Kayıt için burayı tıklayın

Şefâat ve Şirk

İbn-i Arabiyi Sevmek

Hac Yolunda
Hac Arafat'tır
Hac Dönüşü Açık Uyarı
Gerçek Kıble
Hz. Meryem
Astrotrafik
Okuyucu ile Sohbet
Organ Naklinde Son Dakika
"Sünnet"
Pareira ve İkra
Melekler Cevap Veriyordu...
Toplumu Kemiren İllet
Sorular...
"Mürşid" ve "Şaki"
Ölümden Sonra Yeniden Doğuşa İnanıyormusunuz
Bilim Dini Etkiliyor
600 Soruda İslam ve Tasavvuf
İngilterede Güneş Battı
Kozmik Takvimde İnsan
O'nun Ahlakı
Beyinsel İşlevler
Sabrı Tavsiye
Edep Ya Hu !..
Oruç Ayı
İnsan Kopyalamaya Doğru
Toplumda Kadının Yeri
Astro - Ay
Allah'ın Ahlâkıyla Ahlâklanmak
Sağlıklı Beslenmede Oruc Faktörü
Esma Terkibi
Descend of Angels (Meleklerin İnişi)
Günah mı, Değil mi?
Cinsellik ve Gen
Etkili Sözler...
Bir Bilene Sordum!...(1)
Dokunma
Işık Tutanlar
Bir Bilene Sordum!...(2)
Mister Reklam
Rotar ve Merkür



(Bu yazı aylık Yeni Dünya Dergisinde yayınlanmıştır.)


Geçtiğimiz aylarda karaciğerinden rahatsız olan bir bayan gazetecinin, organ naklinin bürokrasiye takılması, bu arada doktorların tereddüte düşmesi sonucu, karaciğer bulunduğu halde nakil yapılamadan ölmesi ile operasyon gerçekleşememiş, konu, basında şiddetli eleştirilere yol açmıştı.

Bugün tıp teknolojisi, düşük yüzdeyle bile olsa, organ nakilleri yapabilecek potansiyelde.

Genetik alandaki çalışmalar da bir hayli enteresan.

Şöyle ki;

Dünyada ilk defa başı olmayan bir kurbağa embriyosu geliştirildi. Basına yansıyan bilgilere göre, başsız insan ceninin oluşturulması da mümkün.

İnsandan alınacak embriyonun yapay bir rahimde büyütülmesi sürecinde embriyoyu istedikleri gibi yönlendirebileceklerini açıklayan uzmanlar, ayrı ayrı organlar üretilmesinin mümkün olduğunu belirtiyorlar.

Böylece, başsız olarak üretilen insandan organ nakli sağlanabilecek ve tedavi için bekleyen hasta bundan böyle kendi dokusundan üretilebilen yedek organa kavuşacak.

Geçenlerde, ilginç bir haber okudum. Olay Avusturya’da geçiyor. Viyana Üniversitesi Kalp Akciğer Cerrahisi Bölümünde.

Kalbinden rahatsız bir Türk, hastahaneye getiriliyor. Yapılan incelemeler sonucunda, kalbin iflas ettiği ve kalp nakli yapılması gerektiği anlaşılıyor. Durum hastaya ve yakınlarına bildiriliyor. Hasta ‘tamam’ diyor, ‘ne gerekiyorsa’ yapın. Derhal bir kalp arayışına giriliyor.

Her zaman olduğu gibi, operasyon öncesinde, çeşitli hastahanelere duyuru yapılıyor, pek çok ülkeye haber salınıyor. Ardından bir bekleme dönemi başlıyor.

Derken, müjdeli haber geliyor. Uygun bir kalp bulunmuştur. Doktorlar sevinç içinde hastaya koşuyorlar ve hastahanenin özel uçağını gönderdiklerini, kalbin yolda olduğunu, ameliyatın hemen gerçekleştirileceğini anlatıyorlar. Hasta ve yakınları, aldıkları haber üzerine havalara uçuyor. Onlara göre, kötü günler artık geride kalmıştır, hasta kurtulacaktır.

Hazırlıklarını sürerken, hasta Türk’ün odasından bir haber geliyor.

