
veya on yedi ay boyunca Kudüs’e doğru namaz kılmıştır.
Onun bütün arzusu, Kıblenin Kâbe’ye yöneltilmesiydi. Neden
böyle bir istek vardı kendisinde!...
Boş bir anı olmayan, İnsanları akın akın kendisine çeken,
Resullere ve Nebilere dahi kucak açan ve yapımı tam on iki kez yenilenen bu emsalsiz
mabedin vasıfları neydi?..
Ve bu arada Efendimiz’e;
“Doğrusu biz senin yüzünün semaya çevrilip durduğunu
görüyoruz” (Bakara 144) Ayeti nazil oldu.
Resululah’ın ‘yüzünü semaya doğru çevir’mesi,
şüphesiz onun göklerde bir tanrı araması değil, vahyi özünden beklemesi demektir.
Vahyin gelişi, öğle vakitlerindeydi. Bir rivayete göre, Kâbeye
doğru kılınan ilk namaz, öğle namazıydı. Ancak, keşfî görüş ikindi namazı
olduğu yolundadır.
Ve Cebrail (a.s), Resûlullah’a rehberlik ederek
kendisini, Kâbe’nin Altınoluk tarafına döndürdü.
Kıble’nin Kudüs’teki mabedden alınıp Kâbe’ye
yönlendirilmesi, basit bir istikamet değişikliği değildir. Konuyu mana yönüyle
tetkik etmek isteyenler, Resûlullah Efendimiz'in daha önce
yaptığının ‘asla nakıs’ olmadığı kabulünden yola çıkarak
varabilecekleri yere ulaşır.
Zira, Yahudi meşrebinde olanlar, yersiz bir hayıflanmayla,
kıskançlık kokan düşüncelerini şöyle dile getirdiler;
“Eğer Kudüs’e dönmek -daha önce olduğu gibi- batıl
idiyse, sizin önce kılmış olduğunuz namazlar boşa gitmiştir. Şayet batıl
değildiyse, şimdi Mescid-i Haram’a yönelmeniz yersizdir...” (Bak.Ibni Kesir
s.611)
Kıble değişimi, bir anlamda islâm liderliğinin Yahudilerden
alınıp, Muhammedi kemalâtla doruk noktaya ulaştığının açık bir
ifadesidir.
İmam-ı Rabbani, Mektubatı Rabbani isimli eserinde bu konuyla
ilgili ;
“Beni İsrail Peygamberlerinin Kâbesi, Beyt-i Makdis’in
büyük taşı idi. Onun kemalâtı ve zuhuru nihayette Kâbe’nin kemalâtına
katılmaktır...” demektedir.
Kâbe öncesinde insanlar, belirli bir süre Mescid-i Aksa’ya
yönelmişti. Esasen Kudüs’teki Ruhaniyet, yani radyasyon, her ne kadar ahiret
yaşantısı için yeterli peformansı sağlamakta ise de, insanın kendi hakikatını
bilmedeki îstıfayı yani arınmışlığı temin edemiyordu.
Bütün gerçekleri, kıyasa gelmeyecek şekilde, fetih yolu ile
bilen Resulullah Efendimiz (s.a.v), Kâbe’nin hakikatına yönelmenin ancak
arınmışlık vasfıyla elde edilebileceğini vurguluyordu.
Kur’an’da kendisi için aynı uyarıyı insana yapmıyor mu?..
“Arınmayanlar el sürmesinler”
Efendimiz, ayrıca Ka’be’nin gerçek Kıble olması konusundaki
temennisi, arzusu, O’nun çok güçlü bir ruhaniyete, enerji potansiyeline ve ilme
sahip olması sebebine dayanıyordu.
Şayet, insanın öz benliğini, varlığını bilme yolunda bir
anlayışı yoksa, Kâbe’ye yönelse dahi, bu onun kıblesinin Mescidi Aksa’da
yani Kudüs’te olduğu gerçeğini değiştirmez.
İslâm tarihinde, Kâ’be’yi yıkmak amacıyla hazırlanan ve
görülmemiş büyüklükte fillerin katıldığı Ebrehe’nin ordusundan korumak için,
Ebabil kuşlarının, fil sahiplerine yaptığı ve ‘ilahi bir sır’ olarak
kalacak saldırılarını hatırlayın... (Bak.El-Fil Suresi)
Resûlullah Efendimiz (s.a.v);
“Kâ’betullah’a ilk sefer insanın gözü değdiği vakit,
Allah’tan ne isterse, Cenabı Hak kabul eder” buyurdular.
