asavvuf
ehli, Kuran’ın her harfinin bir melekten oluştuğunu ifade ederken, bir Hadis-i
Şerif’ te de bu hususa işaretle “Kur’an yedi harf üzerine
indirilmiştir” denmektedir. Hz.Musa’ya inzal
olunmuş ve bizler için tamamen bir “mesaj” niteliği taşıyan Tevrat, Hz.Davud’a
ait Zebur, Hz.İsa’nın özdeşleştiği İncil gibi kutsal kitabları da içeren
Kuran-ı Kerim’in belirli Ayetlerinde her biri farklı mânâlara işaret eden
kelimelerle karşılaşırsınız. Bu kelimeler kadar, kullanıldığı yerler de çok
önemlidir.
Takdir edersiniz ki, hiçbir ibare ve kelime Kur’an’a
gelişigüzel şekilde monte edilmemiştir. Zira Kur’an, Allah kelamıdır.
Örneğin; Allah’ın varlığından bahsedilirken; “Ben”,
“Biz”, “ilahihim” veya “Rahmanihim” “Allah”, “Rab”,
“Rahman”, “Hak” gibi isimler geçer.
Şimdi biraz “Hak” kelimesini inceleyelim...
Halk arasında Allah’ın güzel isimleri şeklinde dile gelen
Esma-ül Hüsna, Allah’ın bir boyutunu oluşturmaktadır. Tüm alemler bu isimlerin
varlığı ile aynı zamanda da; “bir terkip halinde zuhura çıkmasıyla meydana
gelmiştir.”
İlahi isimlerin salt durumda, yani terkibiyet halini almazdan
önceki boyutu itibariyle adı, tasavvuf lisanıyla, Esma mertebesi olarak bilinir.
Allah’ın bu boyutta aldığı “Hak”ismi, tüm Esma-ül Hüsna’yı içine
alır. Sonsuz olarak var olan, ancak 99 isimde kümeleşen Fettah, Hakim, Reşid,
Rahman, Rahim gibi isimlerin yanında münferiden Hak ismini de bulabilirsiniz.
Şayet, bir Ayet-i Kerime’de Allah yerine Hak ismi geçiyorsa
bilin ki, anlatılan konu Esma mertebesi kanalından aktivite kazanmaktadır.
Görüldüğü üzere, isimlerle anlatılmak istenen farklılıklar
bizde oturdukça, Kur'anı ve Hadisleri anlamada bir hayli yol almış oluyoruz.
Bu gerçeklerin üzerinde kısa bir bilgi sahibi olduktan sonra
Hakk’ı ve Sabr’ı tavsiye konusunu Asr Suresi bünyesinde değerlendirelim...
Vel Asr (Asr'a yemin ederim)
İnnel insane lefi husr (ki kesinlikle insan hüsrandadır)
İlleleziyne Amenu (ancak iman etmiş olanlar)
Ve Amilussalihati (ve salih amel işleyenler)
Ve tevasav bil Hakk (ve Hakk'ı tavsiye edenler)
Ve tevasav bis Sabr (ve sabr'ı tavsiye edenler
müstesnadır)
Böylece Asr Suresi’nin meali;
“Asr'a yemin ederim ki kesinlikle insan hüsrandadır. Ancak
iman etmiş olanlar ve salih amel işleyenler ve Hakk'ı tavsiye edenler ve sabr'ı
tavsiye edenler müstesnadır.” olmaktadır...
Üzerinde yaşadığımız ve Güneşten 149.596.000 km.
uzaklıktaki Dünyamız, Radyoaktif ölçümlere göre tam 4.6 milyar yaşında... Bu
aynı zamanda Gezegenlerin de yaşıdır. Güneşin Samanyolu etrafındaki turu ise 255
milyon yılda gerçekleşiyor. Yani, bu güne kadar Güneş 8 tur atmış...
Samanyolunda..
Evet;
Belirli ritimlerle dönüşler neticesinde, yani Dünya kendi ekseni
etrafında dönüşüyle, gündüz gece kavramlarını ortaya koyarken Güneş
etrafındaki turuyla da seneyi oluşturuyor.
Astronomi
yönünden akıl almaz ölçülere ve süreye karşılık, zaman da izafiliğini koruyor.