Doktorlar odaya gidiyorlar. Hasta, ‘bir şey sormak istiyorum’ diyor; ‘Bana takacağınız kalp nereden geldi?’

Doktorlar; ‘bu sabah Belçika’da ölen bir kişiden... Uçak inmek üzere, hemen ameliyata geçeceğiz’ diyorlar.

Bu cevap üzerine Türk hastanın birden yüzü asılıyor, rengi kararıyor, derken ağlamaya başlıyor. Şaşıran doktorlar, ‘ne oldu, aslında sevinmelisin...’ diyorlar

Hasta üzgün bir sesle cevap veriyor; ‘Kalbini aldığınız kişi Belçikalı olduğuna göre Hristiyandır. Sağlığında mutlaka domuz eti yemiştir. Bu yüzden kalbinin etrafını domuz eti sarmıştır. Bu kalbi bana takarsanız, domuz yağı bana da geçecek, günaha gireceğim ve Cehennemde yanacağım.’

Odayı derin bir sessizlik kaplamıştır. ‘Hiç anlamadıkları’ bu mantık karşısında ne yapacaklarını bilemeyen doktorlar, hastayı ikna etmek için çok çaba harcamışlar, ama fikrinden vazgeçirememişler.

Ertesi gün, Türk hasta, nakil yapılamadan hastahaneden ayrılmış. Doktorlar, hem bir hastalarını kurtaramadıklarına hem de kalbin ziyan olmasına çok üzülmüşler.

Sabah Gazetesinin ‘Aspava’ namlı köşesinde bu öyküyü anlatan başarılı gazeteci, hayretini gizleyemeyip yazısına devam ediyor;

‘Belki bir başka hastahanede, kendisi için bulunan müslüman kalbi takılmıştır. Belki de ölüp gitmiştir.

Bilgi almak için başvurduğu İstanbul Müftüsü Selâhattin Kaya kendisine şunları söylemiş. ‘İnsan, yaşamak için mücadele etmek zorunda. Bu nedenle zaruri durumlarda organın nereden geldiğine bakılmaz. Hasta arkadaşa benim vasıtamla ulaşabilirseniz söyleyin, hiçbir şekilde sıkıntı hissetmeden organ naklini gerçekleştirsin ve sağlığına kavuşsun.’

Can Ataklı yazısına noktayı koyuyor. ‘Demek ki organın Din’i olmazmış!..’

Yazılarını zevkle okuduğum Can Ataklı’ya bütün bu veriler ışığında verilecek yanıtım var;

Önce Din kavramının izahını yapalım.

Din, İlâhi nizam ve sistemdir. Bu sistemde her bir ünitenin kendine has bir şuuru ve çalışma tarzı bulunmaktadır.

Ayrıca kalp, Dini termolojide mutlak şuur olarak tanımlanmaktadır.

Bir midenin, karaciğerin, pankreasın kendine has şuuru, çalışma tarzı olduğu gibi, beyne kan pompalayan kalbin dahi kendine ait bir şuuru ve çalışma tarzı vardır.

Bilinmeli ki, biyolojik beden, dünyanın negatif olan mayasından meydana geldiği için, yapısal olarak negatiftir.

Arınmayı temin edebilecek belli riyazat ve çalışmalarda bulunmayan bedenlerin, söz-konusu negatif terkibiyet halinden kurtulması olanaksızdır. Negatif olarak programlanmış ve arınmamış bir organ, nakil yapıldığında o bedene biyolojik olarak uyum sağlasa bile, negatif bir üretime sebebiyet verir, dolayısıyla fayda sağlamaz.

Temiz bir Anadolu çocuğu olan hastanın, sözkonusu formasyonun bilincinde olmadığı görülmektedir. Ancak iman yollu da olsa, bir Hrıstiyanın kalbini reddetmesi takdire şayandır.

Kaldı ki domuz eti -ölen Belçikalının yediğini kabul edelim- İslâm dinine göre haram olan bir yiyecektir.

Domuz eti ile beslenen insanlarda oluşan etkiler incelendiğinde, şu sonuçlara varılıyor;

Bu hayvanın eti ile bulaşan hastalıkların, kişide fizyopatolojik değişiklikler oluşturması mevzu bahistir.

