Geçtiğimiz aylarda karaciğerinden rahatsız olan bir bayan gazetecinin,
organ naklinin bürokrasiye takılması, bu arada doktorların tereddüte düşmesi
sonucu, karaciğer bulunduğu halde nakil yapılamadan ölmesi ile operasyon
gerçekleşememiş, konu, basında şiddetli eleştirilere yol açmıştı. Bugün tıp teknolojisi, düşük yüzdeyle bile olsa, organ nakilleri
yapabilecek potansiyelde.
Genetik alandaki çalışmalar da bir hayli enteresan.
Şöyle ki;
Dünyada ilk defa başı olmayan bir kurbağa embriyosu
geliştirildi. Basına yansıyan bilgilere göre, başsız insan ceninin oluşturulması
da mümkün.
İnsandan alınacak embriyonun yapay bir rahimde büyütülmesi
sürecinde embriyoyu istedikleri gibi yönlendirebileceklerini açıklayan uzmanlar, ayrı
ayrı organlar üretilmesinin mümkün olduğunu belirtiyorlar.
Böylece, başsız olarak üretilen insandan organ nakli
sağlanabilecek ve tedavi için bekleyen hasta bundan böyle kendi dokusundan
üretilebilen yedek organa kavuşacak.
Geçenlerde, ilginç bir haber okudum. Olay Avusturya’da geçiyor.
Viyana Üniversitesi Kalp Akciğer Cerrahisi Bölümünde.
Kalbinden rahatsız bir Türk, hastahaneye getiriliyor. Yapılan
incelemeler sonucunda, kalbin iflas ettiği ve kalp nakli yapılması gerektiği
anlaşılıyor. Durum hastaya ve yakınlarına bildiriliyor. Hasta ‘tamam’ diyor,
‘ne gerekiyorsa’ yapın. Derhal bir kalp arayışına giriliyor.
Her zaman olduğu gibi, operasyon öncesinde, çeşitli
hastahanelere duyuru yapılıyor, pek çok ülkeye haber salınıyor. Ardından bir
bekleme dönemi başlıyor.
Derken, müjdeli haber geliyor. Uygun bir kalp bulunmuştur.
Doktorlar sevinç içinde hastaya koşuyorlar ve hastahanenin özel uçağını
gönderdiklerini, kalbin yolda olduğunu, ameliyatın hemen gerçekleştirileceğini
anlatıyorlar. Hasta ve yakınları, aldıkları haber üzerine havalara uçuyor. Onlara
göre, kötü günler artık geride kalmıştır, hasta kurtulacaktır.
Hazırlıklarını sürerken, hasta Türk’ün odasından bir haber
geliyor.
Doktorlar odaya gidiyorlar. Hasta, ‘bir şey sormak
istiyorum’ diyor; ‘Bana takacağınız kalp nereden geldi?’
Doktorlar; ‘bu sabah Belçika’da ölen bir kişiden... Uçak
inmek üzere, hemen ameliyata geçeceğiz’ diyorlar.
Bu cevap üzerine Türk hastanın birden yüzü asılıyor, rengi
kararıyor, derken ağlamaya başlıyor. Şaşıran doktorlar, ‘ne oldu, aslında
sevinmelisin...’ diyorlar
Hasta üzgün bir sesle cevap veriyor; ‘Kalbini aldığınız
kişi Belçikalı olduğuna göre Hristiyandır. Sağlığında mutlaka domuz eti
yemiştir. Bu yüzden kalbinin etrafını domuz eti sarmıştır. Bu kalbi bana
takarsanız, domuz yağı bana da geçecek, günaha gireceğim ve Cehennemde
yanacağım.’
Odayı derin bir sessizlik kaplamıştır. ‘Hiç
anlamadıkları’ bu mantık karşısında ne yapacaklarını bilemeyen doktorlar,
hastayı ikna etmek için çok çaba harcamışlar, ama fikrinden vazgeçirememişler.