Resulullah
Efendimiz, müşriklerden teslim aldığında, Kâbe’nin bir anahtarcısı ve zemzem
suyunun bir bakıcısı bulunuyordu. İster müslüman, ister münafık olsun, bu gerçek
sembolün dostu idi...
Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret edenler, sadece taş bir yapı
görmesin, o bu haliyle canlı, diri ve şuurludur.
Beynin üst alıcı devrelerini faaliyete geçiren, Kur’an’daki
ifadeyle ‘Fetih Ehli’ zat’lar onun yerden göğe uzanan mübarek Ruhunu
görebilir. (Bak.El-İbriz Abdülaziz Debbağ)
Evet... Kâbe, yüksek düzeyde bir veli’dir.
Kâbe duvarına sarılmak, yüz sürmek, onu bir sevgili gibi
kabullenmek gerekir. “O”, sevgiye mutlak karşılık verendir.
Allah, Kabe-i Muazzama hakkında şöyle buyurmuştur;
“Şüphesiz Alemlere mübarek ve hidayet olarak, insanlar için
ilk yapılan Beyt, Mekke’dekidir.” (3/96)
Resulullah Efendimiz, bir Hadisinde;
“Dünyadaki mescitlerin en hayırlısı benim Mescidimdir.
Ancak Mescid-ül Haram bundan müstesnadır.” demektedir.
Kur’an, Kâbe’yi ‘emin yer’ ve ‘Allah’ın
evi’ vasıflarıyla nitelendirir. Evden kasıt, ‘vechi’dir. Allah,
bu vech ile alemleri seyretmiştir.
Ayeti Kerime;
“Her nereye dönerseniz dönün, Allah’ın vechiyle
karşılaşırsınız.” (2/115) diyor. Ne var ki, her zerrede mutlak kemaliyle var
olan vech’in, Kâbe’deki izharı farklıdır.
Bu arada bu mabedi keşfedip ilk kez inşa eden ve ehlince Hz.Muhammed’e
en yakın Nebi olarak bilinen Hz.İbrahim’i unutmamak gerekiyor.
Kur’anın bu konudaki ikazı şu;
“İbrahim’in makamını namazgah yapın.” (Bakara 125)
Resulullah Efendimiz (s.a.v) Kâbe’yi putlardan
temizleyip, içinde namaz kılmıştır. Bir rivayete göre vechinden (giriş kapısının
olduğu yer anlamına da geliyor) girmiş, karşı duvarı Kıble edinmiş ve Hz.İbrahim’in
Kâbe içinde temsili olarak yapılan resmini de sildirmiştir. Bu hareket,
Hz.İbrahim’le ilgili bir mesaj niteliğindedir. Zira Kâbe, içiyle, dışıyla
resimden, mânâdan, vasıftan münezzehtir.
Burada, şu Hadis-i Şerif’i nakletmeden geçemeyeceğim.
“Bir yolculuk sırasında Resulü Ekrem (s.a.v);
-Bu hangi deredir? diye sordular...
Sahabiler;
-El Ezrak deresidir.. dediler.
Resulü Ekrem (s.a.v);
-‘Musa (a.s) iki parmağının uçlarını iki kulağına
koyup, yüksek sesle ‘Lebbeyke’ duasını okumak suretiyle Allah’a niyaz ederek, bu
dereden geçerken gözümün önündedir.’ buyurdu..” (İbni Mace cilt 8)
Hadisten, Beni İsrail Nebisi Hz.Musa’nın, ‘muhterem
yer’ anlamına gelen Mescid-ül Haram’ı ziyaret ettiği anlaşılıyor.
İbni Abbas’tan (r.a) rivayet olduğuna göre, bir başka
Hadisi Şerif’te Resulullah (s.a.v), şöyle buyuruyor;
“Bu Kâbe, on dört evden biridir, yedi arzın her birinde bu
evlerin bir benzeri yaratıldı. İnsanlar içinde de İbni Abbas, benim benzerimdir.”
(Bak.Nakş El Fusus Şerhi)
Benzerlerini sadece Ehlullahın saptayabildiği Kâbe, Ruhu Azam’ın,
yani Ruh adlı Meleğin, dünya üzerinde kudret yönüyle zuhur eden güçlü
temsilcisidir.
Kabe’nin Beytül Makdis’ten farkını ve namazın
kıblesini teşkil etmesinin gerçek sebebini, Efendimizin ve büyük Evliyaullahın ilmi
yanında, denizden bir katre mesabesinde kalan ilmim ile izah etmeye çalıştım.
Yeterli olup olmadığı konusundaki kanaati takdirlerinize
bırakıyorum.
Allah Muin’imiz olsun.
Ahmet F. Yüksel
|