Pişmemiş veya az pişmiş domuz eti alımı ile domuz şeridi (Tenia Solium) ve Trişinoz (Trichinella Spiralis) etkenlerinin larvaları bulaşır. Larvalar, bu parazitlerin genetik özelliklerini taşıyan fetus formlarıdır. Bu larvalar, insan vücudunda, öncelikle, kalp, kas ve beyin dokusu olmak üzere az da olsa göz, derialtı ve akciğer dokularına yerleşir. Bu organların dokuları, parazitlerin potansiyel taşıyıcıları olur, dolayısı ile nakledilen organ ile bu parazitler de aktarılır.

Domuzun böyle negatif ve parazit taşıyıcı bir yapıya sahip olmasının nedeni, aşırı pis ve karmakarışık yiyeceklerle beslenmesidir.

Sırf bu yönden bile olsa, domuz etiyle beslenen bedenden organ naklinin yapılması sakıncalıdır.

Ne var ki, insanın gerçeğini algılayamayan toplumun kültürü, nakilden ulaşan sorunların nereye varacağını kestirecek düzeyde değil.

Dini entegre çalışan bir sistem olarak kabul ediyorsak, çarktaki bir dişlinin bozukluğunun da sistemi menfi yönde etkileyeceğini hesaba katmalıyız.

Arınmaya tabi olmayan bir bedende kalbin üretimi negatifse, beyne ulaştırdığı tüm uyarılar da eksi olacaktır. Bunun tabii sonucu olarak beyinde farkına dahi varamayacağımız ölçülerde şuur bozukluğu meydana gelecektir.

İnsan, vücudundan gelen sesleri doğru değerlendirmeye çalışmalıdır.

Bedensel istekler, organdaki şuurun, beyne gönderdiği uyarılar sayesinde olmaktadır ve insanı daima birimsel benlik içinde bıraktığından, doğal olarak ölüm ötesi yaşamını da etkilemektedir.

Bu verilere dayanarak mecazen de olsa ‘kalbin dini vardır’ şeklinde bir ifade kullanmak mümkündür.

İnsanın yaşaması için mücadele etmesi şarttır, düşüncesi ise, sistemde yerini bulduğu takdirde geçerli olur.

İnsanda mevcut biyomanyetik, biyoenerjik ve biyolojik yapılar arasındaki bağlantıların negatif kökenli olması halinde, akla gelen meleki bir ilhamın, şeytani bir düşünce olarak tecelli etmesi mümkündür ve İnsan bunun farkına dahi varamaz.

Sarhoş bir insana, iyilik yapar, ona bir miktar para verirseniz, o kişi aldığı parayı içkiye yatıracak, kötü bir fiil meydana getirecektir. Anlatılan, çok kaba, basit bir örnektir.

Ve siz, yaptığınız her işin önce sisteme uygun olup olmadığını düşünmek zorundasınız. Eğer fiillerinizi duygusallıkla gerçekleştirirseniz, sonucu hüsran olur ve neticesine de katlanmak zorunda kalırsınız.

Bir başka örnek de Kur’an’dan vermek istiyorum;

Kehf Suresinin 80. Ayetinde, ‘Ilmi Ledün’e sahip Hızır Aleyhisselâm’ın öldürdüğü çocuk için şu açıklaması var;

“Erkek çocuğa gelince, onun ana ve babası Mümin kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.”

Kâfir olarak tabiatlandırılmış bir çocuğun annesine, babasına bu azgınlığı ulaştırabileceği dikkâte alındığında, ‘eksi konumundaki bir kalbin’ bedende neler yapabileceğini varın siz hesap edin.

Toplum içinde hemen hemen herkesin, bir yaşam kurtarma çabası içinde teşvik ettiği ‘organ bağışı’nın çok önemli bir yönü daha var.

Organ naklini öneren her kimse farkında olmadan bir başkasını cinayete sevk ediyor, kendisi de bağış yaparken intihar ediyordur.

Nasıl mı!..

İzah edeyim;

Çoğunlukla, ölüm ötesi hakkında hiç bilgiye sahip değiliz. Sanki Münkir Nekir meleklerinin sorularına cevap verecek olan biz değiliz.