Ertesi gün, Türk hasta, nakil yapılamadan hastahaneden
ayrılmış. Doktorlar, hem bir hastalarını kurtaramadıklarına hem de kalbin ziyan
olmasına çok üzülmüşler.
Sabah Gazetesinin ‘Aspava’ namlı köşesinde bu
öyküyü anlatan başarılı gazeteci, hayretini gizleyemeyip yazısına devam ediyor;
‘Belki bir başka hastahanede, kendisi için bulunan müslüman
kalbi takılmıştır. Belki de ölüp gitmiştir.
Bilgi almak için başvurduğu İstanbul Müftüsü Selâhattin
Kaya kendisine şunları söylemiş. ‘İnsan, yaşamak için mücadele etmek
zorunda. Bu nedenle zaruri durumlarda organın nereden geldiğine bakılmaz. Hasta
arkadaşa benim vasıtamla ulaşabilirseniz söyleyin, hiçbir şekilde sıkıntı
hissetmeden organ naklini gerçekleştirsin ve sağlığına kavuşsun.’
Can Ataklı yazısına noktayı koyuyor. ‘Demek ki organın
Din’i olmazmış!..’
Yazılarını zevkle okuduğum Can Ataklı’ya bütün bu veriler
ışığında verilecek yanıtım var;
Önce Din kavramının izahını yapalım.
Din, İlâhi nizam ve sistemdir. Bu sistemde her bir ünitenin
kendine has bir şuuru ve çalışma tarzı bulunmaktadır.
Ayrıca kalp, Dini termolojide mutlak şuur olarak
tanımlanmaktadır.
Bir midenin, karaciğerin, pankreasın kendine has şuuru,
çalışma tarzı olduğu gibi, beyne kan pompalayan kalbin dahi kendine ait bir şuuru ve
çalışma tarzı vardır.
Bilinmeli ki, biyolojik beden, dünyanın negatif olan mayasından
meydana geldiği için, yapısal olarak negatiftir.
Arınmayı temin edebilecek belli riyazat ve çalışmalarda
bulunmayan bedenlerin, söz-konusu negatif terkibiyet halinden kurtulması olanaksızdır.
Negatif olarak programlanmış ve arınmamış bir organ, nakil yapıldığında o bedene
biyolojik olarak uyum sağlasa bile, negatif bir üretime sebebiyet verir, dolayısıyla
fayda sağlamaz.
Temiz bir Anadolu çocuğu olan hastanın, sözkonusu formasyonun
bilincinde olmadığı görülmektedir. Ancak iman yollu da olsa, bir Hrıstiyanın
kalbini reddetmesi takdire şayandır.
Kaldı ki domuz eti -ölen Belçikalının yediğini kabul edelim-
İslâm dinine göre haram olan bir yiyecektir.
Domuz eti ile beslenen insanlarda oluşan etkiler incelendiğinde,
şu sonuçlara varılıyor;
Bu hayvanın eti ile bulaşan hastalıkların, kişide
fizyopatolojik değişiklikler oluşturması mevzu bahistir.
Pişmemiş veya az pişmiş domuz eti alımı ile domuz şeridi
(Tenia Solium) ve Trişinoz (Trichinella Spiralis) etkenlerinin larvaları
bulaşır. Larvalar, bu parazitlerin genetik özelliklerini taşıyan fetus formlarıdır.
Bu larvalar, insan vücudunda, öncelikle, kalp, kas ve beyin dokusu olmak üzere az da
olsa göz, derialtı ve akciğer dokularına yerleşir. Bu organların dokuları,
parazitlerin potansiyel taşıyıcıları olur, dolayısı ile nakledilen organ ile bu
parazitler de aktarılır.
Domuzun böyle negatif ve parazit taşıyıcı bir yapıya sahip
olmasının nedeni, aşırı pis ve karmakarışık yiyeceklerle beslenmesidir.