Biz asla zamanın neresinde olduğunu saptayamayız.
Zaman kavramı, yaşantımızda, “zamandan ve mekândan”
münezzeh yaratıcı güç tarafından globalleştirilerek bir sınır, bir kesit olacak
hale getirilerek bizlere sunuluyor;
“Asr’a yemin ederim...”
Kur’an Allah’ın sonsuz bir öncelik ve sonralık vasfında
olduğundan bahsederken, gününü ilim tahsil etmek ve üzerine düşen kulluk görevini
ifa etmek yerine, dünya hayatına meyleden ve ölüm ötesinde kendisine hiçbir yarar
sağlamayacak işlerle uğraşanlara “Asr’a andolsun ki” uyarısı ile
hüsranda olacaklarını bildirmiştir.
Ancak iman etmiş olanlar;
İman etmenin de İslamda şartları var;
İman edecek kişinin, önce iman edilecek şeyin ne olduğu
konusunda bilgi sahibi olması gerekir. Neye iman? Bu çok önemli... Ayrıca;
Kişinin aklının başında olması, belli bir idrak düzeyinde
bulunması, (bir deliden iman beklenemez) iman edilecek şeyin ne olduğunu bilmesi
gibi...
Niçin iman? konusuna da şöyle bir yaklaşımda
bulunabiliriz;
Kendini bir şuur+bedende tanımaya başlayan varlık; inançları,
çevre şartları, genetik yapısının verileri doğrultusunda yaşamını sürdürürken
ölüm ötesi hayat için Allah Resullerinin bildirdiği esaslara, verilere
duyarlı olup iman etmesi ve imanını da fiille tevsik etmesi gerekir ki, iman ehli
vasfına haiz olsun...
İman, aklın sınırına dayanır. Sınırı bilmek ise onun
ötesini idrak edip algılamaktır. Şayet ölümü sınır olarak kabul ediyor isek,
ölüm ötesini, yani Ahiret hayatının gerçeklerini kabul ediyoruz demektir. Bu idrak,
bizde İmanı oluşturur. Dolayısıyla, iman akla dayanır. Kısaca İman’a
“Aklın ürünüdür” diyebiliriz. Bir başka şekilde, akıl, mantığa ters
gelen olaylar karşısında otomasyonla kendisini teslimiyete bırakır.
Kur’anın İman edenlere çok enteresan bir uyarısı daha var;
“Ey İman edenler, İman edin.” (4/136)
Dikkat edin!.. Bu ikaz önce sahabeye geliyor...
Gerisini siz düşünün...
Ve insan, tabii ki salih ameller işleyecektir.
Amel konusunda olabildiğince çok Hadis var. Bir Hadisi Şerif’i
örnek vereyim;
"İman, yetmiş küsur şubedir. En üstünü La İlahe
İllallah sözüdür, en aşağı mertebesi ise insanlara eziyet veren bir şeyi yol
üzerinden kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir."
Resulullah (s.a.v) ‘ın ağzından çıkan mübarek söz, tabanda
iyi fiillerin yapılmasından bahsederken, tavanda Kelime-i Tevhid’in anlamını işaret
ediyor.
Ve Hakk'ı tavsiye edenler;
Bu noktayı iki yönden ele almak gerekir. Hitap edilenin anlayış
seviyesi ne durumdaysa onun bir üst noktasından Hakk’ı tavsiye etmek önerilir.
Efendimiz "İnsanlara akılları istikametinde hitap edin" sözleriyle
konuyu açıklığa kavuşturmuştur.
Bu, sadece namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat vermeyi, Hac'ca
gitmeyi ve şehadet getirmeyi tavsiye etmek değildir. Bunlar zaten işin başı, kulluk
çalışmaları, alfabenin A'sı gibidir. Tavsiyeden kasıt, insanları, huy, karakter
ve alışkanlıklarını terki konusunda uyarmaktır ve kişinin bulunduğu seviye mutlaka
dikkate alınmalıdır.
Hakk'ı tavsiyenin ikinci yönü de Hakkani vasıf ve sıfat'larla
tavsiyede bulunmaktır.