Ve imanlı isek inanırız ki ‘vel ba’su ba’del mevt’ gereği, mahşerde dirileceğiz sanki;

Kabirdeki sorgu suali başaramayanlar için Resulullah Efendimiz;

“O an melâike o kimseye öyle bir vurur, o kimse de (ölü için söylüyor) öyle bir haykırışla haykırır ki, insandan ve cinden başka bütün mahlûkat bu sesi duyar ve onun feryadı arşa kadar uzanır” derken, mutlak bir canlılıktan bahsetmektedir.

Büyük mutasavvıf ve zamanın gavsı olduğu yetkili kişilerce söylenen İbrahim Hakkı Erzurumi Hazretleri, Resulullah Efendimiz’in dilinden insanın ölüm ile birlikte yok olmadığı, sadece başka bir boyuta geçtiğine binaen;

“Meyit, (ölmüş kimse) kendisini yıkayanı, cenaze namazını kılanları, kendisini mezara koyanları, görür bilir, tanır” demektedir.

Resulullah Efendimiz, yine başka bir Hadisinde;

“Ölülerinizi gömdüğünüzde (akrabaları için söylüyor) hemen kabri terk etmeyin, onları üzersiniz. Onlar sizin gidişinizi, ayak seslerinizden tanır” demektedir.

Resulullah Efendimiz’in Bedir Savaşında, bir çukura gömdürdüğü münafıklarla yaptığı söyleşiyi bütün Hadis kitaplarında bulabilirsiniz.

“Allah’ın bana vaad ettiği zafer beni buldu. Allah’ın size vaad ettiği azap da sizi buldu...”

Tüm deliller göstermektedir ki, ölüm denilen vak’ada, yani ruh bedenden ayrıldığında canlı ve diridir. Ve gayp alemine geçmeden evvel kendisine yapılanları aynen görmektedir. Bunun için biyolojik bir göze ihtiyaç yoktur.

Size sormak isterim. Rüyayı hangi gözünüzle görüyorsunuz?...

Ruh kısa bir süre, kabir hayatında, kendisine hücum eden hayvanatın, haşeratın, farelerin, çıyanların maddi bedenini didik didik ettiğini bizzat görüyor. Ve ruh beden, acıyı aynen kendisine yapılıyormuşçasına yaşıyor.

Şimdi, esas noktaya dönelim, yani organ nakline.

Beyin fonksiyonlarının durduğu noktada dahi, tıbbın henüz çözemediği bir biçimde yaşam var insan bedeninde. Bu nedenle İslama inananlara, ölümden hemen sonra gusül abdesti yaptırılır. Hadise değişik bir cihette olduğu için ayrıntılara girmiyorum.

Ruh, bedene yapılan her hareketi görüyor, algılıyor, kendi bünyesinde yaşıyor dedik. Örneğin, biyolojik bedenin kalbini, bir başka yere nakletmek için alıyorsunuz. Ruh, bunu bütün açıklığıyla görüyor, hissediyor. Bir böbrek, karaciğer naklinde de böyle. Veya gözlerini alıyorsunuz, görmeyen bir başka hastaya naklediyorsunuz. Ona tabiri caizse ‘hayat’ veriyorsunuz, ne kadar güzel bir duygu değil mi?...

Gelin görün ki mevta bunu istemiyor maalesef... Ölümle birlikte hayat bitmiyor. Siz, size ait olmayan bir organ ile yaşama devam ederken, ahirete intikal etmiş büyük evliyaullah dahi, dünya üzerinde olup biteni değerlendirmek için “kuşların gözlerini” evet sadece gözlerini kullanırken, sözüm ona insancıl fikirlerinizle, hiçbir değer taşımayan duygularınızla, istemiyerek de olsa bir cinayet işlemektesiniz.

Kendi rızası ile organ bağışında bulunanlar ise, narkozsuz diri diri, bir kalbin, bir karaciğerinin kesilişindeki acıyı bütün dehşetiyle tadacaklarını bilseler asla böyle bir duyguya kapılamazlardı.

Bendeniz, bu konudaki görüşlerimi aksettirdim, yorumu size aittir.

Allah Muin’imiz olsun.

Ahmet F. Yüksel 


Üst Ana sayfa e-mail