Sırf bu yönden bile olsa, domuz etiyle beslenen bedenden organ
naklinin yapılması sakıncalıdır.
Ne var ki, insanın gerçeğini algılayamayan toplumun kültürü,
nakilden ulaşan sorunların nereye varacağını kestirecek düzeyde değil.
Dini entegre çalışan bir sistem olarak kabul ediyorsak, çarktaki
bir dişlinin bozukluğunun da sistemi menfi yönde etkileyeceğini hesaba katmalıyız.
Arınmaya tabi olmayan bir bedende kalbin üretimi negatifse, beyne
ulaştırdığı tüm uyarılar da eksi olacaktır. Bunun tabii sonucu olarak beyinde
farkına dahi varamayacağımız ölçülerde şuur bozukluğu meydana gelecektir.
İnsan, vücudundan gelen sesleri doğru değerlendirmeye
çalışmalıdır.
Bedensel istekler, organdaki şuurun, beyne gönderdiği uyarılar
sayesinde olmaktadır ve insanı daima birimsel benlik içinde bıraktığından, doğal
olarak ölüm ötesi yaşamını da etkilemektedir.
Bu verilere dayanarak mecazen de olsa ‘kalbin dini vardır’
şeklinde bir ifade kullanmak mümkündür.
İnsanın yaşaması için mücadele etmesi şarttır,
düşüncesi ise, sistemde yerini bulduğu takdirde geçerli olur.
İnsanda mevcut biyomanyetik, biyoenerjik ve biyolojik yapılar
arasındaki bağlantıların negatif kökenli olması halinde, akla gelen meleki bir
ilhamın, şeytani bir düşünce olarak tecelli etmesi mümkündür ve İnsan bunun
farkına dahi varamaz.
Sarhoş bir insana, iyilik yapar, ona bir miktar para verirseniz, o
kişi aldığı parayı içkiye yatıracak, kötü bir fiil meydana getirecektir.
Anlatılan, çok kaba, basit bir örnektir.
Ve siz, yaptığınız her işin önce sisteme uygun olup
olmadığını düşünmek zorundasınız. Eğer fiillerinizi duygusallıkla
gerçekleştirirseniz, sonucu hüsran olur ve neticesine de katlanmak zorunda
kalırsınız.
Bir başka örnek de Kur’an’dan vermek istiyorum;
Kehf Suresinin 80. Ayetinde, ‘Ilmi Ledün’e sahip
Hızır Aleyhisselâm’ın öldürdüğü çocuk için şu açıklaması var;
“Erkek çocuğa gelince, onun ana ve babası Mümin kimselerdi.
Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.”
Kâfir olarak tabiatlandırılmış bir çocuğun annesine,
babasına bu azgınlığı ulaştırabileceği dikkâte alındığında, ‘eksi
konumundaki bir kalbin’ bedende neler yapabileceğini varın siz hesap edin.
Toplum içinde hemen hemen herkesin, bir yaşam kurtarma çabası
içinde teşvik ettiği ‘organ bağışı’nın çok önemli bir yönü daha
var.
Organ naklini öneren her kimse farkında olmadan bir başkasını
cinayete sevk ediyor, kendisi de bağış yaparken intihar ediyordur.
Nasıl mı!..
İzah edeyim;
Çoğunlukla, ölüm ötesi hakkında hiç bilgiye sahip değiliz.
Sanki Münkir Nekir meleklerinin sorularına cevap verecek olan biz değiliz.
Ve imanlı isek inanırız ki ‘vel ba’su ba’del mevt’
gereği, mahşerde dirileceğiz sanki;
Kabirdeki sorgu suali başaramayanlar için Resulullah Efendimiz;
“O an melâike o kimseye öyle bir vurur, o kimse de (ölü
için söylüyor) öyle bir haykırışla haykırır ki, insandan ve cinden başka bütün
mahlûkat bu sesi duyar ve onun feryadı arşa kadar uzanır” derken, mutlak bir
canlılıktan bahsetmektedir.