Asr Suresi’nin son Ayeti şöyle;
"ve tevasav bissabr" ( sabrı tavsiye edenler
müstesnadır )
İlahi emirlere uymanın, insanın tabiatına ağır gelmesinin
yanı sıra, herhangi bir konuda Allah’ın imtihan etmesi dolayısıyle neticelerinin
insana zor gelmesi halinde “sabrı tavsiye” etmek gerekmektedir.
Dikkat edin Ayet-i Kerime “sabrı tavsiye edenler müstesnadır”
diyor. Ayrıcalıklı olabilmek için, Sabr ismini yaşamak gerekir. Kur'an bu hususu
vurgulamış "ve tevasav bis'sabr" demiştir. "bissabr"
sabrın sahibi olarak algılanmalı ve idrak edilmelidir.
Geçen sayıda “O’nun Ahlakı” isimli yazımda, ‘B’
nin sırrına değinerek, İslâm dini ve hakikata ermişlerin bu sırla olayları nasıl
değerlendirdiklerini belirtmiştim.
Sabrın incelenmesi konusuna gelince…
Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir incelik var.
Şükür ve Hamd; bu kelimeler üzerinde duralım. Farkında
olunmadan bu iki kelime aynı anlamda kullanılmaktadır. Bu bir hatadır..
Benzer gibi gözükmesine karşın, mana farklılıkları yaşam
kesitlerini etkileyecek ölçüde büyüktür. Örneklemek gerekirse; yemektesiniz,
sofrada envai çeşit yiyecek var "şükrederseniz nimeti artırırım"
prensibine uyup afiyetle midenize indirdiğinizde hamd ederseniz yanlış olur, bu noktada
şükretmelisiniz. Böylece nimet artmış olur.
Sağlığınız konusunda ise, durum değişir. Hastasınız; Allah'tan
şifa diliyorsunuz ve şükrediyorsunuz halinize. Değerli dostlarım yanlış
yapıyorsunuz, şükretmekle hastalığınız daha da artacaktır. Eğer ‘hamd
olsun’ derseniz; ki söylenmesi gereken de budur, hastalık durma akabinde,
iyileşme devresine girer.
Burada niyetin önemi yoktur. Şayet, artırıcı koşullarda
artıyı (şükr’ü) kullanırsanız, olay artar veya grafik yükselir. Eksiltici
olaylarda eksiyi (hamd’ı) kullanırsanız, negatif durumu o noktada bloke ederek
durdurur.
Bir başka örnek verelim;
Diyelim ki Galatasaray basketbol takımında oynuyorsunuz,
takımınız devamlı yenilgi halinde... Söylemeniz gereken şey, evet iyi bildiniz “Hamd
olsun” olmalıdır. Şükrederseniz, yenilgileri bekleyin. Eğer galibiyetler serisi
devam ediyorsa o zaman “çok şükür ” demeniz gerekir. Demek ki, sistemde
artı hallerde şükür, ekside ise hamd kelimesi kullanılmalıdır.
Şimdi aynı konuyu sabır kelimesine uygulayalım;
Başınıza bir felaket geldiğinde “ya sabır” derseniz, aynen
şükürde olduğu gibi, davet etme prensibi ile başınıza felaket üstüne felaket
gelecektir. Hz. Peygamber Efendimiz, Allah'tan sabır isteyen birine "Allahtan
afiyet dileseydin; bela istedin!.." demiştir. Afiyet dilemekten gaye, bir yerde
hamd etmek ve sabr’a neden olacak olayları sıfıra yaklaştırmaktır.
Bütün bu bilgiler ışığında yapılması gereken, sabr
kelimesini tekrar etmeden, sabır istemeden sabretmek olacaktır. Zira, bu ismin
manasını kuvveden fiile çıkardığınız anda, o frekanstaki olaylar ile
karşılaşırsınız ki, bu sizi, belinizi doğrultamayacak noktalara getirir.
Kişinin herhangi bir bela ve musibet karşısında sıfır
noktasında bulunmaya çalışması en uygun davranış olacaktır.
Sabr’ın tavsiyesini özetledik.
Allah hepinize kolaylaştırsın Muin'iniz olsun...
Ahmet F. Yüksel
|