Büyük mutasavvıf ve zamanın gavsı olduğu yetkili kişilerce
söylenen İbrahim Hakkı Erzurumi Hazretleri, Resulullah Efendimiz’in dilinden
insanın ölüm ile birlikte yok olmadığı, sadece başka bir boyuta geçtiğine binaen;
“Meyit, (ölmüş kimse) kendisini yıkayanı, cenaze
namazını kılanları, kendisini mezara koyanları, görür bilir, tanır”
demektedir.
Resulullah Efendimiz, yine başka bir Hadisinde;
“Ölülerinizi gömdüğünüzde (akrabaları için
söylüyor) hemen kabri terk etmeyin, onları üzersiniz. Onlar sizin gidişinizi, ayak
seslerinizden tanır” demektedir.
Resulullah Efendimiz’in Bedir Savaşında, bir çukura
gömdürdüğü münafıklarla yaptığı söyleşiyi bütün Hadis kitaplarında
bulabilirsiniz.
“Allah’ın bana vaad ettiği zafer beni buldu. Allah’ın
size vaad ettiği azap da sizi buldu...”
Tüm deliller göstermektedir ki, ölüm denilen vak’ada, yani ruh
bedenden ayrıldığında canlı ve diridir. Ve gayp alemine geçmeden evvel kendisine
yapılanları aynen görmektedir. Bunun için biyolojik bir göze ihtiyaç yoktur.
Size sormak isterim. Rüyayı hangi gözünüzle görüyorsunuz?...
Ruh kısa bir süre, kabir hayatında, kendisine hücum eden
hayvanatın, haşeratın, farelerin, çıyanların maddi bedenini didik didik ettiğini
bizzat görüyor. Ve ruh beden, acıyı aynen kendisine yapılıyormuşçasına yaşıyor.
Şimdi, esas noktaya dönelim, yani organ nakline.
Beyin fonksiyonlarının durduğu noktada dahi, tıbbın henüz
çözemediği bir biçimde yaşam var insan bedeninde. Bu nedenle İslama inananlara,
ölümden hemen sonra gusül abdesti yaptırılır. Hadise değişik bir cihette olduğu
için ayrıntılara girmiyorum.
Ruh, bedene yapılan her hareketi görüyor, algılıyor,
kendi bünyesinde yaşıyor dedik. Örneğin, biyolojik bedenin kalbini, bir başka yere
nakletmek için alıyorsunuz. Ruh, bunu bütün açıklığıyla görüyor, hissediyor.
Bir böbrek, karaciğer naklinde de böyle. Veya gözlerini alıyorsunuz, görmeyen bir
başka hastaya naklediyorsunuz. Ona tabiri caizse ‘hayat’ veriyorsunuz, ne
kadar güzel bir duygu değil mi?...
Gelin görün ki mevta bunu istemiyor maalesef... Ölümle birlikte
hayat bitmiyor. Siz, size ait olmayan bir organ ile yaşama devam ederken, ahirete intikal
etmiş büyük evliyaullah dahi, dünya üzerinde olup biteni değerlendirmek için “kuşların
gözlerini” evet sadece gözlerini kullanırken, sözüm ona insancıl
fikirlerinizle, hiçbir değer taşımayan duygularınızla, istemiyerek de olsa bir
cinayet işlemektesiniz.
Kendi rızası ile organ bağışında bulunanlar ise, narkozsuz
diri diri, bir kalbin, bir karaciğerinin kesilişindeki acıyı bütün dehşetiyle
tadacaklarını bilseler asla böyle bir duyguya kapılamazlardı.
Bendeniz, bu konudaki görüşlerimi aksettirdim, yorumu size
aittir.
Allah Muin’imiz olsun.
Ahmet F. Yüksel
|